27 Ocak 2010 Çarşamba

Ha? Ne? Kim?

En son ne zaman ağlamıştım diye düşündüm, her bir şeyi bana ait olan duygularla. Bu arada teker teker tasasız dökülüyorlar tabi gözlerimden. Belki de hiç sahip olmadığım adamı kaybettim. Ellerimle bıraktım yere. Arkamı döndüm usulca. Geriye de bakmadım. Gittim öylece. Sadece gittim. Ne var biliyor musun, gökyüzü kapkaranlık, ve her yağmur tanesi üstümdekilerden bir parça daha soyup atıyor, korkuyorum, üşüyorum ve özledim.
Hı?
Özledim.
Nasıl?
Özledim.
Evet, özledim.
Sadece bir şarkı çalıyor ve o fazladan bir fincan kahve istiyor, ben tek bir tanesini bile içemedim, ve gözyaşlarımdan sana çay demlesem de olur. Geçen her saniye her zamanki gibi umursamaz, kadın olunca fahişe, erkek olunca piç. Bilmesi gereken, zamanı hiç önemsemiyorum. Defolup gitsin, umurumda dahi değil. Ben sadece üşüyorum, karanlıktan korkuyorum, dizlerimin üstüne çöktüm, çok özlüyorum.
Kim?
Ben evet.
Hahahah!
Kim gülüyorsa bana, söylüyorum, yapma. Yapma canım acıyor. Kolun kopmuş gibi, düşün ki bir elin parmaksız kalmış, asit yağmurunda bütün saçların yanmış, ya da kesivermişler bacağını. Şimdi gideceğim bir yol var mı diye bakmak bile istemiyorum. Ben tek bir yol istemiştim, ona gitsin, onda bitsin. Bir tek o.
“O”.
Bulunmaz da değilmiş.
Buldum zaten.
Nerdeymiş?
Beni bekliyormuş.
Şimdi?
Gitti. Gittim.
Ve bittim. Bir daha hiç başlamamak üzere bittim. Bitmek istedim ondan sonra ve başlamak istemeyeceğim hiçbir zaman. Bittim ben ve bittik biz, ve o bir yerlerde belki başka “benlerin” “o” su olmayı bekliyor. Ki belki bir kadın çıkar gider ona.
Düşünme bunu.
Elimde değil.
Sinirlerin bozulmuş.
Aşığım.
Daha ne olsun?
Korkuyorum. Çok soğuk. Üşüyorum. Gözyaşlarım umursamaz, savruk savruk akıyor, dansöz dünyaya. İçimde bir şey var, kime ait olduğunu biliyorum, bilmemezlikten mi geliyorum? Özledim bir de, çok özledim.
Evet özledim.
Daha şimdiden.
Çok özledim.
O kadar ki…
Hı, tarif mi?
Hayır yok, tarifi yok…
Özledim, çok özledim.
“Ben seni hep sevdim
Seni hep seviyormuşum
Bu duygu o kadar tanıdıkmış ki
Seni sevme duygusu
Buna alışmakta hiç zorluk çekmiyorum”

24 Ocak 2010 Pazar

An - ne


Bir çift karanlık göz parladı bu zifiri gecenin en ıssız ve en terk edilmiş köşesinde. Asfalta dağılmış uzun siyah saçlar, bir örümceğin, olur olmaz yerleri esir alması, orayı bir taştan bir yuvaya dönüştürmesi misali düzgün şeritler halinde, bir baştan çıkıp taşın bilinmez bir köşesinde son buluyordu. Yine de mevzu olan saçların ağırlığı değil, düşüncelerin ağırlığıydı. Karanlık gözler, zifiri göğe donuk bakıyordu. Normaldi. Bir ürperti geçti üstlerinden, kapsayabildiği kadar geniş bir alanda hafif bir etki yarattı. Kız usulca doğruldu etrafına tedirgin baktı, karanlık gözleri zifiri gecenin görünmezlikleri üzerinde dolaştı.

—Anne?

Çıkan rüzgâr, fırtına, tufan ya da o her neydiyse, karanlığı ikiye böldüğüne, orada o anda nefes almaya çalışan, canlı cansız bütün varlıklar yemin edebilirlerdi. Karanlığın içinde derin yarıklar oluşmuştu, görülemezdi ama hissedilebilirdi. Ölüm soğuğu esiyordu yarıktan. Kim yaklaşabilir diye düşünmek dahi tüyler ürpertirken, karanlık gözlü kız yarığın içine baktı.

—Anne?

Şimdi ne boşluk vardı ne de karanlık. Bütün bunlara sebep olan lanetli bir kelime, iki hece, dört harf miydi? Karanlık gözlü uzun siyah saçlı kız, bilinçsizdi. Yardım edebilecek her şey ordaydı, bütün yollar, bütün hava, bütün toprak, bütün kokular ve bütün yazılı sayfalar. Israrla lanetli kelime, iki hece dört harf, dengesini bozuyordu dünyanın. Ve acı olan, tabiat için, kız son nefesini harcamak için kendisini kurtaracak bir şey söyleyebilecek kudrete dahası güce sahipti. Dünya son kez titredi. Sarsıldı. Son hiç bu kadar yakın olmamıştı. Son hiç bu kadar gerçek olmamıştı. Karanlık bir çift gözden iki damla düştü yere, kız seslendi:

—Anne?

2 Ocak 2010 Cumartesi

Bir adam her nefes aldığım ana sahip olmaya çalışıyor. Uykularımı onun var olduğu hayaller bölüyor. Onun yazdığı cümleler yankılanıyor içimde. Uyanıklığımda, zamanı o varmış gibi yaşamaya çalışıyorum. Engel olamıyorum.

1 Ocak 2010 Cuma

Zaman


Bir saat boyunca çalan saati beş dakika ileriye atıyorum. Gözlerim öyle zor açılıyor ki korkuyorum. Açıldığında bir baş ağrısı hissetmekten. Uykudayım ve düşünüyorum kalkmam gerektiğini, yatmak istediğimi... Bana aldırmıyor, geceyi tutmak için harcadığım çabayı görmezden geliyor dünya, dönüyor bir fiil. Hiçbir şey yok kafamda düşünce namına. Ne dilimde geceden kalma bir şarkı, ne uyanır uyanmaz aklıma gelen bir genç adam. Ne özlediğim biri ne eksikliğini duyduğum herhangi bir şey. Her şeyin içi öylesine boşaltılmış ki gözlerimi dolduran bir şey bile yok. Oysa nasıl da hazırdım dolu dolu ağlamaya.
Elime ilk gelen kitabın kapağına bakıyorum, olmasa daha iyi olur diye düşündüren kapağa. O an karar verip yırtım atıyorum kapağını. Ellerim kirli saçlarıma gidiyor. Tel tel düşüyorlar alnıma. O an kopuyor ip. Ağlıyorum. Birkaç saat ağlıyorum.


Akşama kadar çıkmıyor o üzeri karalanmış, yırtılmış, buram buram ben kokan pijama. Elime geçenleri yiyorum. Önüme gelen düşünceleri itinayla yerleştiriyorum kafama. Tatlı bir pembe görünüyor dünya, koyu bir mavi deniz, bulutlar topak topak yine bembeyaz. Bu kitabın kapağı güzel, cümleler bir hoş ki…

O eski şarkılardan açıyorum bir iki. Tatlı bir sohbet ağır ağır ilerliyor. Kendimi o romanlardaki kabarık etekli zengin hanımlardan daha aşağı görmüyorum. Fakat benim ne kocam var ne de deli gibi sevdiğim maceracı bir aşığım. Ne de yüzümün her ayrıntısı en güzel kelimelerle ifade eden bir yazar. “Eksiklikler tamamlanır cinsten.” diyorum içimden, belki de dışımdan bilemiyorum.


Yağmura adanmış şiirler ne çoktur. Yağmurdan kaçan değil sanki insanoğlu, şemsiyeyi o icat etmedi sanki. Yağmur deyince aklıma düşüyor gülüşü can alan adam. Utangaç; başını yere eğmiş şemsiyesiyle oynayan adam. Söylemek istedikleri içinde kalan adam. O zaman ne kadar yakındı, şimdi ne kadar uzak.


Kol saatimin sesi başımın içinde… Yere uzanmışım… Tavana bakıyorum… Bir saat boyunca hiçbir değişikliğe müsaade etmeyen tavana… Her şey o kadar normal görünüyor ki canımı sıkıyor. Sigara yakıyorum.