21 Mart 2012 Çarşamba

Faulkner - Çılgın Palmiyeler

Wilbourne, rüzgârda savrulan görünmez 
palmiye ağaçlarını, onların çılgın kuru hışırtısını 
duyabiliyordu şimdi.


Bazı şeyleri tekrar ettiğimin, sıkıcı olduğumun farkındayım. Halimden memnunum, sadece çay içip ordan buradan konuşup dünyayı kurtaracağımız birkaç kişi olsak bana yeter. Hepsi bu.

Nerelere vursam bu kafayı, tavrı içinde elimde milyon tane kitap, baharın gelişini aptal bir memnuniyetle karşılayan bütün insanların aksine oflayıp pufluyorum. Çünkü içimde birşeyler eksik kalıyor ışıl ışıl havalarda. Sonra yumurta haşlayıp, domates tuzlayıp yiyorum. Çay içmediğim günler su yetmiyor bana, hocam bir ara verin ben bir bardak çay alıp geleyim, diyen gözlerle baktığım hoca, iç sesimi duyuyor, on dakika ara veriyor. Hava soğuyana, içimi ürpertene kadar eve gelmeyi reddediyorum. Eve geldiğimde kitap okuyacak halim kalmıyor. Bütün mızmızlanmalarıma rağmen, iyiyim.

Faulkner kışın okunmalı. Bir dahaki sefere ki Ses ve Öfke. 

Faulkner’in kendi hayatıyla ilgili en çok hoşuma giden şey üç büyük savaşı görmesi sanırım, hem I hem II. Dünya Savaşları hem de Soğuk Savaşı görmüş üstad, şaka değil.

***
İnsan yapmak zorunda olduğu şeyi, elinde hangi alet varsa onunla, nasıl biliyorsa öyle, aklına yatan en iyi biçimde yapabilir ancak. Ve zannımca, bir domuz nasıl görünürse görünsün gene de domuzdur. Onun için hadi bakalım iş başına. (Uzun boylu mahkûm, Irmak Baba)
*** 
İnandırıcı olmak isteyen sesi, sanki ayrılık ancak vedalaşmanın ardından gelirmiş ve “hoşça kal” –zaman kalırsa eğer- ayrılmadan önce söylenen bir söz değilmiş gibi, sakin, ısrarcı ve ölçülüydü. (Çılgın Palmiyeler) 
*** 
“Aletler temiz değil miydi?”
“Temizdi.”
“Siz öyle sanıyordunuz.”
“Sanmıyor, biliyordum.”
“İlk denemeniz mi?”
“Hayır. İkinci.”
“Öteki başarılı mı? Ama bilemezsiniz.”
“Evet. Biliyorum. Başarılıydı.”
“O zaman bu başarısızlığı nasıl açıklıyorsunuz?” Buna, Onu seviyordum, yanıtını verebilirdi. Cimri bir adam da kendi kasasını zorlamaya kalksa, bunu yüzüne gözüne bulaştırabilir. Oysa bu iş için meslekten birini, kasanın kendisine aldırmayan, onun parayı içinde barındıran demir duvarlarına sevgiyle bağlı olmayan, usta bir soyguncu çağırması gerekirdi, diyebilirdi. Ama o sessiz kaldı …
*** 
Ancak hepsi bu kadar olamaz, diye düşündü. Olamaz. Ziyanlık bu. insan etinin ziyan olması değil; bundan her zaman yığınla vardır. Yirmi yıl önce ülkelerini korumaya, sloganlarını haklı çıkartmaya çalışan insanlar gördüler bunu –bedenlerin koruduğu ülkeler, onca bedenin yok olması pahasına korumaya değmişse elbet. Ama bellek. Belleğin varlığı bedene, ete bağlı değildir. Ancak bu da yanlıştı. Çünkü beden olmadan bellek, kendinin bellek olduğunu bilemez, diye düşündü. Hatırladığı şeyin ne olduğunu bilemez. Dolayısıyla şu bildiğimiz et, yani belleği çalıştırması gereken o zayıf, ölümlü beden olmadan olmuyor.

5 yorum:

  1. öyleyse sana kısacık, iki cümle faulkner söyleyeyim, hem biraz şaşır (:

    "geçmiş ölü değildir. geçmemiştir bile."

    bahar, kışı götürüyor. bir şeyler daha çok belli ediyor kendini. farkındalık mevzusuna hiç girmeyeceğim, neden bahar?

    severim seni.

    YanıtlaSil
  2. neden bahar, değil soru. mevsim değişiyor. mesele değişim zedka'm. değişimlere hala ayak uyduramıyorum ben. sen?

    YanıtlaSil
  3. ben de uyduramıyorum. ölüler de uyduramıyordur bana sorsan. "değişmek istemiyorum, çünkü nasıl değişeceğimi bilmiyorum."

    iki ihtimal var, birincisi biz hep değişiyoruz, çok değişiyoruz, o kadar çok değişiyoruz ki aslında değişeceğini bildiğimiz her kendimize bağlanıyoruz ve onu bırakırken, o kendimizi, canımız acıyor, sıkılıyor, bulanıyor.

    İkincisi, biz aynıyız, biz kendimiziz, bir kendimiz var. Geri kalan her şey, herkes değişiyor ve biz değişen şeyler karşısında aynı tavırlarla yıpranıyoruz, yıpratıyoruz.

    Ne kadar net olabildimse ... sen de benim.

    YanıtlaSil
  4. bence de şöyle, gerçekten iyi olduğuna inandığımız değişimi hiç bulamamanın sancısını yaşıyoruz.

    YanıtlaSil