24 Nisan 2016 Pazar

eksik

titremek yanılgıdır, sıcak olduğuna inanmadığınız şeyin sıcaklığını hissetmezsiniz. ben de buraya kapatıldığıma inanmıyorum. özgürüm. çünkü kuşlar içimde uçuyor. hem yağmurlar yağıyor. arada yıldırım da düşüyor: yanıyorum, fakat bu yaşadığımın en güzel belirtisi değil mi? avunmak? hayır. bunu anlamanız için kendinize dönmeniz gerek. gerçekten dönmeniz. ben kimim, sorusunu samimiyetle sormanız gerek. ben sordum. çok uzun süre düşündüm. simsiyah bir saç telinin bembeyaz olmasına kadar geçen süre boyunca düşündüm. artık biliyorum. bilmeme konulan isimler var. ermişlik, delilik ve durduğu noktada çıkara hangi başlık uyuyorsa. ve bu başlıkların çıktıkları zihinler henüz birer cenin. siyahın bütün renkleri barındırdığını söylerler. hayır. siyah diğer renkleri hapseder, yok eder. varlığına izin vermez. işte bu zihinler de simsiyah olanlar. benim üzerime niçin düşünüyorsunuz, başkaları üzerine niçin düşünüyorsunuz. işte ayna orada. bakın! bakın... bakmayacaksınız. ben baktım. gördüklerim zaman içinde değişti. bazen yok oldu. bazen yokluğun var olmadığına inandım. bazen varlığın yok olduğuna. zaman görecelidir. yaşamda gerçek olan tek şey bu. bana baktığınızda gördüğünüzle bana baktığımda gördüğüm aynı şeyler değil. ve işte 1867 yılında doğmuş bir kadına aşık olabiliyorum. gözlerini öpebiliyor, ellerinin sıcaklığını tenimde duyuyorum. gözlerim açık ve sinir hastası değilim. zaten sinirler hastalanmazlar, ölürler. onlar ölünce insan da ölür. ölü değilim, sinirlerim de öyle. buradayız. o kadın ve ben. fakat bu konu başka bir hikayenin meselesi. şeylerin ait olmadıkları yerlerde durmalarına itirazım yok. zaten ait olmadığı yerde durmak neyin haddine! fakat bir gülümsemeyi ait olmadığı bir yüze yerleştirebilirsiniz. ya da ait olmadığı zamana bir ağlamayı. işte burada bir kırılma gerçekleşir. masumiyetin kırılması. o zaman anlarım ki kararttığınız aynada gözleriniz hiçbir şey görmüyor, baktığınız yüzde bir etki arıyorsunuz yalnızca. beğenilme, şefkat gibi etkiler. bulursunuz da, tıpkı sizin aynanız gibi karşınızdakinin aynası da. fakat pek tabii hayatın kilidi ilişkilerde değil. hayatın kilidini aramayasanız diye ilişkiler uydurulmuş, gözlerinize sokulmuş. kulağınıza fısıldanan soruları sormuş, önünüze konulan cevapları bulmuşsunuz. ne yazık. ne zaman da biri soru bu değil! dese, ağzına kilit vurmuş, alnına etiket yapıştırmışsınız. artık üzülmüyorum. üzülecek birşey yok.

19 Nisan 2016 Salı

vakit tamam

Harry Clarke, Faust'un 1925 yılı baskısı için çizimi.

metrodayken bir zamanlar yaşadığım her anı o anda yazmaya başladığım dönemi düşündüm. yazmazsam eksik kalırdı. bir şekilde beynimde tekrar ediyordum anları. yaşamımı bir adım geriden kendi cümlelerimle takip etmek belki yeniden yerleştirmekti yaptığım. bundan keyif alsam da ortaya hep temelinde acı dolu metinler ortaya çıkıyordu. şimdi, üzerinden bir iki seneden daha fazla geçmeden alışkanlıklarımın nasıl yok olduğunu görüyorum. bu bir aydınlanma değil, o zamanlar başkalarının yaşamına karşı duyduğum umarsızlık kendi yaşantıma da bulaştı. anlarımın kutsaliyetine artık inanmaz oldum belki. en son iki gece önce belki beş dakika boyunca zihnimde duydum cümleleri. herşey yerli yerinde bir ben değilim. bulunduğum ortama ait değilim. masanın üzerindeki şarap lekeleri de elini tuttuğum adam da dinlediğim müzik de esen ılık rüzgar da bana ait değil. 

bazı kitapların -elbette diğer bazı şeylerin de- zamanları vardır. zihnin olgunluğu yeterli değil, zaman gerekir dolayısıyla yaş. bir heyecanla "bana bu kitabı tavsiye ettiler aldım okuyacağım" diye gelen insanları, belki büyük bir gaddarlıkla "hayır okuyamazsın, o kitap için hazır değilsin" diye cevapladığım çok olmuştur. ama bu kendim için de geçerli. elim ne zaman proust'a gitse aynı tepkiyi verdim bir zaman. joyce için hazır hissetmedim epeyce. faust ise yana yakıla uzak durduğum kitaptı. faust filmleri izledim hakkında yazılanları okudum fakat bir türlü o cesareti kendimde bulamıyordum.

neden bilmiyorum, bir anlık cesaret, geçtiğimiz gün elime faust'u aldım.
sanırım üçüncü sayfadayım. her bir cümle uzayıp bir kaç yüz sayfa oluyor zihnimde. hissettiğim duygu -hayranlık çok eksik bir kelime- burnumun direğini sızlatıp gözümde yaşlar biriktiriyor. içinde bulunduğum durumu anlatabilmekten acizim.

metrodayken, daha sonra, bunun neden gerçekleştiğini sordum kendime. nasıl oldu da faust'u elime aldım.

....

nietzsche merkezli bir tez yazmaya başladım. nietzsche'yle bunca içli dışlı olduğum bir zamanda goethe'ye bulaşmak akıl karı değil bence. ama bir şekilde çaresiz bir yönelim gibi, bir mecburi istikamet. walter kaufmann'ın insanı anlamak II olarak çevrilen kitabının önsözünde nietzsche'nin goethe'yle nasıl bir ilişki kurduğundan bahsediyor. bir tokmak başıma iniyor ve ben elimdeki bu iki adama bakıyorum. stefan zweig'ın insanlığın yıldızının parladığı anlar kitabında goethe'yle ilgili yazdığı bölümü anımsıyorum. işler daha da karışıyor.

.....

şu anda elimde olan adamlar bunlarken ben günde en fazla bir kaç cümle ekleyerek, olaylardan ibaret basit mi basit bir öykü yazıyorum. bu benim kaçışım oluyor, sorgulanmadan akan zamana katılışım oluyor. nefes alıyorum. aslında herşey bu kadar basit, korkma, diyorum kendime.

bu basitliği bir de süheyla kedinin kumunu temizlerken yaşıyorum.
yedik içtik, sıçıp gidiyoruz.


4 Nisan 2016 Pazartesi

nisan değişimleri


filmi izlediğimden beri, ben nelerin kıyısından dönüyorum acaba sürekli, diye düşünüyorum. hayat birşeyler için izin vermiyor bize. hatta bunların farkına bile varmıyoruz. o kadar safız ki koca devran karşısında. sürüklenip duruyoruz. biz derken, ben yani. sizi tanımıyorum yoksa.

bazı şeyler fırsat olarak tanımlanıyor. mesela bugünkü iş görüşmem. geceden beri kendimi gitmeye ikna etmeye çalışıyorum. umarım ikna olur ve giderim. birşeylerin değiştiğini hissediyorum ve o görüşmeye gidersem, kabul edilmesem bile, birşeylerin değiştiğinin kanıtını görmüş olurum.

bunu ne kadar istediğimi bile bilmiyorum.

en son c.'yi ilk tanıdığımda hissettiğim duyguyu onun yüzüne bakarak özlüyorum. birşeyler anlatıyor ve umurumda değil. canımı yakamıyor oluşuna üzülüyorum çünkü biraz ihmali bile beni paramparça edebiliyordu. şimdi... şimdi çok yabancı. keşke böyle olmasaydı.

koskocaman bir romana başlamak istiyorum. çok güzel bir insandan hediye 4 ciltlik "ve durgun akardı don" bir yanda, ilk gençlik zamanlarımda ismiyle sarhoş olduğum uzun süre almak istediğim sonra kardeşimin hediye ettiği "monte kristo kontu" diğer yanda; bana "biz iyi tercihleriz" diye göz kırpıyorlar.

haziranda eve gidip ekimde dönme planımın tek kusuru süheyla. nereye bırakacağım değil de onsuz nasıl yaşayacağım. onca yolu beraber gidemeyiz de.. keşke bunun için bir güzel çare bulunsa isviçreli bilim adamları tarafından.

böyle şeyler ve daha niceleri..