27 Mayıs 2018 Pazar

Lütfü Bey ve Aşırı İsabetli Kararları - II



43. gecenin sabahında Seher her zamanki sakinliğiyle gözlerini açtı. Lütfü Beyin verdiği deftere uzandı. Rüyalarından aklında kalanları yazmaya başladı.

Erzurum köprüsünün kenarından Çoruh’a düşüyorum. Nehrin kenarı toprak, bana bir şey olmuyor. N’apacağımı bilemiyorum. Tırmanmaya çalışıyorum.

Bilmediğim yüksek yerlerden düşüyorum.

Sürekli tekrarlanıyor, uyanıyorum.

Düşmekten çok korkuyorum.

Hemşire kapıyı açıp içeri girdi. Yüzünde her zamanki gülümseme vardı. Dikkat edilmeden bakıldığında bulunduğu yerden memnun olduğu sanılırdı. Zaten bütün hemşirelerin yüzündeki gülümseme aynı, diye düşündü Seher, belki okulda öğretiyorlardır.

Rengârenk ilaçları Seher’e uzattı hemşire, “Lütfü Beyle görüşmek için hazır mısın?” diye sordu sevimli bir ses tonu takınarak. Seher ses çıkarmadı. Uzatılan ilaçları tek tek içti. Kalkıp terliklerini giyindi. Belli ki hazırdı.

“Hiçbir ilerleme kaydedemiyoruz.” dedi Lütfü Bey, “delirmeye son hızla devam ediyorsunuz.”

Seher’in gözü Lütfü Beyin gömleğinin cebindeki lekedeydi. Yaşamaya çalışıp da delirmemek nasıl mümkün olabilirdi? Emek verdiği her şey paramparça olmuştu. Ne zaman sevse pişman olurdu, ne zaman bir işe kalkışsa insanlar canından bezdirirdi.

“Akşamüzerlerini hiç sevmiyorum. Ya aydınlık olsun, ya karanlık. O kadar çok keder biriktirdim ki içimde kurtulamıyorum hüzünden, benim için bir alışkanlık oldu. Şu ağaca bakıyorum, şu gökyüzüne, şu arabaya, şu insana… Her şeyin canını yaktık, yaktılar. Ölüm bize ruh bedeni terk etmeden geldi, getirdiler. Düşüyorum, düştükçe düşmekten daha çok korkuyorum. Düşerken bile düşmekten korkuyorum.”

Lütfü Bey, Seher’in dosyasına yeni notlar aldı. “Bir de hipnoz yöntemini deneyelim” dedi. Seher ilgisiz baktı, “Deneyin” dedi. Denenmemiş hiçbir şey kalmasın. “Ayrıca sizi yüksek korunaklı bir odaya almamız gerekecek, akıl sağlığınızı tamamen kaybetmek üzere olduğunuzdan ne yapacağınız belli olmaz.”

Bırakma beni, diyorum. Sesim çıkmıyor, gözlerimden yaşlar dökülüyor. Kocaman tüylü bir yaratık. Simsiyah. Gözlerinde güven görüyorum. Sanki o yanımda olduğunda bana hiçbir şey olmazmış da artık tamamen savunmasız kalmışım gibi. Göğsümün orta yerine bir ağırlık oturuyor. Lütfen bırakma beni, diyorum. Hala sesim çıkmıyor. Yaratık arkasını dönüp gidiyor. Ne peşinden koşabiliyorum, ne bağırabiliyorum.

Yeni odasının pencereleri demir parmaklıklı. Yatakta çarşaf yok. Rüyalarını yazması için kalem yok. Yeni ilaçlar, başka bir ilaç verilene kadar onu uyutuyor. Seher belki de artık daha çok düşüyor. Yazamadığından Lütfü Bey bunu tam olarak bilemiyor.

12 Mayıs 2018 Cumartesi

Lütfü Bey ve Aşırı İsabetli Kararları - I



Lütfü Bey “Hmm…” dedi. “Peki, kapı ne renk?”

Seher, düşünmeden cevap verdi “Gri.. Soğuk bir gri.”

Gri garaj kapısını açan Seher içeri girip kapatıyor. Burası onun doğduğu evin bahçesi. Yıllarca topraktan havuz yapıp bir türlü içinde suyu tutamadığı bahçe. Arkadaşlarıyla oynadığı, kedi büyüttüğü bahçe. İki katlı müstakil bir evin bahçesi. Üst katta babaannesi oturuyor, dedesi o 5 yaşındayken öldü. Alt katta annesi babası ve kardeşleriyle kendisi. Bir süre önce bir apartman dairesine taşındılar. Seher kapıyı bu taşınmadan kısa bir süre sonra açıyor.

Anahtarını evde unuttuğunda da garaj kapısını iterek girer, odasının camına tırmanmaya çalışırdı eğer garaj kapısı kilitlenmemişse. Her ne kadar bir keresinde çok yaklaşmış olsa da asla o pencereden içeri girememiş, en fazla babaannesine çıkıp, önlüğüyle oturup annesinin misafirlikten dönmesini beklemiştir.

“Garaj kapısını açarak içeri girdiğim doğru. Ama bodrumdan geçerek eve girdiğimi hiç hatırlamıyorum gerçekte. Bunu düşününce bile ürperiyorum. Fakat anıda giriyorum. Eve bakıyorum. Ama ben orada yaşarken bile tek başıma bodrumdan geçmeye ürkerdim.”

Bir anlık duraksamadan sonra “Bir de” dedi Seher, “Bir de bahçede yanına bile yaklaşmaktan korktuğum büyük, küçük vahşi kediler var. Bir sürü… İstila etmiş gibiler. Onlardan korkuyorum. Bu, gerçek mi yoksa anıya rüyalarımdan eklediğim bir sanrı mı bilmiyorum.”

Lütfü Bey “Hmm…” dedi. “Peki, günün hangi saatleri?”

Seher düşündü, öğleden önce gibi, çok güneşli değil fakat akşam da değil, henüz aydınlık. “Öğleden sonra olmalı.” Yaz mevsimi olamaz, çünkü anıda ya da hayalde gerçekten güneş yok. Fakat yazın değilse öğleden sonra da olamaz, okulu var Seher’in. Öyleyse belki yazın sonlarıdır. “Bilemiyorum” dedi Seher, başını öne eğdi.

“Bu anıda seni ne rahatsız ediyor?” diye sordu Lütfü Bey gözlüğünün üstünden bakarak.
Seher ellerini ovuşturdu, rengine bakılacak olursa üşümüştü. Seher ellerine baktı. Ağrıyan başını hareket ettirdi, başına konan bir sivri sineği kovmak ister gibiydi, fakat ağrı gitmiyordu.

Seher uyanık fakat dalgın olduğu anlarda, yaşayıp yaşamadığından dahi emin olamadığı bu çocukluk anılarını bir anda zihninde buluveriyordu. Hatırladığı detaylar ona, ilk defa izlediği bir film sahnesi gibi geliyordu, bildiği yerlerde geçen bir film sahnesi. Elbette bu anıları yaşamış olması olasıydı fakat böyle birdenbire hatırlamak onu rahatsız ediyordu.

Lütfü Bey soruyu sorduğu andan itibaren aynı şekil ve kayıtsızlıkla Seher’e bakmayı sürdürüyordu.
“Üzgünüm Seher Hanım, sizi hastanemize yatırmamız gerekecek” dedi ve masasındaki telefona uzandı.

Seher dehşetle açtığı gözlerini Lütfü Beyinkilerle buluşturdu. Böyle bir şey beklemiyordu. Alt tarafı bu anıların sebebini merak ederek bir psikiyatra danışmak istemişti. “Hangi hastaneniz?” diye sordu nihayetinde. “Buraya” dedi Lütfü Bey, “Elbette bir akıl hastanesi olması sizi ilk etapta rahatsız edebilir, fakat alışırsınız. Sonuçta siz bir delisiniz Seher Hanım.”