1 Aralık 2019 Pazar

aydınlansın diye

mayısta "yüzü yine evim gibi ama taşınmışım" yazarken bugün bunların olacağını, yeni eşyalarımla nasıl evime yeniden yerleşmeye çalışacağımı asla tahmin edemezdim.



olayları takip etmekte güçlük çekiyorum.

üç sene önce bugün çok sevdiğim bir şarkıyla başlayan iletişimin bu noktaya nasıl geldiğini anlamaya çalışıyorum.

yüreğimin cayır cayır yandığı zamanları hatırlayıp "kendime bunu neden yapmışım" diye soruyorum.
bir senelik boşlukta bu insanın nasıl hala en güvendiğim, tek sığınağım oluşuna anlam veremiyorum.  üç sene önce başka odadan duyduğu gülüşümü görmek için koşturmasını ne kadar sevimli buluyorsam, üç sene sonra absürt şeylere gülüşümü heyecanla başkalarına anlatmasını da aynı derecede sevimli buluyorum. bambaşka insanlar olarak nasıl çemberin başına döndüğümüze hayretler içinde bakıyorum.

büyük bir cesaret göstermeden "tekrar aynı noktaya gelmekten korkmuyorum" deyiveriyorum. istemiyorum ama korkmuyorum. başka bir konuşmada "ayrılık" kelimesi geçince bir anda durup "ama sen hiç ayrılmak istemedin ki" de diyorum. bu onu güldürüyor, beni dehşete düşürüyor, o zaman ben bunu kendime neden yapmışım?

bunları artık sarı ışığına alıştığım mutfakta, üzerimde onun gri kazağı varken yazıyorum. çantama kazaklarını yerleştirirken takındığı yüz ifadesini hatırlayarak. bizi neler beklediğini bilmiyorum, merak etmiyorum. yalnızca sakinleşmemin, soğuk havaların, onun sıcaklığının, yarattığı güvenin huzurunu, şimdiyi, şu anı hissediyorum.

biraz da kabil'i düşünüyorum.
biraz da "kötü"nün ne olduğunu, kim olduğunu.

19 Kasım 2019 Salı

kasım sonu yıldızlar ve yarım ay

gecenin serinliği yalnızca perdeleri oynatsa iyi, yüreğimi de ürpertiyor usul usul. sanki telaşla bitirmemişim gibi sorumluluklarımı, üç dakikayla da kaçırmamışım gibi saati, sonra sanki ellerim üşüdü diye sığınmamışım gibi sıcaklığına, oturmuş sarı ışığın altında boş fındık kavanozuna bakıyorum. bu ana değer bir şarkı bulamıyorum, bulamadığım gibi düşünmüyorum da, düşünmediğim gibi eksikliğini de hissetmiyorum.

hiç konuşmadığım insanların sohbetine, içeriden bana tatlı görünen, belki sorsam o insanlara, onlara çarpık gelen bir gülümsemeyle dahil oluyorum. elbette güneş yine rahatsız ediyor ama kendime tahammül edebilmek için makyaj yapmıyorum. "senin gözlerin ne güzel"

bildik ağızdan, bildik ses tonuyla,bildik vurguyla çıkan sözcükler, yabancı bir serinlik oluşturuyor göğsümde. onca zamandır cayır cayır yanan göğsüm, yakanı da tanımıyormuş gibi serinliyor. uzun zaman sonra roman bitiriyorum. "aynı anda kaç kitap okuyorsun sen?"

barışmam gereken tüm küslükleri bir kenara bırakıyorum, başıma dert olacağını bile bile artık dönülmez olmadığını bildiğim yollara koşa saça giriyorum. daha fazla ne olabilir, diye sorup daha sıcak korları avuçladığımı unutup, daha fazlası da olabilir, fakat hiçlikten iyidir diyorum. belki bunu bile demiyorum.

ne tutunabiliyorum ne bırakabiliyorum. ama ne kendimi zorlarım tutunmak için ne de boşluğa bırakırım. "sen beni bırakıp gittiğinde ben çok üşüdüm"

12 Kasım 2019 Salı

usul

öylece bir yağmur başladı sonra. gökyüzünü göremiyordum ama yağmur serinliğini hissedebiliyordum. kokusunu duyabiliyordum. sesini işitebiliyordum. fakat gökyüzünü göremiyordum. saçlarım ıslanmıyordu, üşümüyordum. eksiklik nerede başlar, nerede biter? ihtiyaç nerede başlar, nerede biter.

şu yaşımda tek başınalık ve yalnızlık arasındaki farkı duyumsamak için ne tür bir dışlanmışlığa maruz kaldım? tahammülsüzlük, kopuş, içine daha içine... fakat yer yok. mobius şeridindeki karınca.

işte o da yakup, her türlü çağrılmamanın şekli.

bana neden ihtiyaç duymadınız?

1 Ekim 2019 Salı

usul*

kendimi ifade ederken doğru kelimeleri mi bulamıyorum, bulamadığımdan mı artık ifade etmekten kaçıyorum ya da kendime dair ifade edecek bir şeyim mi yok

bu boşlukta kaybolup gitmekten korkuyorum

bu boşluğun beni yok etmesinden korkuyorum

korkuyorum bu bir zaaf mı insan olduğumun kanıtı mı

ruhumu söküyorlar bedenimden, aklımı nasıl koruyacağımı bilmiyorum

25 Ağustos 2019 Pazar

8 Ağustos 2019 Perşembe

"Canı kaymak isteyen / Cebinde manda taşır"


Göğsümde bir yumruyla uyandım o gün. Nedense son evi değil, onu en son gördüğüm evi değil de bir apartmanın beşinci katındaki evindeydik. Ölmek uzak bir ihtimal. Babaannem masmavi gözleriyle her zamanki gibi bir hazineymişim gibi bakıyor bana. İçeri girdiğimde E.’yi görüyorum. İçimde onun neden orada olduğunu sorguluyorum belki ama tepkilerim olabildiğine doğal. Hep oradaymış, orada olması çok normalmiş gibi. Ailemden biriyle karşılaşacağını düşündüğünde giyindiği gibi giyinmiş. İçindeki çocuğu bir yere kilitlemiş, beyefendi, oturuyor. Gözümün içine bakıyor, göz göze gelmemek için bakmıyorum.

Rüyanın devamını ya hatırlamıyorum ya da hatırlamak, hatta kayıt altına almak bana zor geliyor.
Bir süre rüyanın etkisiyle hem babaannemi hem E.’yi çok özlüyorum.

***

Günler sonra, ben rüyayı unutmuş ve aynı beşinci katta ama farklı dairede oturan kız kardeşime defalarca gittiğim sırada merdiven başında duruyorum. O kapı yüreğime oturuyor. Her şey bir anda fazlaca acımasız geliyor. Kapı ne babaannemin güzel kokulu evine ne de içinde sevgilimi barındıran rüyama açılıyor. Yabancı, uzak, acımasız…

***

Aynı gün bir konuşmanın ortasına düşüyorum. Şefkat içimi yumuşatıyor, hissediyorum. Fakat hiç de beklemediğim bir şekilde, aylardır hiç yaşamadığım bir şekilde gözyaşlarım akmaya başlıyor. Her şeyi yine çok fazla özlüyorum. Kendimi fazla özlüyorum. Duygularımı, düşüncelerimi, uyuduğunu bile bile kendimi anlatma telaşımdan tutkuyla konuşmak için uğraştığım anlarımı, “şu an mutluyum galiba” diye düşünüp gülümseyişlerimi çok özlüyorum.



O kapıyı görüp, bu fotoğrafı çektikten sonra köşeyi dönüyorum.
Artık buralar benden sorulur, diyen güvercini çatının penceresinde selamlıyorum.



Güvenmek, dikenin tepesinden inmek ne güzel bir ihtimal, ne uzak bir ihtimal…

29 Temmuz 2019 Pazartesi

An'lar


yalnızca bir takım simgelere dayandırarak zihnimde canlı tuttuğum bir takım inançların param parça oluşlarını izlerken, biriktiğim anları, tıpkı anılar gibi, buraya saklamak isteyişimi hatırladım. çok uzun zamandır dalamadığım uykuların acısını çıkartırken üzerime karşı dağın serini geliyor. biriktiriyorum, dökeceğim. 

27 Temmuz 2019 Cumartesi

soruşturma mı?



batıp çıktığım şu yumuşak toprak,
şu arkamdan koşuşturan sarışın çocuk,
şu bedenime yaptığım haksızlık,
şu dilime düşen şarkı,
şu yıldızlı gökyüzü, şu


Elinden şekeri alınmış bir çocuk gibi kaldım 
Yokluğunda... Yağmur yağar, kar yağar 
Günler kısalır, geceler uzar 
On parmağımın üstüne on mum yaktım 

Gecesefalarının gündüz yalnızlığıydım 

.
Ateşböcekleri ışıtır gecemi. Hepsi bu 
Kanar bir yerlerim: Sevgilim 
Ufkunda bir yalnızlık aylasıyım 
Bir delta gibi genişleterek yokluğunu 

Sevgilim. Hep geceye sakladım sende bulduğumu...
A. Erhan


bir film sahnesi. bir şeyler oluyor. kahvaltı masası. kadın ağlıyor, ağlayamıyor. elinde ekmek. ufalıyor, ufalanıyor. hem kadın hem ekmek. 

çok yoruldum. 

çok yorgunum. 

Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. Bir ara 
Hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim 
Tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. Maun tabutumda 
Her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir 
Bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki 
Geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle 
Bir çelişki gibi ölümsüz 
Yaşamakta olurdum.
E. Cansever 

20 Temmuz 2019 Cumartesi

"Rastgele yürüyorsun yine, yolunu kaybediyor, aynı yerde dönüp duruyorsun."






Sana nasıl aşık olduğumu anlatmış mıydım? 

Sahilde hafif bir esinti var. Kısacık saçlarımı zaptedemiyorum. Birisi rüzgarla baloncuk gönderiyor. Frazey Ford cover'ı One More Cup Of Coffee çalmaya başlıyor. 

Ben size nasıl aşık olduğumu, ne kadar güzel aşık olduğumu, aşıkken ne kadar güzel olduğumu anlatmış mıydım? 

Aradan geçen yıllarla, şarkıyı Bob Dylan'ın söylemiyor oluşu müthiş bir tutarlılık içinde. Aynı şarkı, farklı bir tat... Fakat aynı... Nasıl anlatsam... 

Bu ayrılık şarkısının benim tek aşkımın kuruluş marşı olmasını açıklayamam. Farklı bir örnek verebilirim, fakat eksik kalır. Bu yüzden bu konuyu burada öylece, eksik, şımarık, bırakmalıyım. 


Ben bir kitapçıda değildim. Bir kitaba bakarken kıvırcık saçlı, uzun boylu, hoyrat bir adam yanıma yanaşıp "Gerçekten o saçmalığı okumayacaksın değil mi?!" demedi hayır. Fakat yemin ederim Kadıköy'de, hata yaptım diye, hiç haberi olmadığı halde, otobüs durağı sırasında onu kaybedeceğim diye ağladım. Küçücük tertemiz bir kadındım. O durakta ağladım. Kalbim çarparak eve gelip ona ulaşmaya çalıştım. Al işte! Yok! Kaybettim. Yeniden ağladım...

Nasıl anlatmalı, tadı farklı gözyaşları. Henüz bana, "Aklım kayıp, kalbim şiir okuyor." dememişken. Ben o zamana kadar kalbim olduğunu mu bilmiyordum. Aman! Dünya neyin etrafında dönüyordu.

Ayağımın dibindeki izmaritleri süpüren adama mahcup bakıyorum. Bugün şehirde son günüm. Size nasıl aşık olduğumu anlatmış mıydım? Süpürge üzerinize zimmetli mi gerçekten? 



"Madagaskarlıyım!"
Böyle söylüyordu. Sanırım buna inanıyordu da. "Sen Şırnaklısın sevgilim ve Şırnak Madagaskar'a benzemiyor bile" demiyordum. Gerekli de değildi.

Kitapçıda da değildik. Yalan söyledim. Fakat saçları kıvırcıktı. Hem de ne kıvırcık. Fakat öyle sevimli bir hali yoktu. Adam adamdı her zaman. Benim çocuk çocuk olmam gibi. Her zaman. "Gençler sevmekle istemeği karıştıyor" demişti. Ben de bu cümleyi çok büyütmüştüm gözümde. Hem seviyor hem istiyorum! diyordum. Meğer sadece aşıkmışım. (Gülüşmeler)

Başparmağı güzel dişlerinde, parmaklarının arasında sigara, yüzünün çizgilerini sevdiğim... ne hikayeler bu tek fotoğrafa. "Tüm bu kitapları senin için okumuşum, tüm bu filmleri senin için izlemişim, sana anlatabileyim, seninle paylaşabileyim diye." İşte hayatın tüm renkleri kurduğu bu tek cümledeydi. İşte hayatım bu cümledeydi. Anlatmamış mıydım? En azından bahsetmiş olmalıyım. Geceleri uyur-onunlakonuşur olacak kadar aşıktım. Ve benim aşkım bir kitapçıda değil Bob Dylan'ın sesinde başlamıştı. Ve bir aşkın başlayacağı en güzel mekan şüphesiz burasıydı.

Yanıma aşırı gürültülü insanlar oturuyor. Ve gidin bakışları atıyorum. O kadar bilinçsizler ki bu bakışların hiçbirini yakalayamıyorlar. Acaba onlara nasıl aşık olduğumu anlatmış mıydım? 

Dikkatim dağıldı. Bir anne pamuk şeker yiyen oğlunun kollarını kıvırdı. Başka bir kadın çantasından telefonunu çıkarttı. Siren sesi. Martılar. Konuşmalar... Konuşmalar... 

Bilinçle açtım: Serge Gainsbourg/Jane Birkin- Je T'aime Moi Non Plus

Ne diyordum. "Jane Birkin'i tanıyor musun?" diye sordu. "Güzelliğinden rahatsız olacak kadar..." dedim. Okuması gereken sınav kağıtları vardı. Erteledi. Bir süre gerçekliğe dair her şeyi erteledik. Akla ne gelirse. Ertelemek hiç bu kadar güzel olmamıştı, sonra da olmadı.

Gürültücü insanlar gidince sessizlik oluştu. Üşüyor muyum? Ne hissettiğimi hatırlamaya çabalıyorum. Ne hissediyordum? Tam? Bütün? Kaygısız? Ne aradığını bilmeden aradığını bulmuş olanın kaygısızlığı? "Şu an sadece sana tahammül edebilirim, lütfen şefkat göster." dediğinde safi şefkat oluşumu nasıl hatırlayabilirim? 

Ne sormuştu? "Bir kadının güzel olup olmadığını Aylak Adam nasıl anlıyordu?"

Meraklı öğrencilerinin "Sevgiliniz nasıl biri?" sorularına nasıl cevap vermişti?

Hangi şiirleri okumuştuk, hangi şımarıklıkları yapmıştım? Ne kadar çocuktum. Ne kadar adamdı. Beni nasıl sevmişti. Kendine özgü, o çok değer verdiği sevgisini bana nasıl akıtmıştı ki bir gün bile bir an bile arkamı döndüğümde ne yaptığını merak etmemiştim? Ne söylemişti de bir an şüphe duymadan inanmıştım, nasıl söylemişti? Aylar aylar aylar boyunca nasıl bir çift gözün, o güzel ellerin meftunu olmuştum?

Güzel bir kadın oturuyor yanıma. Burnu kemerli, altında beni var. Uçuş uçuş elbisesi, benimkinden biraz uzun saçları var. Bir belediye görevlisi yarım ekmek sandviçini yiyor bankta. Yine sessizlik. 



Ben size nasıl aşık olduğumu defalarca anlattım. Dinlemediniz. Her bakışımda, her gülüşümde, her gözyaşımda anlattım. Kendim olduğum her an anlattım. Dinlemediniz. Beni iştahla bilmeye, anlamaya çalışan o adamdan sonra, aynı tür bir bakış hiç görmedim. Hiç kendim olmaktan o kadar gurur duymadım. Tüm benliğimle hiç o kadar sadakatli olmadım.

Belki de ben size nasıl aşık olduğumu hiç anlatmadım.

" Öğrenecek çok şeyin var, öğrenilmeyen her şey: yalnızlık, kayıtsızlık, sabır, sessizlik. Tüm alışkanlıklarından, onca zaman yan yana yürüdüğün kişileri görünce yanlarına gitmekten, başkalarının her gün senin için ayırdıkları, hatta bazen senin adına savundukları yerde kahveni içmekten, yemeğini yemekten, bir türlü bitmek bilmeyen dostlukların sıkıcı suçortaklığında, yıpranan ilişkilerin ödlek ve oportünist kırgınlığında sürünmekten sıyrılmalısın."

16 Temmuz 2019 Salı

balkondayım ve

dışarıdan harç karma sesleri geliyor. bir an durup belki de zihnimin içindeki düşüncelerin özgürce uçuşacağı, bedenimin harala gürele çalışacağı bir iş seçmeliydim, diye düşünecek oluyorum. kendi çalışmamın başına oturup benden istenenleri gözden geçirmeye başladığım an bulanan midem, bastıran uyku, benliğimin isteksizliğinin, kaçmaya çalışmasının açık göstergesi değil mi?

o gün söylenenlerin ses kayıtlarını açtığımda ve üzerime savaş baltalarıyla gelen adamın karşısında titreyen tedirgin sesimi duyduğumda tüm duygularım hareketleniyor ve gitmek istiyor. her şeyi bırakıp gitmek. ve devam etmek için kendime tanıdığım süre anlamlanıyor. hazır değilim, hiç hazır değilim!

ben içimde yankılanan bu sesleri duymaya başladığımda dışarıdan artık karga sesleri gelmeye başlıyor. serin bir esinti, o çok özlediğim ürpermeyi yaratıyor vücudumda. çabamı, kendim olma çabamı, varolma çabamı görse nietzsche alnımdan öperdi. belki sorrento'da biraz da benimle yürürdü.

kıyım kıyım kıyılan aklıma artık telkinde bulunamıyorum, söz geçiremiyorum. kaldı ki bence artık pamuk ipliğine bağlı olduğundan zorlayamıyorum. hem ne kadar gerekli? hem gereklilik nedir?

küçük adımlarla çok büyük farklılıklar yaratabilirdim hayatımda. belli saatlerimi çalan bir işe girer zihnimi çürütürdüm. belki çok para kazanır o ay neler satın aldığımla başlardım sözlerime. belki evlenir, çocuğumun hiç de şaşırtıcı olmayan değişim evrelerini gözlerimi hayretten kocaman açarak paylaşırdım.

hiçbiri olmadı. hiçbirinin olmasına gerek yoktu. çünkü hiçbiri ben değilim. içinde boğulduğum kendi cümlelerim, maaşımı yatıran kurumun dertleri değil beni yoran. kendim seçtim bu problematiği, boğulurken bile haz aldığım, kendimi hissettiğim bu bataklığı kendim yarattım. gördüğüme, duyduğuma anlam katsın diye zihnim, hırpaladım kendimi. bazen çok da acımasızca.

ancak bunu bilmenin rahatlığıyla savaş baltalı adamın üstesinden gelebilirim. onun yersiz kibrini alt edebilir, üzerine benim muhteşem kibrimi boca edebilirim. gücümün son çırpınışlarını buraya bırakıp, yeniden güçlenmeye çekilebilirim. kimse gördüğümü göremez, duyduğumu duyamaz.

kaldığım yerden devam edebilirim.

kaldığım yer:

10 Temmuz 2019 Çarşamba

Burada.

Dengeyi, beni çok iyi tanıyan kadınla konuşurken, beni hiç tanımayan adamla konuşarak sağlama gayretimin komikliği dışardan anlaşılıyor mudur? Çünkü bu kadarı çok fazla ve bu fazlalığı nasıl idare ettiğimi unutmuşum. Ne çok şeyi unutmuşum, unutmak istemişim. Deştikçe çıkan bu irin daha fazla hissizlik mi yaratır yoksa ani bir açılıp saçılma mı, korkuyorum. Artık genç değilim, kelimelerim ve bir araya gelme şekilleri aynı olsa da, artık genç değilim. Umut edecek kadar genç değilim. Bazen içimden gelen çürük kokusunu duyduğuma yemin edebilirim.

Dengeyi, bu dengeyi...
Sağlayamıyorum.

Elif Kavaklar açıyor, ben dengeyi yitiriyorum. Elif, kafasını çevirip yağmuru müjdeliyor, ben dengeyi yitiriyorum.

Beni o eski fotoğraftan kim oydu?
Elime korkulu bakışlar ve...
Hoyrat makasla daha ne kadar başa çıkamamak...

6 Temmuz 2019 Cumartesi

söz verdiğimiz ve hiç tutmadığımız gibi: geçmeyiz bir daha kadıköy'den!

düşünmesi yazmaktan kolay.

evet, tam olarak, yaşanan onca sıkıntıya, onca acıya, kalp ağrısına, mide bulantısına rağmen, geri dönüp baştan yaşamayı dilerdim. 2011 ile yüzleşmenin bende yarattığı ilk hissiyat bu.

tanımak oldukça garip bir eylem. bir insanı hangi anda tanıdığımıza ikna oluruz? yüzünü gördüğümüzde mi, adını öğrendiğimizde mi, elini sıktığımızda mı? yoksa yıllar önce kalbe dokunan insanın nasıl dokunduğunu yeniden hatırladığımızda mı? gerçekten neydi bir arada tutan şey ikimizi?

anılarımı hayatımın neresine konumlandırmam gerektiğini bilmiyorum. yazarak ifade ettiğim tüm yaşananların, tüm hislerin gerçekliği nedir? ve geçen zamanın anlamı nedir? zaman geçen bir şey mi, dönüp duran ve bunu canının istediği gibi, yaratacağı tahribatı hiç de düşünmeden yapan bir kendine-zevk mekanizması mı?

zedka'm,

işte burada, bu dinginlikte ve kaosta, kendimi ne kadar özlediğimi kendine özgü o tavrın ve güzelliğinde gösterdiğinde, belki de yüzleşmekten korktuğum şekliyle kabullenip yutkunuyorum. ve her şeyin, tüm cümlelerin, kelimelerin ve hatta harflerin, yazılan ve yazılanlardan da çok yazılmayanların, işte burada bu balkonda bu seslerle, büyük bir şevkle farkına varmanın dayanılmaz hafifliğine umutlanıyorum... eskiyen, eskisi gibi akıp gidemeyen, belki hayranlık uyandırmayan ama hala canlı olan, nefes alan zihnime umutlanıyorum.

gerisi şenlik. sen şenlik.