29 Temmuz 2019 Pazartesi

An'lar


yalnızca bir takım simgelere dayandırarak zihnimde canlı tuttuğum bir takım inançların param parça oluşlarını izlerken, biriktiğim anları, tıpkı anılar gibi, buraya saklamak isteyişimi hatırladım. çok uzun zamandır dalamadığım uykuların acısını çıkartırken üzerime karşı dağın serini geliyor. biriktiriyorum, dökeceğim. 

27 Temmuz 2019 Cumartesi

soruşturma mı?



batıp çıktığım şu yumuşak toprak,
şu arkamdan koşuşturan sarışın çocuk,
şu bedenime yaptığım haksızlık,
şu dilime düşen şarkı,
şu yıldızlı gökyüzü, şu


Elinden şekeri alınmış bir çocuk gibi kaldım 
Yokluğunda... Yağmur yağar, kar yağar 
Günler kısalır, geceler uzar 
On parmağımın üstüne on mum yaktım 

Gecesefalarının gündüz yalnızlığıydım 

.
Ateşböcekleri ışıtır gecemi. Hepsi bu 
Kanar bir yerlerim: Sevgilim 
Ufkunda bir yalnızlık aylasıyım 
Bir delta gibi genişleterek yokluğunu 

Sevgilim. Hep geceye sakladım sende bulduğumu...
A. Erhan


bir film sahnesi. bir şeyler oluyor. kahvaltı masası. kadın ağlıyor, ağlayamıyor. elinde ekmek. ufalıyor, ufalanıyor. hem kadın hem ekmek. 

çok yoruldum. 

çok yorgunum. 

Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. Bir ara 
Hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim 
Tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. Maun tabutumda 
Her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir 
Bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki 
Geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle 
Bir çelişki gibi ölümsüz 
Yaşamakta olurdum.
E. Cansever 

20 Temmuz 2019 Cumartesi

"Rastgele yürüyorsun yine, yolunu kaybediyor, aynı yerde dönüp duruyorsun."






Sana nasıl aşık olduğumu anlatmış mıydım? 

Sahilde hafif bir esinti var. Kısacık saçlarımı zaptedemiyorum. Birisi rüzgarla baloncuk gönderiyor. Frazey Ford cover'ı One More Cup Of Coffee çalmaya başlıyor. 

Ben size nasıl aşık olduğumu, ne kadar güzel aşık olduğumu, aşıkken ne kadar güzel olduğumu anlatmış mıydım? 

Aradan geçen yıllarla, şarkıyı Bob Dylan'ın söylemiyor oluşu müthiş bir tutarlılık içinde. Aynı şarkı, farklı bir tat... Fakat aynı... Nasıl anlatsam... 

Bu ayrılık şarkısının benim tek aşkımın kuruluş marşı olmasını açıklayamam. Farklı bir örnek verebilirim, fakat eksik kalır. Bu yüzden bu konuyu burada öylece, eksik, şımarık, bırakmalıyım. 


Ben bir kitapçıda değildim. Bir kitaba bakarken kıvırcık saçlı, uzun boylu, hoyrat bir adam yanıma yanaşıp "Gerçekten o saçmalığı okumayacaksın değil mi?!" demedi hayır. Fakat yemin ederim Kadıköy'de, hata yaptım diye, hiç haberi olmadığı halde, otobüs durağı sırasında onu kaybedeceğim diye ağladım. Küçücük tertemiz bir kadındım. O durakta ağladım. Kalbim çarparak eve gelip ona ulaşmaya çalıştım. Al işte! Yok! Kaybettim. Yeniden ağladım...

Nasıl anlatmalı, tadı farklı gözyaşları. Henüz bana, "Aklım kayıp, kalbim şiir okuyor." dememişken. Ben o zamana kadar kalbim olduğunu mu bilmiyordum. Aman! Dünya neyin etrafında dönüyordu.

Ayağımın dibindeki izmaritleri süpüren adama mahcup bakıyorum. Bugün şehirde son günüm. Size nasıl aşık olduğumu anlatmış mıydım? Süpürge üzerinize zimmetli mi gerçekten? 



"Madagaskarlıyım!"
Böyle söylüyordu. Sanırım buna inanıyordu da. "Sen Şırnaklısın sevgilim ve Şırnak Madagaskar'a benzemiyor bile" demiyordum. Gerekli de değildi.

Kitapçıda da değildik. Yalan söyledim. Fakat saçları kıvırcıktı. Hem de ne kıvırcık. Fakat öyle sevimli bir hali yoktu. Adam adamdı her zaman. Benim çocuk çocuk olmam gibi. Her zaman. "Gençler sevmekle istemeği karıştıyor" demişti. Ben de bu cümleyi çok büyütmüştüm gözümde. Hem seviyor hem istiyorum! diyordum. Meğer sadece aşıkmışım. (Gülüşmeler)

Başparmağı güzel dişlerinde, parmaklarının arasında sigara, yüzünün çizgilerini sevdiğim... ne hikayeler bu tek fotoğrafa. "Tüm bu kitapları senin için okumuşum, tüm bu filmleri senin için izlemişim, sana anlatabileyim, seninle paylaşabileyim diye." İşte hayatın tüm renkleri kurduğu bu tek cümledeydi. İşte hayatım bu cümledeydi. Anlatmamış mıydım? En azından bahsetmiş olmalıyım. Geceleri uyur-onunlakonuşur olacak kadar aşıktım. Ve benim aşkım bir kitapçıda değil Bob Dylan'ın sesinde başlamıştı. Ve bir aşkın başlayacağı en güzel mekan şüphesiz burasıydı.

Yanıma aşırı gürültülü insanlar oturuyor. Ve gidin bakışları atıyorum. O kadar bilinçsizler ki bu bakışların hiçbirini yakalayamıyorlar. Acaba onlara nasıl aşık olduğumu anlatmış mıydım? 

Dikkatim dağıldı. Bir anne pamuk şeker yiyen oğlunun kollarını kıvırdı. Başka bir kadın çantasından telefonunu çıkarttı. Siren sesi. Martılar. Konuşmalar... Konuşmalar... 

Bilinçle açtım: Serge Gainsbourg/Jane Birkin- Je T'aime Moi Non Plus

Ne diyordum. "Jane Birkin'i tanıyor musun?" diye sordu. "Güzelliğinden rahatsız olacak kadar..." dedim. Okuması gereken sınav kağıtları vardı. Erteledi. Bir süre gerçekliğe dair her şeyi erteledik. Akla ne gelirse. Ertelemek hiç bu kadar güzel olmamıştı, sonra da olmadı.

Gürültücü insanlar gidince sessizlik oluştu. Üşüyor muyum? Ne hissettiğimi hatırlamaya çabalıyorum. Ne hissediyordum? Tam? Bütün? Kaygısız? Ne aradığını bilmeden aradığını bulmuş olanın kaygısızlığı? "Şu an sadece sana tahammül edebilirim, lütfen şefkat göster." dediğinde safi şefkat oluşumu nasıl hatırlayabilirim? 

Ne sormuştu? "Bir kadının güzel olup olmadığını Aylak Adam nasıl anlıyordu?"

Meraklı öğrencilerinin "Sevgiliniz nasıl biri?" sorularına nasıl cevap vermişti?

Hangi şiirleri okumuştuk, hangi şımarıklıkları yapmıştım? Ne kadar çocuktum. Ne kadar adamdı. Beni nasıl sevmişti. Kendine özgü, o çok değer verdiği sevgisini bana nasıl akıtmıştı ki bir gün bile bir an bile arkamı döndüğümde ne yaptığını merak etmemiştim? Ne söylemişti de bir an şüphe duymadan inanmıştım, nasıl söylemişti? Aylar aylar aylar boyunca nasıl bir çift gözün, o güzel ellerin meftunu olmuştum?

Güzel bir kadın oturuyor yanıma. Burnu kemerli, altında beni var. Uçuş uçuş elbisesi, benimkinden biraz uzun saçları var. Bir belediye görevlisi yarım ekmek sandviçini yiyor bankta. Yine sessizlik. 



Ben size nasıl aşık olduğumu defalarca anlattım. Dinlemediniz. Her bakışımda, her gülüşümde, her gözyaşımda anlattım. Kendim olduğum her an anlattım. Dinlemediniz. Beni iştahla bilmeye, anlamaya çalışan o adamdan sonra, aynı tür bir bakış hiç görmedim. Hiç kendim olmaktan o kadar gurur duymadım. Tüm benliğimle hiç o kadar sadakatli olmadım.

Belki de ben size nasıl aşık olduğumu hiç anlatmadım.

" Öğrenecek çok şeyin var, öğrenilmeyen her şey: yalnızlık, kayıtsızlık, sabır, sessizlik. Tüm alışkanlıklarından, onca zaman yan yana yürüdüğün kişileri görünce yanlarına gitmekten, başkalarının her gün senin için ayırdıkları, hatta bazen senin adına savundukları yerde kahveni içmekten, yemeğini yemekten, bir türlü bitmek bilmeyen dostlukların sıkıcı suçortaklığında, yıpranan ilişkilerin ödlek ve oportünist kırgınlığında sürünmekten sıyrılmalısın."

16 Temmuz 2019 Salı

balkondayım ve

dışarıdan harç karma sesleri geliyor. bir an durup belki de zihnimin içindeki düşüncelerin özgürce uçuşacağı, bedenimin harala gürele çalışacağı bir iş seçmeliydim, diye düşünecek oluyorum. kendi çalışmamın başına oturup benden istenenleri gözden geçirmeye başladığım an bulanan midem, bastıran uyku, benliğimin isteksizliğinin, kaçmaya çalışmasının açık göstergesi değil mi?

o gün söylenenlerin ses kayıtlarını açtığımda ve üzerime savaş baltalarıyla gelen adamın karşısında titreyen tedirgin sesimi duyduğumda tüm duygularım hareketleniyor ve gitmek istiyor. her şeyi bırakıp gitmek. ve devam etmek için kendime tanıdığım süre anlamlanıyor. hazır değilim, hiç hazır değilim!

ben içimde yankılanan bu sesleri duymaya başladığımda dışarıdan artık karga sesleri gelmeye başlıyor. serin bir esinti, o çok özlediğim ürpermeyi yaratıyor vücudumda. çabamı, kendim olma çabamı, varolma çabamı görse nietzsche alnımdan öperdi. belki sorrento'da biraz da benimle yürürdü.

kıyım kıyım kıyılan aklıma artık telkinde bulunamıyorum, söz geçiremiyorum. kaldı ki bence artık pamuk ipliğine bağlı olduğundan zorlayamıyorum. hem ne kadar gerekli? hem gereklilik nedir?

küçük adımlarla çok büyük farklılıklar yaratabilirdim hayatımda. belli saatlerimi çalan bir işe girer zihnimi çürütürdüm. belki çok para kazanır o ay neler satın aldığımla başlardım sözlerime. belki evlenir, çocuğumun hiç de şaşırtıcı olmayan değişim evrelerini gözlerimi hayretten kocaman açarak paylaşırdım.

hiçbiri olmadı. hiçbirinin olmasına gerek yoktu. çünkü hiçbiri ben değilim. içinde boğulduğum kendi cümlelerim, maaşımı yatıran kurumun dertleri değil beni yoran. kendim seçtim bu problematiği, boğulurken bile haz aldığım, kendimi hissettiğim bu bataklığı kendim yarattım. gördüğüme, duyduğuma anlam katsın diye zihnim, hırpaladım kendimi. bazen çok da acımasızca.

ancak bunu bilmenin rahatlığıyla savaş baltalı adamın üstesinden gelebilirim. onun yersiz kibrini alt edebilir, üzerine benim muhteşem kibrimi boca edebilirim. gücümün son çırpınışlarını buraya bırakıp, yeniden güçlenmeye çekilebilirim. kimse gördüğümü göremez, duyduğumu duyamaz.

kaldığım yerden devam edebilirim.

kaldığım yer:

10 Temmuz 2019 Çarşamba

Burada.

Dengeyi, beni çok iyi tanıyan kadınla konuşurken, beni hiç tanımayan adamla konuşarak sağlama gayretimin komikliği dışardan anlaşılıyor mudur? Çünkü bu kadarı çok fazla ve bu fazlalığı nasıl idare ettiğimi unutmuşum. Ne çok şeyi unutmuşum, unutmak istemişim. Deştikçe çıkan bu irin daha fazla hissizlik mi yaratır yoksa ani bir açılıp saçılma mı, korkuyorum. Artık genç değilim, kelimelerim ve bir araya gelme şekilleri aynı olsa da, artık genç değilim. Umut edecek kadar genç değilim. Bazen içimden gelen çürük kokusunu duyduğuma yemin edebilirim.

Dengeyi, bu dengeyi...
Sağlayamıyorum.

Elif Kavaklar açıyor, ben dengeyi yitiriyorum. Elif, kafasını çevirip yağmuru müjdeliyor, ben dengeyi yitiriyorum.

Beni o eski fotoğraftan kim oydu?
Elime korkulu bakışlar ve...
Hoyrat makasla daha ne kadar başa çıkamamak...

6 Temmuz 2019 Cumartesi

söz verdiğimiz ve hiç tutmadığımız gibi: geçmeyiz bir daha kadıköy'den!

düşünmesi yazmaktan kolay.

evet, tam olarak, yaşanan onca sıkıntıya, onca acıya, kalp ağrısına, mide bulantısına rağmen, geri dönüp baştan yaşamayı dilerdim. 2011 ile yüzleşmenin bende yarattığı ilk hissiyat bu.

tanımak oldukça garip bir eylem. bir insanı hangi anda tanıdığımıza ikna oluruz? yüzünü gördüğümüzde mi, adını öğrendiğimizde mi, elini sıktığımızda mı? yoksa yıllar önce kalbe dokunan insanın nasıl dokunduğunu yeniden hatırladığımızda mı? gerçekten neydi bir arada tutan şey ikimizi?

anılarımı hayatımın neresine konumlandırmam gerektiğini bilmiyorum. yazarak ifade ettiğim tüm yaşananların, tüm hislerin gerçekliği nedir? ve geçen zamanın anlamı nedir? zaman geçen bir şey mi, dönüp duran ve bunu canının istediği gibi, yaratacağı tahribatı hiç de düşünmeden yapan bir kendine-zevk mekanizması mı?

zedka'm,

işte burada, bu dinginlikte ve kaosta, kendimi ne kadar özlediğimi kendine özgü o tavrın ve güzelliğinde gösterdiğinde, belki de yüzleşmekten korktuğum şekliyle kabullenip yutkunuyorum. ve her şeyin, tüm cümlelerin, kelimelerin ve hatta harflerin, yazılan ve yazılanlardan da çok yazılmayanların, işte burada bu balkonda bu seslerle, büyük bir şevkle farkına varmanın dayanılmaz hafifliğine umutlanıyorum... eskiyen, eskisi gibi akıp gidemeyen, belki hayranlık uyandırmayan ama hala canlı olan, nefes alan zihnime umutlanıyorum.

gerisi şenlik. sen şenlik.