(Listeye başlarken 2019 yılı sonunda izlediğim Joker,
Pain and Glory, Marriage Story, Two Popes gibi filmleri
görünce 2019’un ne kadar şaşaalı bir yıl olduğunu -tekrar- iç çekerek andım)
Geniş bir yelpaze sunamayacağım çünkü sinemaya gidemediğim
bu sene evde de odaklanma problemleri yüzünden bol bol film izleyemedim. Eski-yeni
güzel şeyler var mı var, ne yazık ki verimsiz bir sene.
(Sıralama derecelendirme içermez)
1-Maudie: Hem sinematografisi hem karakterleri hem oyunculukları,
bazen biraz yavaş aksa da, keyifli bir filmdi.
2-Kız Kardeşler: Emin Alper’in göz dolduran eseri,
kesinlikle enfes.
3-Sivas: Kaan Müjdeci’yi sevmiyorum, iyi bir yönetmen
olduğunu söyleyebilmek için de birkaç film daha yapması gerek. Yine de Sivas
gerçekten güzel film.
4-The Lighthouse: Bu sene izlediğim en iyi filmlerden
biri. Muazzamdı, keyiften sarhoş edecek kadar. Ne kadar övsem o kadar eksik kalır.
5-Sieranevada: Tek mekân filmler başarılı olunca ben
mest oluyorum. Bu film çok hoşuma gitmiş, çok başarılı bulmuştum.
6-Filth: Bu filmin bu listede olmasının tek bir
sebebi var o da James McAvoy’un muazzam oyunculuğu.
7-Borg-McEnroe: Bir tenissever olarak hoşlanacağımı düşündüğüm fakat beklentimin üstüne çıkan, oldukça heyecanlı, insani
yönüyle kalbe dokunan, tüm o gelişim evrelerini çok dozunda anlatan bir film.
8-Green Book: Oscar’da öne çıktığından beri izlemek
istediğim, bir türlü izleyemediğim, izlediğimde keyif aldığım, iyi yapılmış
Hollywood filmi hazzını sunan bir film.
9-Remains of the Day: Eski bir film, mekân, aidiyet,
kimlik gibi kavramları sorgulatıyor bana göre. Hem İngiltere’ye merak duyan hem
Anthony Hopkins’i seven biri olarak güzel bir hikayesi olan bu filmi beğenmemem
mümkün müydü? Değildi.
10-It Must Be Heaven: Listenin son sırasında ama
bence en ışıltılı filmi. Düşünüyorum, kusur bulamıyorum. Benim 2020’de
izlediğim en güzel şey olabilir. Kesinlikle harikulade.
Bonuslar: Tenet, Theory of Everything, Midsommar, The Professor
and the Madman, I am Thinking of Ending Things, Borç, Sofra Sırları da keyifli, üzerine konuşulabilecek filmler. Ama başka zaman artık.
Yazmam gereken iki kitap bir makale incelemesi ve bir de
ideoloji karşılaştırması var. Bunların hepsinin yarın öğlen bitmiş olması
gerekiyor. İki gündür hiçbir motivasyon kaynağı bulamadığımdan tek bir sözcük
yazmış değilim. Saat 11’de uyudum, biraz önce uyandım. Bitirebilecek miyim,
bilmiyorum. İstediğim gibi bir şey yazabilecek miyim? Asla. Radyo3 açık, uykum
yok ama eşlikçi olarak kahvem var. Klavyem arada bir harfleri yutuyor, buna odaklanmamaya
çalışıyorum fakat odaklanıp bir şeyler yazarken kafamı kaldırdığımda bir sürü
altı kırmızı çizili sözcük görmek biraz sinirimi bozuyor. Direneceğim. Bakalım.
02.15
En az 1500 kelime olmasını hedeflediğim bir ödevin 600 kelimesini
yazdım, bir çeşit kusma gibi. Başlangıç hızlı olur. Bir miktar toparladım ama
asla yetişmeyeceğine dair inancım güçlendi. Bunun yarattığı sinir bozukluğuyla
ben kahkaha atarken S. fotoğrafımı çekti, yarın ödevler yetişmediğinde sana
bunu göstereceğim, diyor. Değişik bir destek olma biçimi bana kalırsa. İntikamım
acı olacak.
03.34
Sırtım ağrımaya başladı. Bir yastık daha sıkıştırdım. Çalan müziğin
ritminin yazma hızımı etkilediğini görmek beni güldürdü. Hatırı sayılır bir yol
kat ettiğimi söyleyip kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum. Bu arada yeni kahve
yaptım. 4-5 dal sigara içtim ve biraz taze hissedebilmek için dişlerimi
fırçaladım. Odada bir sivri sinek uçuyor. Ben kitaplar arasında mekik dokurken
o da punduna getirip kanımı emmenin yollarını arıyor. Yaşayıp gidiyoruz
böylece. Saat 4 olmadan en azından birini daha yarılasam…
04.21
20 dakikalık bir gecikmeyi görmezden gelebilir miyim? Sırtım
iyiden iyiye ağrıyor. Şimdilik tek sorun bu. Bir de içten içe yanan panik
duygusu. Geceyi yarıladım ve yazmam gereken binlerce sözcük var. Bu kez hedefi
genişletiyorum. 3. ödevin yarısını 5.30’dan önce bitirsem….
05.36
Hala en ufak bir uyku ihtiyacı duymuyorum. Sırtım durumu
zorlaştırıyor, yine de odaklandığımda unutuyorum ağrısını. Biraz yoruldum. 3
ödevin yarısı bitti, diğeri olduğu gibi duruyor. Nasıl bir yol izleyeceğimi
bilmiyorum çünkü yoruldum, daha kötüsü sıkıldım. Hedefler konusunda gerçekçi
olmak bana iyi geldi ama. Yenisi 7’ye kadar üç ödevin işini tamamen bitirmek. Olur
mu? Neden olmasın…
Bunca yıllık öğrencilik hayatımda, bu seneye kadar, ders
çalışmak, ödev yetiştirmek için sabahlamak nedir bilmezdim. Asla uykumdan
feragat etmezdim. Zaten buna ihtiyaç duymazdım. Hatta yüksek lisans yaparken yetişmeyen
yıl sonu ödevlerimden bir tanesinden vazgeçip o dersten kalmıştım. Ne rahatlık.
Şimdi n’oldu? Şimdi çok başka şeyler oluyor. Durum güncellemesi yapacak
olursak, ödevlerden ikisi bitti. Diğer ikisine ayırmam gereken nereden baksam
iki saat var. Kahvemi tazeledim. Artık boynum da ağrıyor. Akşam 19.00’da ders
vermem gerekiyor. Sanırım 21.30 sularında, evimde, sorumluluksuz bir pelte
olacağım. Bunun hayaliyle ayakta kalmaya çalışıyorum (ve sanırım durumumu
dramatize etmeye…)
12.32
Kafamın çalışmadığı saatlere girmiş bulunmaktayız. Kafam ve iradem
farklı yönlerdeler. Bir yandan hala yapılacaklarla birkaç saat uyuyamıyor bir
yandan bu yorgunlukla yapılacakları yapamıyorum. Sıkıştım, her şeye gülüyorum.
19.10
Her şeyin bitmesinin ardından birkaç saat uyumak için
yattım. Kedim tarafından uyandırılınca akşamki dersimin yarına alınma
ihtimalini soran öğrenci mesajıyla iyice çöken rahatlıkla uyumuşum. Uyanınca da
yatakta tembellik ettim. Sonra kalkıp börek yaptım, sanırım 24 saattir hiçbir
şey yemiyorum. Pancarlı smoothie yiyecekten sayılmazsa tabii. Gece boyu
tükettiğim su, kahve, çay ve sigara hesabım kabarık. Bir şeyler izlemek
istiyorum diye bakınırken yine yeni bir şeyler değil ilgimi çeken. Sonunda yine
bir Nuri Bilge Ceylan filmi açacakmışım gibi hissediyorum. Şöyle soluk soluğa
izleyebileceğim bir dizim olsa ne iyi olurdu şu günlerde.
Bu arada, Hüsnü Arkan yeni şarkı yapmış, bu haberin güzelliğini
ve şarkıyı buraya bırakayım.
Tam olarak emin değilim ama her şey yıllar önce Kayboluş’un
çevirmeninin -yanlış hatırlamıyorsam- Radikal’in kitap ekine yazdığı bir yazıyı
görmemle başladı. Kendini bir anlamda savunan bu çevirmenin derdinin ne olduğunu
sonradan anladım, Perec, Kayboluş’u hiç e harfi kullanmadan yazmıştı, Cemal Yardımcı
ise bu kitabı hiç e kullanmadan Türkçe’ye çevirmişti fakat kitabın kurgusu
gereği fazladan bölüm eklemiş, bazı bölümlerin de sıralamasını değiştirmişti. Yaptığı
Perec’in kafasının içine girmek ve ortaya koyduğu eseri en doğru haliyle
Türkiye’deki okuyucularla buluşturmaktı. Perec’in yaptığı ne kadar muhteşemse,
Yardımcı’nın yaptığı da o kadar muhteşem görünmüştü gözüme: ne emek! Fakat
benim Perec’le kurduğum bağ, kitapçıda Kayboluş’un olmaması ve o zamanlar derin
bir ilgiyle bağlı olduğum kitapçıdaki adamın bana Uyuyan Adam’ı vermesiyle
başladı. Kendini arayan ben için müthiş bir kayboluştu bu kitap. Nasıl bir
hayranlık, nasıl bir aşk duyduğumu tarif etmem mümkün değil. Üzerinden yıllar
geçti fakat Perec deyince akan sular hala duruyor, onun o müthiş aklının nasıl
işlediği hala büyük hayranlıklar doğuruyor. Ve artık 30 yaşına gelmiş olan ben,
hala Uyuyan Adam’da kayboluyorum. Dünyanın en güzel bakan deli gözlü bu adamını
hala çok seviyorum!
Bir şeyler kırılıyordu, bir şeyler kırıldı. Kendini -nasıl
demeli?- dayanıklı hissetmiyorsun artık: Sana bugüne kadar güç veren -öyle
sanıyordun, öyle sanıyorsun-, yüreğini ısıtan şey, varoluş duygun, neredeyse
önemli olduğun duygusu, dünyaya bağlanma, dünyada kalma duygusu eksikliğini
hissettirmeye başlıyor.
Oysa sen, uykusuz geçen saatlerini, var mıyım, neden varım,
nereden geliyorum, ben neyim, nereye gidiyorum gibi soruları kendine sorarak
geçirenlerden değilsin. Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıktı sorusu
üzerinde hiçbir zaman ciddi olarak düşünmedin sen. Metafizik kaygılar soylu
yüzünün çizgilerini adamakıllı derinleştirmedi. (Ama, o ok gibi kararlı
çizgiden eser yok, seni her an kendi yaşamın üzerinde, yani onun anlamı,
hakikati, gerilimi üzerinde hesap vermeye çağıran o hareketten eser yok. Zengin
deneyimlerle, iyi öğrenilmiş derslerle, pırıl pırıl çocukluk anılarıyla,
kırlarda yaşanan eşsiz mutluluklarla, açık denizin diriltici rüzgârlarıyla dolu
bir geçmiş; yay gibi gergin, sıkı, yoğun bir bugün; yeşermiş, havadar, verimli
bir gelecek: Yaşamın. Geçmişin, bugünün, geleceğin birbirine karışıyor;
kollarının, bacaklarının ağırlığı, sinsi migrenin, bıkkınlığın, sıcak, neskafenin
acılığı ve ılıklığı var sadece. Ve yaşamına bir dekor bulmak gerekirse, ne
kadar çaba harcarsan harca, ne kadar kuruntuya kapılırsan kapıl, bu dekor,
fetheden insanlığın tombul yanaklı çocuklarının koşup oynadığı o görkemli alan
değil -ki bu, genelde, şatafatlı bir göz aldanmasıdır-, oda niyetine oturduğun
tavan arasındaki bu sıçan deliği, iki metre doksan iki santim uzunluğunda, bir
metre yetmiş üç santim genişliğinde, beş metre kareden birazcık daha büyük olan
bu kümes, saatlerdir, günlerdir yerinden kımıldamadığın bu çatı katı olacaktır.
Geceleyin boylu boyunca uzanamayacağın kadar kısa, dikkat etmeden rahatça
dönemeyeceğin kadar dar bir sedirde oturuyorsun. Ve şu anda, neredeyse
büyülenmiş gözlerle, içinde altı adet çorap bulunan pembe plastik bir leğene
bakıyorsun.
“İnsanın cehennemi başkaları değil kendisidir. İnsanın kendi
içindeki soyut bölünüşü ve bundan doğan boğuntulu trajik, uygarlığın eseridir. Ama
bundan kurtuluşun yolu “utopia” ya da dönüş değildir. İkisi de çocukça olur. Hiçbir
şeye yeniden başlanmayacaktır. Uygarlığa ve başkalarının zorunlu gücüne
inanmaksızın, kendinden kurtulup uygarlığa, başkalarına bakmak gerekiyor. Böyle
bir bakış başlangıçta “aliéné” görülecektir.
Ama “act”a yeterli olduğu için bir süre sonra kendi “spectre”ını
verimli bir döl gibi yığına ekebilecektir. Bu bakışın kızgınlığı vardır. Ama kini
yoktur. Sessizdir ve türküsünü Pan gibi söyler.”
Onat Kutlar’ın 62’de Avrupa seyahatleri sırasında yazdığı
günlükleri yayınlamış Kırmızı Kedi. Pek bir ağırlığı yok günlüklerin, içsel konuşmaların
karalanmış halleri, kısa, sığ. Ama üzerine Onat Kutlar yazan bir kitap her
zaman satış vadeder sanırım, hem ince kitaplar da her zaman daha kolay alıcı
bulur. Bunlara rağmen keyif alarak okudum yazdıklarını, çoğu zaman katılmadım düşüncelerine,
bazen de çok hoşuma gitti yazdıkları. Ama “demek o dönem böyle algılanıyor
böyle anlaşılıyordu” dedim defalarca, bunu keşfetmek hoşuma gitti.
Asıl istediğim kocaman bir Orhan Pamuk romanına başlamak. Nedendir
bilmem, birçok kış geçirdim onunla. Bana bu mevsimde Orhan Pamuk çok iyi
geliyor, onunla biraz ısınıyorum sanırım. Kar’ı mesela, kışın göbeğinde, her
yeri karla kaplı memleketimde okumuştum seneler evvel. Masumiyet Müzesi yine
bir kış bütünleşmişti ellerimle. Bu kış da böyle bir macera ne iyi gelir… Okumadığım
birçok kitabı olduğu için de seçeneklerimin çokluğunun keyfini sürüyorum,
birini seçerim, hm?
Yeni bir duyguyla tanıştım; gururlu sevinç. Şimdiye kadar
birçok öğrencim oldu ders verdiğim, lise öğrencileri, ilkokul öğrencileri, çok
güzel “öğretmenim” diyenler, birbirinden çok farklı ikiz kardeşler, açık lise
okuyan yüzüme bakamayacak kadar utangaç bir ergen… Ama ilk defa kendi alanımda ders
vermeye başladım bir üniversite öğrencisine, kırılmış, özgüveni sarsılmış,
anlamak konusunda umutlarını neredeyse yitirmiş. Gönderdiğim notlardan,
okumalardan çekiniyordu başta, biraz biraz ısınmasını sağladım. Anlamadığında paramparça
oluyordu, bunun normal olduğunu anlattım. Bugünkü dersin sonunda ”ben çok iyi
anladım” dedi aydınlanmış, ışıl ışıl bir yüzle. O böyle söyleyince ben sevinç
doldum, gururla bezeli bir sevinç. Bir süredir ayaklarım yere değmiyor bu
yüzden.
-Dışarıdan bozacı geçiyor. Babam burada olduğunda koşarak
ona haber verirdim, balkondan bozacıyı çağırırdık, ben mutlulukla bardaklara
doldururdum, bol tarçın bol leblebi, akşamımıza tat gelirdi. Salgın yüzünden
yoklar. Ben de kendi başıma boza almıyorum. Ardından annem arıyor, uzun uzun
konuşuyoruz. Konuşmanın sonunda “eve kapanmak bize iyi gelmedi her şeye
gülüyorsun” diyor, onlarla konuştuğum için neşemin yerine geldiğini söylüyorum
yine gülerek, o da gülüyor buna. Bazı şeyleri ailem yüzünden aşmıyorsam da buna
değdiğini düşünüyorum bazı anlar. Ne var ki başka elimizde?-
Yılın bu zamanları yılbaşı arka planlı filmler izlemeyi çok
seviyorum. Bir de Harry Potter ki bunun için bahaneye ihtiyacım yok aslında.
Böyle filmler varsa, tavsiye alırım, bol karlı bol ışıklı…
O halde buraya güzel bir şarkı gelsin, cuma akşamı
sakinliğinde salınalım…
Hayatımın en yoğun dönemlerinden birini yaşıyor olabilirim. Çok
enteresan. Evden hiç çıkmıyorum, odadan bile neredeyse çok az çıkıyorum fakat
bu “koşuşturma” bitmiyor. Kendi derslerim, verdiğim dersler, kendi ödevlerim,
öğrencilerin ödevleri-sınavları, hepsi birbirine karışmış durumda. Uyku düzenim
hiç bu kadar bozulmamıştı. Yeme düzenim hiç bu kadar bozulmamıştı. Fakat son
beş-altı aydır da kendimi hiç bu kadar iyi hissetmemiştim. Aynı zamanda
yaşadığım buhranların derecesi de hiç bu kadar yüksek olmamıştı. Şimdi ben
bunları peş peşe yazınca ne kadar anlamsız görünüyor, tüm bunların hepsi aynı
anda nasıl olabilir? Bilemiyorum, gerçekten bilemiyorum.
Dışarıda fırtına var. Hem ürküyorum hem çok seviyorum. İzlediğim
film yarım kaldı çünkü internet berbat durumda. Radyo3 çalıyor yine de,
keyifli. Birkaç gün önce aldığım termos kupa hayatımı kurtardı, kahve-çay hiç
soğumuyor ders boyunca, bitsin diye beklemiyorum. Gece bitirdiğim kitabın
yarattığı birkaç soru dönüyor kafamda, bir de bitmiş olmasının yarattığı huzur.
Çok uzun zamandır doğru düzgün okuyamayan ben için bunun ne anlama geldiğini
ifade edemem. S. bana kızgın, günlerdir gözlerini ayırmadığı tüm ekranları
kapatmaya zorladığım için. Gözleri yorulmuş, bazen sadece zorbalık işe yarıyor.
Yine de sözümü -hiç istemese de- dinliyor oluşunu çok seviyorum. Tüm halleriyle
burnumda tütüyor, en çok da hoşuna giden bir şeyle karşılaştığında yaşadığı
heyecan, o heyecanla bana konuyu anlatması, kurduğu cümleler, bir yandan
küçücük bir çocuğun gözleri bir yandan bilmiş adam cümleleri… Pandeminin
yarattığı gerginliğin karşısına işte bu özlem çıkıyor ve her şeye rağmen
kavuşmak çekiyor canım.
En son aldığım kitaplardan birini daha bitirdikten hemen
sonra hevesle toparladığım yeni kitapları alacağım. Bir ara 2020’de izleyip çok
sevdiğim filmleri sıralayacağım. Uslu bir kadın olup şirinleri görmeyi de bekleyeceğim.
Hepsi bu.
Kasım
sonlarında buzların eridiği nemli ve sisli bir günde Petersburg-Varşova treni
var hızıyla Petersburg'a doğru yol alıyordu. Hava öyle nemli ve sisliydi ki,
saat dokuza geldiği halde ortalık tam ağarmamış gibiydi; yoğun sisten vagon
pencerelerinin on metre ötesinde bile bir karartı seçebilmek mümkün değildi.
Yolcular arasında yurt dışından gelenler de vardı gerçi, ama çoğunluk, özellikle
de üçüncü mevki vagonlarını dolduran kesim, trene Rusya içlerinden binmiş
tüccar esnaf takımından oluşuyordu. Hemen herkes yorgundu, üşümüştü, herkesin
gözkapaklarında zorlu gecenin ağırlığı seziliyordu; ve sisin aklığından olacak.
Herkesin yüzü olduğundan da solgun görünüyordu.
Temmuzun başlarında, çok sıcak bir yaz günü akşam üzeri bir
genç, dar S....... Sokağı'nda kirada oturduğu hücreyi andıran odasından çıktı.
Sokakta kararsız, ağır adımlarla K. .. .... Köprüsü'ne doğru yürümeye başladı.
Merdivenlerde ev sahibesiyle karşılaşma tehlikesini başarıyla
atlatmıştı. Küçük odası beş katlı bir apartmanın çatı arasındaydı. Daireden çok
bir dolabı andırıyordu. Bu küçük odayı yemekli, hizmetçili olarak kiraladığı ev
sahibesi hemen alt katta ayrı bir dairede oturuyordu. Delikanlı her sokağa
çıkışında, ev sahibesinin merdivene bakan mutfağının hemen her zaman ardına dek
açık kapısının önünden geçmek zorundaydı. Bu kapının önünden her geçişinde ona
utanç veren, yüzünü buruşturmasına neden olan hastalıklı bir duygu, bir
korkaklık duygusu doldururdu içini. Çok borcu vardı ev sahibesine. Bu yüzden
onunla karşılaşmak istemiyordu.
Aleksey
Fyodoroviç Karamazov, tam on üç yıl önceki, sırası gelince anlatacağım acıklı,
pek esrarlı ölümüyle o zamanlar herkesin bildiği (hala anımsanır), bölgemizin
toprak sahiplerinden Fyodor Pavloviç Karmazinov'un üçüncü oğludur. Şimdi bu
"çiftçi" (çiftliğinde ömrü boyunca hemen hemen hiç oturmadığı halde,
"çiftçi" derlerdi ona) üzerine yalnızca şu kadarını söyleyeceğim:
Acayip, ama oldukça sık rastlanan bir tipti. Böyleleri kötü, ahlaksız olmaları
yanında, kafasızdırlar da; ne var ki, Fyodor Pavloviç kendi mal-mülk işlerini
pek iyi beceren kafasızlardandı; hem başkası da elinden gelmiyordu sanırım.
Sözgelimi, aşağı yukarı sıfırdan başlamıştı, varlığı yok denecek kadar azdı,
başkalarının sofrasında kendine bir yer bulmak için kapı kapı dolaşır,
zenginlere yanaşmaya fırsat kollardı; oysa öldüğü zaman yaklaşık olarak yüz bin
ruble bıraktı arkasında. Gene de bölgemizin en kafasız, zırzop adamı olarak
bellenmiştir ömrünce. Bir daha söylüyorum: Budala değildi; bu çeşit zırzopların
çoğu oldukça zeki, kurnaz kimselerdir. Kafasızlığına gelince, kendine özgü,
ulusal bir niteliğiydi bu sanki.
1-Budala 2-Suç ve Ceza 3-Karamazov Kardeşler - İlk paragraflar
***
Nasıl başladığını anlarsam, her şeyi daha iyi anlarım gibi
hissederek her bir roman bitişinde başa dönüp ilk birkaç sayfayı yeniden
okurum. Her zaman değil ama sık sık. Her şey Dostoyevski’yle başladı. Ben daha
ben değilken Dostoyevski dokundu bana. Hani şu meşhur Orhan Pamuk cümlesi gibi
bir kitap okudum hayatım değişti, gibi değil de, değişimi birlikte yaşadık,
taşları birlikte dizdik gibi. Başta o olduğu için, ona döndüm. Peki, onun
başında ne var? İnsancıklar mı? Ben önce Budala’yı açıyorum. İlk Suç ve Ceza’yı
okudum ama Budala daha büyük ekolar yarattı her yere çarpıp geri dönen. Büyük
vuruşu da Karamazoflar yaptı.
Nerede olduğunu hatırlamıyorum ama, Nietzsche’nin eğer
Budala’yı okumuş olsaydı Dotoyevski övgüsünden döneceğini yazmıştı biri. Dönmek
konusunda kusursuz bir duruş sergileyen sevgilim Nietzsche için bu şaşırtıcı ve
zor da olmazdı ama belki Budala’yı okusaydı bulunduğu konumdan ötürü
Dostoyevski’yi alaşağı etmez, belki duruşunu değiştirirdi. Ben de gecenin bu
vakti hayatıma çok şık yaralar açan bu iki problemli adamı düşünmek yerine güzel
bir şarkı dinlerdim. Ama işler yolunda yine gitmiyor. Ve en büyük derdim de bu
olsun.
Peki bu dönüş ne işime yarıyor? Bunu uzun anlatmamı hangimiz isteriz ki...
***
Erkeklerden bu kadar bahsettikten sonra, zihnimizi temizlemek için kadife sesli bir kadın bırakıyorum buraya.
Okuduğum kitabı bitirip masanın üzerine bırakıyorum. Radyo açık,
hem de sesi normalden daha fazla. Kitabın yazarıyla sürdürdüğüm muhabbet benim
için özel bir deneyim, bunu yapabildiğim tek. Bu hoşuma gidiyor, önceki geceden
beri biraz keyfim varsa, bu yüzden.
Beni yenileyecek her şeyi denedim. Çok klasik bir yemek
yaptım mesela, temizlik yaptım, çamaşır yıkadım, perde yıkadım, nevresim
yıkadım, duş aldım, saçlarımı kestim biraz, fotoğraf çektim, masam gayet
ölçülü, ışıklar sarı… daha ne… daha bilmiyorum. Kafamı güzelim battaniyeye
gömmek dahi içimden gelmiyor. Her şey yıkılıyor. Dekadans çağımın
doruklarındayım. Güç ver… kim?
Radyoyu kapat. Kahve al. Kitaplığa bakın. Geri dön. Filmlere
bak. Kapat. Kedi nerede? Uyuyor. İnanılmaz. Her şeyin hiçbir şey olmamış gibi
öylece duruyor olması inanılmaz. Halbuki her şey hayret etmeli, her şey
çığlıklar atmalı, her şey şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırmalı. Yorulmalıyız. Zaten
çok yorgun değil miyim? Değil miyim? Değilim.
Yıllar önce okuduğum Bakunin biyografisinin, onca taze
kitaba rağmen, seçilip elime gelişinin gülünçlüğüne şaşırmıyoruz. Şöyle diyor
Carr;
“Kendini hala Rus hisseden Bakunin için Avrupa kıtasında tek
bir kıpırtının yükselmediği tek önemli ülkenin Rusya oluşu herhalde acı
vericiydi. Ancak, Bakunin’in ateşi daha sönmemişti. Ortada marifetlerine layık
bir vazife vardı. Rusya’da devrim yoksa bunu gerçekleştirecek kişi kendisiydi.”
Sayfalar dolusu mektuplaşmalar. Nasıl bir sabır, nasıl bir
özveri… Şimdilerde mektup yazmak istediğim iki kişi varken bile, bunu gerçekten
isterken bile, bir mektuba nasıl başlanır hatırlamıyorum. Sonra konu hiç de bu
değilmiş gibi ne düşünüyorum? Şunu düşünüyorum; kitapların eski değeri mi
kalmadı? Bir kitaba sahip olmanın heybetinden bahsettiğimiz, dönemine göre
bilmem kaç küçük baş hayvan fiyatına satılan kitapları düşünmüyorum. Düşündüğüm,
istediği kaynak için kütüphanelerin rafları arasında dolaşanlar. Çok değil
birkaç on yıl öncesi. Ben ne yapıyorum? Önce kişisel arşivimden aratıyorum. Sonra,
şimdiye kadar bana çok faydası dokunmuş bir forum sitesinde aratıyorum, sonra
birçok dilden kaynak bulabildiğim bir başka site, yoksa üniversite veri arşivi,
öğrenci olmanın bana sağladığı ayrıcalıkla dünyanın en büyük veri tabanları… Bunları yaparken üşendiğim oluyor. Dosyayı isimlerken,
arşivlerken bile… bulut hesabına atarken bile, o hesapta ararken bile. Sabahın erken
olmayan saatinde yatağımdan kalkıp masamın başına geçmeye mecalim olmuyor, karda
kıştaonca yol kat etmek nere… Bunları
düşünürken de yazarken de utanıyorum. Bir de burukluk hissediyorum. Zor olanın
değerinden bahsetmek değil de, zaten geçmişin büyüsünden kurtulamamış bir insan
olarak, sanki anlamlı geliyor. Uzun zamandır beni heyecanlandıran konulardan
ziyade, mecbur bırakıldığım konular hakkında yazıyorum. İşte şimdi severek
seçtiğim, yazarken, okumasını yaparken keyif alacağım bir konuyu önüme
koyuyorum. Hem hocam da beğeniyor. Sonra bir saat içinde onlarca kaynak
buluyorum kendime. Sonra da klasörle bakışıyoruz boş boş. Fakat Bakunin’deki şu
öz farkındalığa bakar mısınız? Kendisini bir halkı kurtaracak güçte görürken
hiç de zorlandığını düşünmüyorum. Bakunin’le tanıştığımda beni müthiş
heyecanlandırmıştı. Marx karşısındaki duruşuna hayranlığım tarif edilemezdi. Onun
yarattığı bu heyecan beni bitirme tezimin konusuna götürdü. Yüksek lisansta,
onca zaman boyunca yazmak istediğim konuya bir çırpıda arkamı dönüp, neredeyse hiç
bilgimin olmadığı bir denize, deniz mi, okyanusa kendimi bırakmamı sağlayan
yine bu tür bir heyecandı. O anda, bunu yazabilir miyim sorusunun cevabını
düşündüğüm o anda, kıta keşfetmiş kaşifin, defalarca kez deneyip yanılmış
mucidin ne hissettiğini birazcık anlayabiliyordum.
Heyecanımı yitirdim, Bakunin. Hem neden sen, neden şimdi,
hiç bilmiyorum.
Hatadan dönmenin, özür dilemenin bir gücü var. Hatanın mecbur
kıldığı bedeli ödemenin insanı bir adım öteye taşıdığına inanıyorum. Acının gücüne,
hem de sağaltıcı gücüne inanıyorum. Başka nelere nelere inanıyorum…
Yaşlı adam, genç güzel kadın, hasta genç adam. Bu hikayenin
kahramanı kim, bilmiyorum. Acıyı, kimin hakkıyla çektiğini bilmiyorum, kimin hak
ettiğini bilmiyorum. Sitenin bahçesinde bulunan ölü hayvanın sahibi olarak
neden akla ilk doktorun geldiğini düşünüyorum uzun uzun film boyunca. Film biterken,
bir arının şerbette boğulmasının ona kendini nasıl hissettirdiğini anlamaya
çalışırken buluyorum kendimi. Neyin içinde, ne için ölmek, ölmek sayılmazdı
acaba? Tanrının adını ağzına gereksiz yere alan kimdir bir de…
Evet bazen evettir, hayır bazen hayır. Evet bazen evet
değildir, hayır da hayır.
Yayınlanan mektuplarının ilkinde başta şöyle yazıyor: “Bakalım
bu mektubu bitirebilecek miyim”.
Bunu yazarken “Bakalım bu yazıyı bitirebilecek
miyim?” diye düşünüyorum.
Bazı insanların kendilerine özel bir havası var. Büyü gibi,
biraz da karizma. Sevim Burak da onlardan biri. Çok belli ki çok özel bir
kadın. Yanık Saraylar’ı ilk okumaya kalkıştığımda, yaşımın da etkisiyle
sanırım, kafam çok karışmıştı. İnce ince detaylarla, betimlemelerle bezeli,
karakterleri ta teşekküllü tanıdığım, havanın nasıl olduğunu, ortamın ışığını,
eşyaların yerini bana anlatan kocaman romanların müptelası olan ben, Sevim
Burak karşısında başka bir dünyadan gibiydim. Bugün, seneler sonra, Sevim Burak
deyince düşündüğüm ve hissettiğim şey çok başka. Tüm bu zamanlar içinde ilişkimiz
hiç kopmadı, hep bir şekilde, sık sık olmasa da, buluştuk.
Sevim Burak köklü bir aileden geliyor. Annesinin Yahudi kökenli
olduğu, babasının ise saraya dayanan bir geçmişi olduğu söyleniyor. Söyleniyor,
diyorum çünkü oturup bir biyografisini okumadım henüz, umarım bir gün bu ilgi
çekici kadının, hak ettiği gibi, sağlam bir biyografisine rastlarım. Kuzguncuk’ta
yaşamış, şehrin en güzel, en sevimli, en karakterli köşelerinden birinde yani. Ben
Bağlarbaşı’nda tramvay olduğunu da onun öyküsünden öğrenmiştim: anneannemin evi
Bağlarbaşı’ndaydı, çocukluğumda oldukça mesaim olmuştur Bağlarbaşı’nda ama bir
şekilde kafamda oturtamamıştım tramvayı buraya. Ne kadar değişmiş olsa da
anlattığı insanları tanıyordum ama, çok yakından değil belki ama bir şekilde,
anneannemin komşularından, annemin çocukluk-gençlik anılarından, tanıyordum.
Sevim Burak’la -sonunda- bağ kurabilmiş olmamı da belki bu sağlamıştır.
Burada, Ölüm Saati’ini paylaşmak isterdim, ama Nurperi
Hanımla tanıştığım ve çok sevdiğim Sedef Kakmalı Ev’in seslendirmesi var. Bir
gün de uzun uzun Nurperi Hanımdan bahsetmek isterim..
Bu noktada “normal” bir E. kişisi kendisini muhteşem
yatağına bırakır ve “hiçbir şey” yapmayarak gününü geçirir.
Fakat benim sorumluluklarım. Sorunluluklarım var.
Yatağa yaklaşmıyorum. Kafamda bir liste var, yapılacaklar
mı, süründürülecekler mi… bari hava güneşli olmasaydı. Bari en azından…
13.01
Murat Belge’nin Cumhuriyet Ansiklopedisi için yazdığı Kültür
başlığını okuyorum. Kahve yaptım, çayı tercih ederim ama üşendim. Not alarak
okuyorum, birkaç kaynak daha okuyup bir analiz yazmam gerek. Güneş biraz çekildiğine
daha mutlu olacağım.
15.51
İlk okuma bitti. Bilinen anlamda bir kahvaltı yapmadığımdan
kalkıp yemek yaptım, yemek de denirse. Düdüklüye, sonrasında püre yapılmak
üzere patates koydum, fırına karnabahar. Karnabaharla uzun süredir aram yoktu,
zaten aldığımda tüketemediğim için yanaşmıyordum. Ama -brokoli gibi ve neyse ki
onu çok hızlı ve çok severek tüketebiliyorum- karnabahar o kadar muhteşem bir
görüntüye sahip ki görünce gözlerimi alamıyorum. Bazı gıdalar yenmek için değil
de izlenmek için varlar gibi geliyor bana. Çiçeklerini ayırırken de uzun uzun
bakıyorum, yerken bunun yarısı kadar zevk alsam keşke. Akşam çevrimiçi bir
toplantı var, o zamana kadar en azından iki okumayı daha bitirmeyi planlıyorum.
Kakaolu görece sağlıklı bir kek için de malzemeleri tezgâha çıkarttım, oda
sıcaklığına gelsin hepsi. Bu arada annemle, ablamla ve yeğenimle konuştum,
bergamotlu yeşil çay yaptım, sigara sardım. Şimdi okumaya geri dönüyorum.
18:46
İkinci okuma sonrası yemek molası verdim. Yemek yerken kek
pişti. Kahvemi alıp masama tünedim. Yorgun hissediyorum, etkinlik başlamadan
üçüncü okumayı yapmak istiyorum yine de. Bir saat okumak için yeterli, okuyup
not almak için yeter mi bilemiyorum. Deneyelim.
19:57
Sıcak su torbamla masada sakince oturuyoruz. Kedi üstümüze
atlayınca korktuk. Şimdi üçümüz masada sakince oturuyoruz. Yerimden kalkasım da
okuma yapasım da yok. Hala bir-iki saatlik işim var. Yarın bir öğrencinin
sınavı var, sonra diğer dersin okumalarını yapmam, bir diğer dersin sunumunu
hazırlamam gerekecek. Şimdi toplumsal cinsiyet başlıklı seminere katılıp
uyuklayacağım. Umarım gözümü açacak denli etkili bir şey olur.
Herkes yatağına*
21.50
Tekrarlar, tekrarlar. Ham bilginin paylaşılmasından ne kadar
yoruldum. Keyif almıyorum. Beni heyecanlandıran yeni bir şey öğrenmek de değil
basit anlamda, beni bilinene yönelik yeni bakış açısı heyecanlandırıyor. Feminizm
denince akla gelen her şeyden çok sıkıldım. Bu kısır döngüden çıkmak sanırım
kimsenin işine gelmiyor. Eleştirilenin dilini kullanmayı, onun kavramlarından dışarı
çıkmayı bile beceremiyorlarmış gibi geliyor bana, temiz bir konfor alanı,
kınamıyorum. Yorgunum ve hafif bir baş ağrısı hissediyorum. En azından
okumaları bitirsem yatmadan…
12.19
Yorgunluktan uyuyakalınca sonunu getiremedim yazdıklarımın. Ve
tabii okumaların. Gözlerim kapanırken Dune okuyordum en son. Bugün erken
kalkmayı planlıyordum ama bir türlü açamadım gözlerimi. Birkaç işi halledip
kendimi özgür bırakmayı istiyorum bugün. Bir de saçlarımı kesmek.
14.39
Öğrencinin sınavı bitti, geçmiş bilgilerim arasında uzun
yolculuklar yapmış gibiyim. Lisans eğitimi sırasında, o kötü İngilizcemle
doldurduğum sayfalar dolusu sınavları hatırladım. “Dersten kaçan kız” olarak
mimlendiğim dersin sonuçları açıklanırken, aldığım nota hayret eden hocamın
yüzündeki ifadeyi hatırladım. Ya da “sınıfın en yüksek notunu” aldım diye ilan
ettiğim notun 36 olmasını… Uluslararası ilişkilerle aram hiçbir zaman iyi
olmadı, teori derslerini hiçbir zaman sevmedim. Yine de kafama vura vura
öğretmişler sanırım, hiçbir kaynağa bakmaya ihtiyaç duymadım. Bu güzel, fakat
işime yaramıyor.
Bir kahve içip duş alacağım. Sonrasında dünden kalan
okumalar…
22.25
Ruh halimi kontrol edemiyor olmaktan yorgunum. Bir anda,
sebepsiz çöken umutsuzluk, anlamsızlık boşluğunda süzülüyorum. Artık neye
tutunsam diye düşünmeye mecalim olmuyor. Kolumu kaldırmaya bile tenezzül
etmiyorum. Radyo açık. Lanthimos’un yeni kısasını ve -yeniden- İklimler’i
seyrettim. Yine Bahar gelmedi, geleyazmasına, gözyaşın yine kızdım için için. Bazısı
baharı hiç hak etmediğinden onlara hep güz olsun zaten, ve zaten onlar bahar
gelse de güzü yaşarlar. Aaa, bazı kızgınlıklar taşıyorum içimde galiba.
Tomurcuk bittiğinden düz çay demledim, birkaç saattir
içiyorum. Biraz kitap karıştırdım. Kedi bir tuhaf, ne dediğini anladığını iddia
eden programa göre “I’m in love” diyormuş. Şu anda da gözünü ayırmadan bana
bakıyor. Şöyle;
Bugün “faydalı” bir şey yapamam artık bence. Serserilikle uykuya
dalacağım sanırım. Keşke başka bir şeyler…
Nasıl başladığına dair hiçbir şey yazmadığımı fark ettim. Belki
yıllar sonra -o kadar yaşayabilirsem- bir anlamı olur bu sözlerin. Başlangıçtan
çok daha kötü durumda olduğumuzu düşünüyorum yine de başlangıcı düşündüğümde
daha karanlık hissediyorum bugünden. Öyle yer etmiş zihnime. Belki havalardandır.
Salgından bahsediyorum.
Annem ve babamın gelişinin üçüncü ayıydı. Senelerdir yalnız
yaşamaya alışmış ama senenin birkaç ayını anne-babasıyla geçirmeye hala
alışamamış, bir ayın sonunda kendisini baskı altında hissetmeye başlayan biri
olarak aslında bugünden bakınca fena durumda olmadığımı söyleyebilirim. Fena durum
derken annemle büyük bir kavga ve S. ile neredeyse kopma noktasına gelmiş
olmamızı kastediyorum; fena değil evet. Virüs ülkemize geldi, haberinden kısa
süre sonra 65 yaş üstü sokağa çıkma yasağı da geldi. Yalnızca 65 yaşındaki
babamı etkilemedi elbette bu durum; bir yandan onun bu dört duvar arasında
dönüp durmasının sıkıntısını yaşarken bir yandan da daha birkaç gün önce anjiyo
olmasının bende yarattığı etkiyle dışarı çıkmamasına rahatlamıştım. Daha önce alınmış
doktor randevusuna gitmek istediğinde bile birbirimize diklenmiştik; mücadeleyi
ben kazanmıştım. “Gitmesek n’olur, bir ay sonra gitsek ne kaybederiz” gibi
makul cümlelerle başladığım ikna turumu “polisi arar ihbar ederim” ile
bitirmiştim ama olsun…
Annemle babamın evde oluşunun bende yarattığı ikinci büyük
sıkıntı ise evden dışarı çıkan tek kişinin ben oluşumdu. Yani eğer virüsü
kapacaklarsa onlara ancak ben getirirdim. Bunun üzerimde yarattığı gerginliği
nasıl anlatabilirim, bilemiyorum. “Normal” zamanlarda bile umumi tuvaletlerin
kapısına dokunamayan, toplu taşımada bir şeylere dokunmamak için türlü denge
pozisyonları geliştirmiş, yanında ıslak mendilsiz dolaşmayan ben, okula gitmek,
evin alış-verişini yapmak ve en önemlisi de hava almak için dışarı çıkmak
zorundaydım: peki geri gelirken ne getiriyordum. Yine bir eve dönüşte babamın
telefonda konuştuğu ağabeyime “E. geldi, elleri havada, gerçi bu onun normal
hali” deyip güldüğünü hatırlıyorum. Ya da bir kadro sınavı için gittiğim
okuldan dönüşte kabanımı makineye tıkmaya çalışırken bana engel oluşuna epey
güldüğümüzü, yine de benim o kabanı uzak bir noktada nadasa bıraktığımı…
“Bakan açıklama yapacakmış” saatleri, “bir yerde okudum,
uçaklar iptalmiş” haberleri, virüsün ne olduğunu anlamaya çalışmalarımız, iptal
edilen biletler, annemin televizyon karşısında vakit öldürmeleri, babamın saatlerce
kitap okumaları, koridorda yaptığımız yürüyüşler, akşam yemekleri sabah
kahvaltıları ve bir noktadan sonra babamın “artık gitmemiz gerek” noktasına
ulaşması… Bu noktada benim için “gitsem mi onlarla” düşüncelerim, yine zamana hâkim
olan karanlık hissinin memleketimde had safhaya ulaşacağını duyumsamamla son
buldu. Ben kaldım, onlar gitti.
Sanırım benim için salgının ikinci bölümü de o zaman
başladı. S. kedimi getirdi. Bir miktar sorun çözdük ve ben düzenime yine bir miktar
geri dönmeye çalıştım. Fakat olmadı.
Aldığım dört dersin hiçbirinde benden istenen şeyleri
yapamaz oldum. Çevrimiçi derslere, yatağımdan kalkıp iki adım atarak masa
başına geçip katılmakta bile zorluk çekmeye başladım ki o zamanlar
kullandığımız programda monolog şeklinde geçen derslerde kamera ve mikrofon açmıyorduk;
yine de midemi bulandırıyordu. Derslerin birinden vazgeçtim. Biri sınav istediğinden
katlandım. Diğer ikisine hazırladığım ödevlere dönüp bakamıyorum utancımdan. Hiç
kitap okuyamadım; ne zorunlu olduklarım ne keyiften… Kitaplığıma bakıyor
okumadığım kitaplardan kaçıyordum. Elime alıp tek sayfasını okuyamadıklarım da
masamın üzerinde küsüyordu. Okuyamadığım kitapların tesellisini kitap
dinlemekte buldum: en sevimli yoldaşım da Nermin Yıldırım oldu, uygulamadaki
bütün kitaplarını dinledim. Şimdi bütün hikayeleri aynıymış gibi geliyor, hangi
karakter hangi kitaptaydı ondan bile emin değildim ama iyi kurguladığı
kitaplarını yalın bir dille anlatıyordu, takip etmekte zorlanmıyordum, onlarla
vakit geçirmek hoşuma gidiyordu; merak ediyordum. Kitapları dinlerken de evin
içinde bir aşağı bir yukarı yürüyordum. Neden kaynaklandığını bilmiyorum ama 30
yıllık tarihimde ilk kez o birkaç ay evim çok düzenliydi. Tezgahta duran bir
kahve kupasına bile tahammülüm yoktu, yamuk duran halıya, yerinde olmayan
yastığa, sehpadaki toza. Hatta kitaplıklarımı -en son ne zaman düzenlediğimi
hatırlamadığım kitaplıklarımı- elden geçirdim; yayınevlerine göre ayırdım, boy
sırasına dizdim, görüntüsü mükemmeldi ve hala bozulmadı şaşırtıcı bir şekilde. İnternetten
yaptığım alışverişlerle evin tüm ihtiyaçlarını dışarı çıkmadan hallediyordum;
çıkmamı gerektiren tek ürün sigaraydı. Bir de meşhur sokağa çıkma yasağının geleceğinin
duyurulduğu ilk gece suyumun bitmek üzere olduğu paniğiyle yüzleştim; su
aldığım uygulama kitlenmişti, marketler çoktan kapanmış mahalle bakkalının
ününde devasa bir kuyruk vardı ve suyum yoktu. İki saat boyunca o siparişi
vermeye çabaladım; olmadı. Sabah tekrar denedim, o gün sipariş getirdikleri son
kişilerden olabilirim çünkü benim suyum geldikten sonra uygulama hafta sonu
boyunca sipariş almayacağını açıkladı. O günden sonra da evde neredeyse elli
litre suyu hazır bulundurur oldum. Damacananın yanında beş litrelik bir sürü
suyu mutfak masasının altında biriktiriyordum. Bir süre sözümona bu düzen devam
etti. Bu süreçte içimdeki sorunları duyumsuyor fakat kelimelere dökemiyordum,
kelimelere dökmek şöyle dursun varlıklarını kabul etmiyordum; böylece
gerçekliği tartışmalı oluyordu belki de. Günler günlerin ardından…
-Her şeyi neden kişiselleştirmeyeyim diye düşüyorum,
objektiflik ne kadar değerli ne kadar mümkün bilemiyorum. Fakat ben, benden
öteye geçemiyorum, bunun için özür dilemeyeceğim.-
La Double Vie De Veronique ile hayatıma damgasını vuran Kieslowski
övgüsünü keyifle yapabilirim. Trois couleurs’den Bleu ve Blanc da (hayır Rouge
değil) yeri çok özel olan filmlerden. Dekalog ise on bölümlük televizyon için
yaptığı dizi; her bir bölüm On Emir’in birine işaret ediyor. Olaylar bir sitede
geçiyor. Tüm dizi boyunca ortalıkta dolaşan bir adam var, kimi İsa olarak yorumluyor
onu kimi Tanrı’nın meleği, kimi insanların meleği. Hepsini, sırayla izlemedim
hiç. İzlediklerim, izlemeye başladıklarım oldu. Neden şimdi bilmiyorum ama
yeniden buradayım işte: hoş mu buldum?
***
Pawel nasıl sevilmez. Filmin açılış sekansında gözü yaşlı
kadının izlediği televizyonda koşan çocukların en önünde Pawel. Tabii o anda
onu tanımıyorum, koşan bir çocuk yalnızca. Haberin ne olduğunu da bilmiyorum,
konuya uygun olarak araya sıkıştırılmış okullu çocuklar olabilir. Haber neden
Pawel olsun ki… Filmin sonunda dönüp tekrar bu sahneyi izliyorum. Kieslowski’nin
bu sahneyi neden filmin başında verdiğini anlamaya çalışıyorum. Çalışıyorum.
On Emir’in ilkini düşüyorum, ikincisini düşünüyorum. Tamamen
aklına itimat eden babanın cezalandırılmasının Pawel üzerinden oluşu canımı
sıkıyor. Pawel’in Tanrı tarafından bir ceza aracı olduğu fikrine bir türlü
yaklaşamıyorum. Onunla olan gel-gitli ilişkim beni bir kanaatten uzaklaştırıyor.
Ben de Kieslowski tarafından bakmaya çalışıyorum. Kieslowski gerçekten böyle mi
olduğunu düşünüyor? Tanrı’nın bilgisayara savaş açarak kendini
gerçekleştirebileceğini düşünüyor gerçekten? Onun izleyicisi olarak bana vermek
istediği mesaj bu mu; Tanrı yerine başkasını koyarsan cezalandırılırsın. Bilemiyorum.
Bu fikir beni rahatsız ediyor. Fakat çaresizce gölün başına oturup sadece
hüzünlü bakışlar atan (İsa’yı sembolize ettiği söylenen) adam biraz içimi
rahatlatıyor: çaresizlik herkes için!
Kendimi içinde hissettiğim bu
yetersizlik duygusundan nasıl çıkartacağım konusunda en ufak bir fikrim yok. Tam
olarak ne zaman başladığını da bilmiyorum. Kibirli olduğumun artık hiç de
çekinilmeden söylendiği zamanlardan bu zamanlara nasıl gelindi, takip edemedim.
İçime kapanıyormuşum gibi hissediyorum. Artık konuşmaya
gerek duymadığım, üşendiğim, kelimelerin havada uçuşup boşlukta kaybolduğunu
düşündüğüm zamanları yaşıyorum. Konuşmak anlamsız. İletişim kurmak, paylaşmak
hep değerliydi, artık emin değilim. Kim kime, neye ne kadar temas edebiliyor,
bilmiyorum. Bir şey paylaşmak için mi yoksa yalnızca kendimizi tatmin etmek
için mi bir şeyleri ortaya döküyoruz, bilmiyorum. Çılgınlar gibi okuduğum,
okuduğum her şeyi gelip buraya yazdığım zamanlarda, okuduklarımdan aldığım
keyif kadar onları okuduğumu burada paylaşmanın da bana keyif verdiğini
hatırlıyorum. Hatırlıyorum hepsi bu kadar.
***
Akşamüstü uyuduğum için sersem gibi gözlerimi açıp boş boş
dolaşıyorum ortalıkta bir süre. Birkaç mesaj, birkaç telefon görüşmesiyle
ayılıyorum. İletişimde olduğum bir avuç insana ancak yetiyor vaktim, daha
fazlasına enerjim de yok. 5 saatlik aralıksız ders sonrasında beynimin
sersemlemiş olduğunu fark ediyorum. Kendimi zihinsel olarak yormadığım onca
zamandan sonra bu sersemlik gülünç geliyor. Okumam gereken bir sürü şey var ama
beni en çok beden-mekan, mekanın yaratımı, bedenin kendini kurmayı tamamlamış
gibi bir de mekanı kurmasına dair okumalar korkutuyor. Çok değil birkaç ay önce
sırf bunlarla yüzleşmemek için kaçtığım kitaplar geliyor aklıma. Geçelim.
***
Bir süre önce yazdığım Lütfü Bey ve Aşırı İsabetli Kararları
yeniden kafamda dönüyor. Vakti gelince otaya bir şeyler çıkacak gibi
hissediyor, heyecanlanıyorum. Bu duyguyu özlemişim.
***
Uzun
zamandır evimde sessizlik hakimdi. Radyosu, şarkısı, türküsü hiç susmayan ben
sessizlikte kendimi saklıyordum sanırım. Ya da kulaklıklarımın arkasına
saklanıyordum. Hiç olmadı kitap dinliyordum mütemadiyen. Şimdilerde şarkılarımla
odalarım, eşyalarım, loş ışıklarım, perdelerim, kedim de buluşuyor. Yorgunluklarım
mı azalıyor, yeni bir sürece mi girdim bilmiyorum. Hiç yoktan bir şeyler
oluyor. Havalar serin ve bulutlu. Ne mutluluk!
Sürekli Monsieur Minimal dinleyip duruyorum.
Easteria albüm olarak çok hoşuma gidiyor ama albümü bir dinliyorsam Easteria
şarkısını üç beş kere dinliyorum. Gündelik boşlukların arasına sızıp tamamlıyor
eksikleri. Albüm burada. Easteria yazının başında.
Gözlerimin üstünden tüm dünyaya yayılan ağrı bir çığa dönüşüp
herkesi içine alıp yok etmeli. Böylece ben de söyleyeceklerimi unutmam ve
eşitleniriz. Belki her gece saat 12’yi geçer geçmez evinden çıkan komşumun
gizemi de çözülür ve hepimiz rahat bir nefes alırız. Bence batıl bir inancı var
ve her gece gece yarısından sonra açık alana çıkmazsa o gün öleceğini
düşünüyor. Bir çeşit ölümsüzlük yolu. Ama gece yarısından hemen sonra buluşup
uhrevi ritüelleri olan bir topluluğa da üye olabilir. Bu beni üzer çünkü beni
neden çağırmıyor?
Darmadağınığım. Çalışma masam, mutfağım, tüm odalar ve
kafamın içi darmadağın. Yardım almadan toparlanmaya çalışıyorum. Aslında kafamın
dağınıklığı için yardım almadığım yalan. Bunun için belirli bir şahsın, o
kendini yeterli görmese de, büyük yardımlarını alıyorum. Zaten, yardım
dediğimiz şey bazen bir ruhun varlığından ibaret bile olabiliyor. Fakat ona
anlatmak istediğim hiçbir şeyi anlatamıyorum, paylaşmak istediklerimi
paylaşamıyorum. Buna vaktimiz yok gibi geliyor çoğu zaman. Çorba karıştırırken
bunları düşünüp, yemeğe çaresizliğimi ekliyorum. Keşke uzun cümleler kurabilsem,
mesela gözlerim dolup ağlamaya başlamak yerine, önemli olmadığını düşünmek
yerine ona aklımdan geçen her şeyi uzun uzun anlatabilsem.
Olmuyor.
Şimdi sigara sarıp, 10 yıl öncesiymiş gibi Ezginin Günlüğü
dinleyerek biraz martı izleyeceğim uçuşan. Sonra unutmadıklarımı söylemek için
yine burada olacağım. Zaten ne zaman nereye gidebildim ki…
Fleabag’i ilk izleyişimin üzerinden çok uzun süre geçmedi. Gördükçe
gülümsüyorum evet, zaten izlemeye başlama sebebim sadece gülmekti. Gülmedim mi
güldüm. Fakat dizi bittiğinde boğazıma oturan yumrunun ağırlığı altında ezilmedim
de değil.
Fleabag’le özdeşlik kurabileceğim hiçbir alan yok ikimizin
de saçlarının kısa olması dışında. İnce zekası, esprileri, her ortamda
dikkatleri üstüne çekmekteki muazzam başarısı, pişmanlıkları, seks düşkünlüğü
ve hatta konuşmasını çok istediğim (özellikle müstakbel üvey annesine karşı)
anlarda susuşu benimle hiç bağdaşmıyor. O halde onu bu kadar nasıl sevdiğimi
düşündüm. Gerçek bir kişilik olsa arkadaşlık etmek bile istemeyebilirim, beni
yorar bence. İhanetleri, zayıflığı, kendisini kontrol edemeyişleri beni çok
kızdırıyor, belki ahlakçı bir yaklaşımla, hayatımda onun yaptıklarını bir yere oturtamadığımdan.
Geçtiğimiz gece, uyku düzenimi oturtmaya çalıştığım bir
dönemde hem de, bir sayfa bile olsa kitap okusam her şeyden iyi, diye
düşündüğüm bir dönemde, S.’nin tabletime yüklediği uygulamada gördüğümden
tekrar açtım. Bir süredir yeni bir şey izleyemiyorum zaten, artık her sahnesini
ezberlediğim filmlerin dizilerin güvenli kollarına kendimi bırakıp duruyorum. Belki
bu refleksle ikinci sezonu açtım. Çok güldüm, vakit ilerledi ben güldüm, bir
ara dalmışım, bir ara korkmuşum. Bildiğiniz şeyi izlediğinizde arada uyuduğunuz
vakit asla vakit kaybı olmuyor, devam ediyorsunuz. O sezon o gece bitti.
Fleabag’in o durakta oturuşu, hissedişi ve “It's God, isn’t it?” diye soruşu,
aslında sormayışı bile, hayır ilk izlediğimde yarattığı hissiyatı yaratmadı. Sevdiği
ve aslında sahip olduğu adama herkesin içinde uzak duruşu ama yine de ona sahip
ve ait oluşu hissi beni çok sarsmıştı. (Sahiplik ve aitlik tartışmalı elbette).
O zaman beni o kadar etkileyip, bir sürü şey çağrıştıran, özlediğim ama
tanımlayamadığım o duygunun bu sefer beni sarmayışına şaşırdım. İçselleştirdim mi,
sıradanlaştırdım mı, aştım mı, kabullendim mi, önemsizleştirdim mi bilmiyorum. Duygular
her zaman övülmeli bana kalırsa, ne varsa duyguya dair övülmeli. İnsanı bir
boşluktan çıkarıp bir anlama salan yegane şey duygu. Fakat işte yine buraya
geldim, duygularım nerede, yine kayıplar mı, yoksa çok hızlı dönüşüp
değişiyorlar da hızlarına mı yetişemiyorum?
Geldik, geldik yine buraya geldik. Fakat dönüp gelmekten
bahsetmiyorum, bu yeni bir durak, sorular benzer ama bir geri dönüşle ulaşılmış
değil, yol kat edilmiş, mesafeler alınmış.
açıklamakta zorlanıyorum. "okuyamıyorum." dediğimde içimde yankılanan onlarca kelime anlamsızlaşıyor. anlatamıyorum. yeni maceralara atılmak için başladığım kitaplar da çok merak ederek aldığım kitaplar da, dijital arşivim de gözlerimin önünde uçuşuyor. okuyamıyorum. bu zamana kadar, olduğum kişi olmamın en büyük itici gücü, en etkili parçası kitaplar, fakat işte şimdi okuyamıyorum.
sadece beş sayfa şu kitaptan okuyacağım bugün diye başladığım gün "on sayfa okudum!" şenliğiyle son bulunca delirmiş gülüşüme engel olamıyorum. hiçbir şey kolay olmuyor. fakat bebek adımları atıyorum. ne oldu? "on sayfa okudum!" "bu gerçekten müthiş bir şey!"
bugün dünün rekorunu kırarak 11 sayfa hedefliyorum. sabah doktora gitmemenin şerefine, tüm günlük planım sadece 11 sayfa okumak. tüm iyi dilekler bana.
içinden çıkılmaz bir hal almaya başladı. başladı mı? çok uzun zamandır içinden çıkılmaz bir halde. aç kapat. aç kapat.
aç.
kapat.
a
ç
.
k
a
p
a
t
.
saatimi kolumdan çıkartıyorum. çıkarttığı izi ovalıyorum. bileğimi kokluyorum. derinin derimde bıraktığı koku. saçlarım canımı acıtıyor. parmaklarımı kafamda gezdiriyorum. tokayı çıkartıyorum. saçlarımın toka takacak kadar uzamış olduğunu tokayı takarken değil çıkartırken fark ediyorum. bazı şeyleri değiştirmek istiyorum. gücüm yok. bazı şeyleri değiştirmek istiyorum. gücüm yok. bazı şeyleri d e ğ i ş t i r m e k
g ü c ü m y o k
ne anlatacağımı düşünüyorum. benim gücüm bitti. ne der? o zaman şu ilaç.... hayır. ilaç içesim de yok. o zaman neden geldin. bilemiyorum, psikiyatriye neden inanmadığımı kendime hatırlatmak için sanırım. bir de maaşınızı merak ediyorum? ne kadar?
poşet çayı, henüz soğumamışken özlerimin altına sürüyorum, iyi geliyormuş. neye? yorgun görünmesin diye. yorgun mu görünüyorum. diğer elimdeki sigaraya bakıp, artık tadını kaçırdın, diyorum kendime. havuç kıtırlarından yiyorum.
ben okurdum eskiden. saatlerce okurdum. öyle güzel okurdum ki. ayaklarımı duvara dayardım, başım aşağı sarkardı. beynime kan dolardı. dolar mıydı? nasıl okurdum hem. ne değişti? neyi değişirdim? nasıl geri dönebilirim? gerçekten istediğim bu olabilir mi? nasıl geri dönebilirim?
seçenekleri, tüm karşıtlarıyla beraber önüme sıralasam da seçemiyorum. hiçbirini istemiyorum. belli ki istemiyorum. hiç bilmediğim bir seçeneğin var olduğuna inanmak mı istiyorum. hala içimde kaynağını bilmediğim bir umut mu var? nedir bu? yaşama isteği mi? devam etme isteği mi? inat mı? olmadı, olmuyor, olmayacak. fakat nedir bu?
"en azından" ile başlayan zavallı cümlelerimi kim duymak ister?
Bir süredir berbat şeyler hissediyor, üzerinde durmamaya
çalışıyorum. İfade etmeye niyetlendiğim bir iki konuşmanın sonunda sessizliğe
gömülüyor, ifade etsem ne olacak ki kelimelerle mühürlemiş olacağım bu hissi,
ne gerek var diye düşünüyorum. İçim kanıyor bastırıyorum. Kafamda birçok farklı
ses, sürekli bağırtı halinde, bastırıyorum. Havanın bunaltıcı olduğu o gece de
duyduğum iki nefes sesinin ritmiyle sakinleştirmeye ve artık uyumaya
çalıştığımda kaçmanın sonuna geldiğimi fark ettim.
Hiçbir şey yapmıyor olmanın ağırlığını hissediyorum. Elbette
birçok şey yapıyorum fakat bunlar benim kendimi gerçekleştirme alanımdan
oldukça uzak olduğu için bir şey üretme açlığımı doyuramıyorum, böylece her şey
anlamsızlaşıyor. Kendimi hissettiğim konuma tahammül edemiyorum. Kendime dair
hissettiğim bu öfke bir yandan özsevgimle savaşırken bir yandan beni “bir
şeyler” yapmaya itiyor. İtiyor ve sürükleniyorum. Hareket edecek gücü
bulamıyorum, odaklanamıyorum; okuyamıyorum, yazamıyorum, izleyemiyorum. Zaten bildiğim
filmlerin, metinlerin arasında savrulup duyuyorum, çamaşır yıkıyorum, bulaşık
yıkıyorum; yıkadıkça bir miktar sakinleşiyorum. Fiziksel enerjimi bir kanaldan
boşaltmanın sersemliğini yaşıyorum.
sizi biraz korkak gördüm E. hanım. sanki onca yol katetmemiş gibisiniz. tedirginliğinizin sebebini anlıyorum fakat onaylamamı beklemeyin. böyle devam ederseniz beni hayal kırıklığına uğratmış olacaksınız. yo hiç öyle kaldırmayın kaşlarınızı yukarı, bunları konuştuk, hem sadece konuşmakla da kalmadık, yaşadık. hepsini değerlendirdik, bu konuda yayınlanmış istatistiki verilere dayalı raporlarımız bile var sizinle. siz şimdi gözlerinizi yere indirip, saman nezlesi burnunuzu sanki hüzün sümükleri akıtıyormuş gibi çekerek benden bir onay ünlemi duymayı umuyorsunuz ama maalesef. böyle bir şeyin asla mümkün olmayacağını öncelikle belirtmek istiyorum. atmanız gereken adımları ivedilikle atmazsanız, aramızın bozulacağını da söyleyeyim ki sonra karşıma gelip herhangi bir mazeret sunmayın. korkacak hiçbir şey yok. can acısıysa can acısı, onur kırılması, kendine yedirememe, bir takım gereksiz hislerin yarattığı hırçınlık, tahammül seviyesindeki ani düşüş vs. nedir?
(Yazmaya başlamadan hemen önce masaya otururken suyu devirdim. Sigaralar ıslandı: üç dal. Ne yazacağımı unuttum.)
Leonard Cohen “You're living for nothing now” diyor, kulağımın dibinde, hiç gitmemiş sanki hep yanı başımdaymış da zaten hep, her şeyi benimle paylaşırmış gibi. Dönüp dolaşıp anlattığımız hikayelerimiz vardır, bitmek bilmez, ne içimizde ne dilimizde. Pekâlâ, genellemiyorum. Bitiremediğim hikayelerim var, dönüp dolaşıp anlattığım, bir türlü -ya doğru sözcükleri bulamamaktan ya zihnimde bir türlü tamamlayamadığımdan- tüketemediğim hikayeler. (Bu noktada şarkıyı tekrara alıyorum, acaba kaç kere dinlemişimdir bu şarkıyı tüm ömrümce…)
Şarkı hiç değişmiyor; sözleri aynı, müziği aynı. Peki ben? Ben değiştim mi hiç? Ben bu şarkıyı ilk nerede dinledim, ilk dinlediğimde neler hissettim. Defalarca kez tekrarlandığında neler oldu, neler geçti aklımdan.
Bilmediğim dilde dinlediğim şarkıların benim için yarattığı hissiyatı bozmamak adına sözlerine bakmama gibi bir huyum var. Peki bu şarkıyı dinlerken en yakın arkadaşı tarafından ihanete uğramış bir adamı mı duyuyorum, pek emin değilim: Did you ever go clear?
Ne yazacaktım? Kafamda dönüp duran cümlelerden kurtulmayı amaçlamıştım, yazacaktım ve artık bana ait olmadıkları gibi ben de onlara ait olmayacaktım. Birbirimizi azat etmenin rahatlığına kavuşacaktık. Ne zaman bir şeyden kurtulmaya çalışsam daha çok esiri olurum, bu böyledir. Fakat artık yük taşımaya müsait değilim, ellerimde ne varsa hiç düşünmeden pat! diye yere bırakıyorum. Fakat işte bu sözler, cümleler, işte burada elimi kolumu bağlayan ve sıkı sıkı sarıldığım tüm bu ….
Söyleyecek çok şeyim var, gelip söyleyeceğim.
“She sends her regards…”
05 MAYIS 2020 - RUHİ MÜCERRET
İfade güçlüğü çektiğim zamanlardayız. Bir dizi izledim ve fark etmeyeyazdığım şey canımı acıttı. Birtakım duyguların hislerin unutulmasından bahsetmek isterim fakat bu “sevmeyi unuttum, nasıl kıskanılıyordu hatırlamıyorum” gibi bir şey değil. Tamamen unutmak, varlığını hatırlayamamaktan bahsediyorum. Öyle ki bunu hissettiğim anda anlatmaya çalıştığım S.’ye “ben bunu ifade edemiyorum ancak sen zorlarsan anlarsın” gibi şeyler söyledim. Adını bilmediğim, varlığını daha önce duyumsamış olduğuma emin olduğum -yoksa bu kadar sarsmazdı- bir şey. İfade edemiyorum, çok zoruma gidiyor. Hayır burada yine anlatmak için kıvranıp “olmadı” yine demek istemiyorum.
Yine S.’ye birkaç gün önce eskiden yazdığım şeyleri okuduğumda içimde oluşan hayranlığın ardından gelen artık yazamıyor olmanın verdiği hüznü anlatırken tıkandım. Eskiden yaşarken bil kafamda yazıya dökülürdü olan biten. Artık düşünmek konusunda bile yeterince başarılı değilim sanki. Ya da bunu o kadar çok yaptım ki artık zihnim kendini bu duruma kapattı. Yoğunluğumu yitirdim, sığlaştım. Sıkışıp kaldım üç beş sözcüğün, duygunun arasına. Bunun adına ne diyeceğimi de bilmiyorum. Bir zamanlar sevdiğim birinin öğüdüne uyarak “güvenli çürüme” ayarında mı unuttum kendimi bilemiyorum.
Bir şekilde bazı anahtarlarımı bulmam bazı kapılarımı açmam gerektiğini düşünüp kederlendiğim harika günler. Başka da bir şey yapıyorsam eğer o da okuduğum, izlediğim her şeyden hüzün devşirmektir. Yaşasın 30 yaşın ilk günleri ve dönüşümden memnun olmayan Gregor Samsa!
28 NİSAN 2020 - MUHASEBE KAYDI
Nasıl bir duygu?
Bir boşluk yaratıyor ister istemez. Çünkü büyük bir şeyler olacakmış gibi hissediyorsun, sanki göğsün yarılacak, içinden bir ışık huzmesi göğe doğru yükselecek, dönüşeceksin ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Hayır, her şey daha da eskisi gibi. Esi bile bu kadar eskisi gibi olamaz hatta.
Burada, bu blogda 2008 yılında yazdığım yazıda eksik olan bir şeylerin peşine düşerek aydınlatmaya çalışmışım. 18 yaşında kendinin pek farkında olmayan hatta kendini fark etmesi gerektiğini bile henüz anlayamamış bir kız çocuğu olarak aradığımı söylediğim şeyler kocaman, ağır, 18 yaşla yan yana duramayacak şeyler.
Dönüm noktaları bunlar. 18. 30. Kişisel zamanım için böyle değil. Ama işte bu sayıların, bu sayılar kadar hayatta olmanın bir anlamı varmış süsü verildi, biz de inandık. Sanırım en çok da 30’lu yaşların bir kadının en güzel yaşları olduğuna inandım.
Bu güzelliği bir süredir hissediyor olabilirim. Aklımdan bu geçiyor, hiç sevmediğim kadar seviyorum kendimi, hiç anlamadığım kadar anlıyorum, hiç göstermediğim merhameti şefkati sunuyorum kendime. Bu ne olsa bir kadını güzel yapar.
Ailemi hiçbir zaman gözden çıkaramadım. Benim için ikinci sıraya indikleri bile olmadı. Bunu zaman zaman korkaklık olarak değerlendirdim, çoğu zamansa böyle oluşuna teşekkür ettim. Mesafe her zaman gerekliydi benim için, bununla hiçbir zaman kavgalı olmadım. Elbette bazı sorunlar doğuruyordu, tek başınalık tercihti ama yalnızlık insanın ruhunu sömürüyordu.
Fakat tüm bu 30 sene boyunca yalnız kalacağımı düşünmedim hiç. Herkes gibi -ya da Aylak Adam okuyan herkes gibi- ben de birinin geleceğine inandım hep. Sadece beklemedim hem çoğu zaman aradım. Bana gelen biri, benim için gelen biri, yola bana gelmek için çıkan biri, yolu onu bana getirecek şey olarak anlamlandıran biri. Gelmedi. Ben hep çok güzel seven bir kadın oldum. Yanlış sevmelerde “olsun, O geldiğinde artık beni daha güzel sever bulacak” dedim. Ama o gelmedi. Ve vardığım noktada O’nun hiç olmadığını biliyor olmanın acı fakat bir o kadar komik farkındalığıyla eğleniyorum. Hepimiz yollardayız, sebepsiz. Ve birileriyle karşılaşıp selam veriyoruz. Bazısına selam vermeyi seviyoruz, bir süre buna devam ediyoruz sadece. Sonra yine aynı curcuna.
En sıkıntılı özelliğim empati kurabilmek. Her şeyle. Herkesle. Anlayabiliyorum. Bu o kadar lanetli bir şey ki bakış açısını anladığın kişiye kızamıyorsun, çünkü anlıyorsun onu da. Buradan sonra vereceğin hiçbir tepki anlamlı olmuyor. Ya da bana öyle geliyor. Ve benim bu kadar anladığım şeyi karşımdaki insanların hiç anlamıyor oluşuyla yüzleşmek de az yorucu değil. Ben niye böyleyim, daha önemlisi siz niye böylesiniz?
Hala roman yazamadım. Hala gitar çalamıyorum. Bir şeyleri istemenin bir gücü yok, ne kadar çok istediğinin de ne kadar uzun süre istediğinin de bir önemi yok. Olmayan olmuyor. Fakat bir kediyle yaşamak üzerine el kitabı şeklinde planladığım eserim üzerinde çalışıyorum. Umarım fikrimi çalmazsınız.
Kendime güzel bir pasta yaptım. Üzerine hindistan ceviziyle 30 yazdım. Evde küçük mum yok, çok önemli değil. Aynaya baktığımda da içime baktığımda da gördüğüm şeyden mutluyum, çok seviyorum. Yalnızca umarım önümüzdeki 30 yıllarda kendim yüzünden hırpalanmam daha fazla, önemli olan bu çünkü diğerlerin hakkından ben gelirim.
İyi ki doğdum. Bir insan olarak da bir sancı yumağı olarak da bir dalgınlık, alınganlık, tembellik, hırçınlık bileşkesi olarak da çok güzelim. İyi ki…