Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum.
A! Bir dakika bu yazıldı.
Ben o hikâyeye dahil değilim. Benim dahil olduğum hikâyede
dört kişiyiz. Üç artı bir. Tanıdık bir yerdeyim ve bu insanları da tanıyorum. Fakat
öyle hissetmiyorum ve engel olamadığım bir kopuş başlıyor. Tutunmalıyım diyerek
konuşulanlara odaklanmaya çalışıyorum. Hiç ilgimi çekmiyor ama hiç. Lütfen
susun. En tanıdık insanın bütün mimikleri, bütün jestleri, oturuşu, sesinin
tonu bile farklı. Acaba burnu mu tıkalı, diye düşünüyorum. Diğer kişi biraz
öyle konuşuyor, onun yanında diye ona mı dönüşüyor? Sonra bütün tavrı beni çok
yoruyor, özellikle ona, o en tanıdık olana bakmamaya çalışıyorum. Diğerleri,
daha az tanıdıklar, konuşuyorlar, gülüyorlar. Ulaşamıyorum. Buralarda kayboldum.
Yeniden buluşamıyorum, ne yazık.
Üzgünüm, üzgün bir şekilde
uyuyorum.
Bir kadın gördüm. Bana birini hatırlattı.
Ben küçükken camilere giderdik yazın Kuran öğrenmek için.
Eski evimizdeyken Ulu Camiye yollanmıştım. Nefret ediyordum gitmekten. Hoca
beni fark etmesin o günkü dersi vermeden eve gideyim diye uğraşırdım. Ya da hiç
gitmemeye. Küçüktüm de. Kardeşlerim hep beraber gitmişlerdi, ben tektim. Mahalleden
arkadaşlarım vardı elbette, ama detaylarını hatırlamadığım bir şekilde
gerçekten oradan nefret ediyordum. Sonra biz taşındık aşağıdaki mahalleye. Evimizin
arkasında, hemen çaprazındaki camiye yollandım bu kez. Burada öyle tanıdığım
kimse de yoktu çok fazla. Mahalle benim için yeni herkes yeni. Ama bir şekilde
uyum sağladım, arkadaş edindim. Cami o kadar güzeldi ki öncelikle, orada olmak güzel
hissettiriyordu. Hoca bize teneffüs verdiğinde de bütün kızlar caminin
avlusunda, hemen yanımızda musalla taşı olması hiç mi hiç umurumuzda değildi
belli ki, birdirbir oynardık. Çok eğlenirdik. Oyunun çok ortasındaysak hoca
bizi kesip de hemen derse de çağırmazdı. Zaten burada esas farkı yaratan kişi
hocaydı. Muazzam bir adamdı. Hem şefkatli hem otoriter. Şimdi bu aklımla
düşündüğümde, belki çocukken bir yanağıma dokunsa kendimi kötü hissetmeyecektim
zaten, o benim öğretmenimdi, ama bir kez olsun fiziksel bir temasta
bulunmuşluğu yoktu. Bizi balım diye severdi, yaz tatili bitince beni unutmayın,
ben üç üniversite bitirdim derslerinize de yardımcı olurum derdi. Daha 40
yaşına gelmeden vefat haberini aldık. İçimde kocaman bir yara açmıştı böylece
ve belki de bana bir kişinin ne kadar fark yaratabileceğini gösteren ilk
insandı. Zaten bir daha da camiye falan gitmedim yazın.
İşte bu hocanın üç çocuğu vardı o zaman ya da ben o kadarını
görmüştüm. İki kızı bir de küçük oğlu. İkinci kızı muazzam bir güzellikteydi, sarı
saçları, renkli cam gibi gözleri, ışıl ışıl bir yüz, güzel biçimli dudağının kenarında
bir ben. Aman Allahım. Sıcacık bir kız, bir bakan bir daha bakmamışsa kördür. Öyle
bir güzellik. Ve işte onun bir de ablası vardı. Benim ilgimi o çekerdi. Abla olan
soğuktu, nasıl anlatmalı, onun da saçı kaşı sarıydı, onun da renkli gözleri
vardı ama soğuktu. Değişik bir aurası vardı. Bence ona bakan değil bir daha
bakmak, gözlerini kaçırırdı. Farklıydı ve beni inanılmaz çekerdi. Onu incelemek,
ona bakmak isterdim, ne yapıyor, nasıl konuşuyor diye. Önceki gün gördüğüm
kadın bana bu kızı hatırlattı, onun ifadesinde gördüğüm şeyi. Sonra babasını
erken yaşta kaybetmesini düşündüm. Tesadüf mü bu kızın bu kadar küçükken bile,
kendini bilen otoriter bir yapıda olması? Belki, hatta büyük ihtimalle,
babasının ardından babalık yaptı kardeşlerine. O soğukluk yardımcı olmuştur ona,
eminim.
Hocanın adını hatırlayamadım.
Buna epey üzüldüm. Sonra babama sordum: Abdullah, dedi.
Bugün hiç su içmedim.
Gidip biraz su içeyim.