9 Mayıs 2014 Cuma

Pravdiloda daye bre jek kalo sabata.

Pablo Picasso - Three Women

öykünün üçüncü sayfasında aklıma düşüyor açıyorum. açıyorum çünkü içim avaz avaz söylüyor şarkıyı. hani aslında söyleyemiyor da, bir kaç kelimesini ancak çıkartıyor, komik duruma düşüyor içim. onu bu halden, bana karşı değil de, kendisine özsaygısını kaybetmesinden korkup açıyorum. öykünün de başı önünde, aman! diyor. aman! koş aç sanki kaçıyor! "ah"la başlayan bir öykünün aman! demesi kulağıma o kadar güzel geliyor ki kendisinin naif bir varlık olduğunu bilerek, büyük bir huzurla açıyorum ben şarkıyı. anlarsın ya sen, der gibi bir bakış atıyorum öyküye, sen anlarsın bu halleri. gülümsüyorum.

içim şarkıyı duyunca önce bir mutluluk bocalaması yaşıyor, sonra duruluyor. nasıl hareket edeceğiniz bilmez, bir kere dinliyor şarkıyı, ikincisinde bildiği sözlerini bağırıyor, üçüncüsünde kendini yere atmış, gözleri kapalı, öyle tuhaf bir hali var, bir yandan buruk, ne anlattığını biliyor şarkının, bir yandan mesut, bu müzik yok mu! içim bazen çok tuhaf.


iki kadının şiirleri var hemen yanımda. biri güzel diğeri güzel. biri ölü, diğeri ölü. bütün güzel kadınlar ölür diyorum ben. çirkinlerin bir farkı olmalıydı.

diyor ki furuğ,

...
bakışları sıcak ve coşkulu
kapatıyor bakışlarımın yolunu
ey gözleri aydınlık bir yol, güzellik ülkesinde
ey bakışları şarap, mineli kadehte
ah, koş ey, dudakları çöl lalesi, kan renginde
yol, çok uzundur
lakin yolun sonu nurdan saraydır
ayağımı usulca atıp üzengiye
kayıyorum göğsünün gölgesine
gidiyor aklım başımdan
yine öyle sakin ve dinginlikle
rüzgar bacaklı atının toynakları
şehrin sokaklarında, taşlarda tıkırdıyor
güzel tacının üzerinde
güneş ışınları parıldıyor
onunla birlikte terk ediyorum bu hüzünlü şehri
insanlar hayranlık dolu gözlerle bakıp
fısıldıyor:
"talihli kız!"

sonra didem geliyor tüm nazik, narin, muzip haliyle;

Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının Tanrım,
Ulaşılamazdı,
Sen sarılmak istesen ona,
O sana sarılamazdı.
Ne çok dikenin vardı Tanrım!
Ne çok isterdim,
Sana sarılamazdım.
Ve şöyle derdim o zaman:
Ah!
Fernand Leger - Three Women


didem ve furuğ karşımda oturuyorlar. karşı kanepeye yayılmışlar tabiri caizse, furuğ kahve istiyor didem çay. "hem çay demliyip hem kahve pişiremem hanımlar!" diyorum, "orta yol bulun!"

bir sigara ver bari diyorlar.

ne yazık ki paketimde kalmış son sigarayı gösteriyorum. "yalnız salonda içemeyiz, annem kızıyor"

mutfağın rahatsız sandalye-taburelerine tünüyoruz. elimizdeki bir sigarayı üç kadın dönüyoruz. bir ara didem seğirtip sallama çayları buluyor. bana kötü bir bakış atıyor. üşengeçlikten, diyorum belli belirsiz. kalkıp su kaynatıyor. furuğ oturduğu sandalyeden kalkacağa benzemiyor. didem ona da kötü bir bakış atıyor. kötü dediğim de öyle bildiğiniz gibi kötü değil, didem kötüsü. ne kadar kötü olabilir, işte biraz ciddi bir bakış. sen? diye soruyor bana, "bana da ıhlamur sallasana ya, bak şu kutuda" diyorum.

hiç utanmam yok, çünkü utanmak saçma, temelsiz, toplum ürünü bir duygudur. bu noktada kendimle hafiften bir gurur duyacak gibi oluyorum. ikisinin de bunu hemen farkedeceklerini anlayıp vazgeçiyorum. bu kadınların diline, dilinden kalemine düşmeye gelmez.

kahve, çay ve ıhlamur masaya geliyor.

"evet hanımlar!" diyorum "söyleyin bakalım bu vicdansızlıkları neden yaptınız!" elimde olan iki kitabı masanın ortasına fırlatıyorum. doğruyu söylemek gerekirse masanın ortasına fırlatamıyorum tam, çünkü masa binbir şeyle dolu, kenarına bırakıyorum. ama sert bırakıyorum, bir havam bir tavrım olmalı zira bu iki kadının yanında saçları ortadan ikiye ayrılı küçücük bir kızım.

biz bir sigarayı ve kahve-çay-ıhlamuru saatlerce içiyoruz. "sizin yüzünüzden yine birinci çoğul şahsa döndüm" diyorum. "kendimi güçlü hissediyorum"

tavırlarının yumuşaklığından yüz bulup, "hadi bir güzellik yapın, ortak birşeyler yazalım, benim de kitabım olsun ya! ben de istiyorum!" diyorum.

hiç bitmeyen sigarayı didem alıyor, furuğ bana dönüp,