İnsan doğası iyi midir, kötü müdür, konuşup konuşup durduktan
sonra derste hep soruyorum öğrencilere, “sizce?” diye. Çoğunluğu haftalar
geçmesine rağmen ve biz Locke, Rousseau, Mill üzerine konuştuktan sonra bile
dönüp “Hobbes sanki hocam” diyor.
Bugün kargocuya bir notun bırakıldığı bir videoya denk geldim.
Adam diyor ki anahtarım paspasın altında, ben iş seyahatindeyim, kutuda Santa
kostümü var, giyinip evdeki köpeğime sürpriz yapar mısın. Kargocu anahtarla
içeri giriyor, evi soymaya başlıyor. Bunun bende yarattığı “normalliğe” şaşırdım.
Hani “iyi” insanların videolarını izlediğimizde aşırı bir duygu yoğunluğu
hissediyoruz ya… Bunda ise “hmm normal davranmış” gibi hissettim. Bana mı özel?
Sanmam. Diğerinin duygu yaratmasının sebebi de bence “normal” olmaması. Çünkü hepimiz,
kendimizden, içimizde bir yerlerden, insan doğasının iyi olmadığını biliyoruz. Sebebi
bu. Evet. Paspasın altına birkaç yüz dolar bıraktın diye o adam evin içindeki
binlerce dolar değerindeki eşyalardan neden vazgeçsin?
Önceki gün Kırmızıkedi’nin Beşiktaştaki mağazasında Sylvia
Plath’in Günlükler’ini görünce heveslendim, 200 lira kitap, %25 indirimli, Amazon’da
120 lira. Bıraktım çıktım. Dün geldi kitap. Sırça Fanus’un ilk sayfaları günlük
gibidir biraz, o kadar severim ki. Yüzlerce sayfa sürse okurum, gibi, öyle bir
sevgi. Günlükler’i elime aldığımda ise içim hem sevinç hem burukluk hem korkuyla
doldu. Çok etkilenmekten, dağılmaktan, zaten zor bir arada tuttuğum parçalarımın
oraya buraya savrulmasından korktum. Birkaç sayfa okuyup kitabı kenara
bıraktım. Gidip epeydir beni bekleyen “My Dinner with Andre” filmini açtım. Bu sırada
S. dolabını yatağa dökmüş, topluyor. Toz duman, Andre durmaksızın konuşuyor
konuşuyor konuşuyor.
Çok kısa süre sonra, önceki günden kalan uykusuzluğumun
bastırması ile gözlerim kapandı.
Sabah yolda, onlarca aracın içinde, arabaların kırmızı ışıklı
götlerine bakarken, gerçekten bir şeyler yazma başarısını gösterebilip
gösteremeyeceğimi sorguladım. Gerçekten…
Sonra karşıma Zeki çıktı muhteşem tavrıyla. Nuri Bilge ile
meseleleri yine gündemde. En sevdiğim. Nuri Bilge Ceylan’ın sinemasını çok
severim, şahsından emin değilim. Zeki Demirkubuz’un sinemasını da çok severim,
şahsına da bir ilgim sevgim vardır. Bu tartışmanın büyümesini bekliyorum şimdi
oturmuş.
Herkes tarafını seçsin. Ben Zeki'yi tutuyorum.
Sonra ben yazabilip yazamayacağımı düşünürken blogda hiçbir
şey paylaşmadığımı hatırladım ve gelip bunları yazdım.
Rüzgar sesini çok severim. Belki
yalıtımı iyi olmayan pencereleri yapanlara teşekkür bile etmem lazım.
Üsküdar’daki evimde böyleydi, nasıl eser ve nasıl seslenirdi bana rüzgâr.
Burada ise ormana bin teşekkür, o kadar rüzgarlı ki… Artık bıktıracak kadar
sıcak bir cumartesi günün akşamı ben küçük kızımla oynarken rüzgar sesi bize
eşlik ediyor. Tüm gün yaşadığım o kaos bir anda duruluyor sanki. Bütün o
hesaplaşma, kavga, üzüntü, öfke, kaybolup gidiyor. Rüzgâr ve sesi kalıyor
geriye. İlk ne zaman dinlemişimdir rüzgârı? Doğduğum ev geliyor aklıma, güzelim
bahçesi… Sonra bir görüntü, babaannemin evindeyim, üst katta. Ben salondayım,
yatak odasının kapısı açık ve penceresini görüyorum. Bahçedeki en büyük ağacın
dalları vuruyor. Yağmur da var galiba. Seyrediyorum.
Öyle bir ağaç var mıydı, ya da
ikinci kata kadar uzanıyor muydu dalları? Yoksa alt katta bizim evde miydim?
İnsan her şeyi nasıl kolay unutuyor… Üst katta olduğuma karar veriyorum. Evet.
Bizim misafir odamızın yerine babaannemin yatak odası. Peki diğer odalar?
Bizim, ablamla benim odamın üstünde ne var? Bir süre gerçekten bunu
hatırlayamıyorum. Yıllarım geçti o iki kat arasında. Sonra annemlerin yatak
odası ve bizim odanın üst katta birleşik olduğunu ve misafir odası olduğunu
düşünüyorum: oldukça büyük bir oda. Böyle miydi? Gerçekten böyle miydi?
Babaannemin yeşil kadife koltuk takımı da bu odadaydı. Dedem bu odada öldü.
Öyle değil mi? Peki ya arkadaki soğuk oda? Ağbimlerin odasını üstünde ne vardı?
Bu evden taşındığımızda beşinci
sınıfa gidiyor olmalıyım. 12 yaşında. 12 yaşındaki bir çocuk nasıl hatırlamaz
bunları? Neleri sildim oradaki yaşantıma dair? 12 yaşımı hatırlamakta bu kadar
zorlanırken nasıl 3’ü 5’i hatırlayacağım peki? Tamamen saçmalık.
***
Günlerdir kafamda dönenleri de,
izlediğim filmleri okuduğum kitapları da oturup yazmak için vakit bulamadım. Zaman
zaman kendimi aşırı yorgun, zaman zaman da bıkkın hissetmekten kurtulamadım. Fakat
bir şekilde, nasıl olduğunu bilmiyorum, kafamın içinde mevcut durumun olumlu
yanlarını öne getiren birisi var: her şey çok yolunda ve daha da iyi olmaması
için hiçbir sebep yok. Anlamsız bir şekilde başetmeye çalıştığım olumsuzluklar
sinik, karakterime aykırı, genellikle “realist” oluşuma dayandırdığım sözümona
gerçekleri görme ve her türlü olumsuzluğa hazır olma durumu eski gücünü
kaybetmiş, can çekişiyor: bense “bak şu ne iyi” “denedin, deniyorsun, çaba
harcıyorsun bitmiş değil” “uzun zamandır bunu istememiş miydin” gibi şeyler
düşünürken, gülümserken buluyorum kendimi. Başkalarından bağımsız, tamamen
kendime yönelen bu yeni düşünce tarzı beni şaşırtıyor. Ne değişti bilmiyorum.
Çok güzel filmler, idare eder diziler
izledim. Çok güzel kitaplar okudum. Üzerinde çalıştığım
birkaç işte sona gelmek üzereyim. Genellikle kendimden memnunum. Genellikle hayatımdan
da memnunum. Duyumsadığım eksiklikler sivriliklerini yitiriyor. Hatta yeniden
ilgi duyduğum şeyler, mesela kendime bere örüyorum, mesela fotoğraf çekmeye
yoğunlaşmak istiyorum, beni mutlu ediyor. Gerçekten, sürekli beni mutlu edecek,
huzurlu kılacak şeyler bombardımanı altındaymışım gibi hissediyorum. Yoğunluktan
çöküşe vakit bulamıyor da olabilirim.
Dolu dolu üç hafta süren hastalık,
tat duygumu koku algımı kaybetmem, neredeyse her gün baş ağrısından, mide ağrısından
kıvranmam bile…