18 Ağustos 2015 Salı

ruhi bey nasıl?

günlerdir, hatta haftalardır, hatta güneş kendini etkin bir şekilde gösterdiğinden beri devam eden bu miskin serseriliğimden bir an bile uzaklaşmayı beceremiyorum. elimde dönüp duran kitaplar heder oluyor. dizi, film izleyemiyorum çünkü hem tv hem pc bozuk. bunca aksiliği ve sıkıntılı durumu bir araya nasıl getirdiğimi bilmiyorum. süheyla kediyle evde sürekli azıcık serin bir köşe arıyoruz. yine de ter içindeki öğleden sonrası uykularımdan uyandığımda hep yanıbaşımda buluyorum onu, inadına yanımda uyuyormuş gibi, uyanınca yanımda birini görme ihtiyacımın farkındaymış gibi.

bu boşluğun sonunu bulabileceğime olan inancım kaybolup giderken ben arkasından bile bakmıyorum, büyük ihtimalle o sıralar mutfakta limonata yapıyorumdur. çünkü ergenlik çığlıkları arasındaki o sözümona farklı olmayı hayal etmelerle, sonrasındaki mesela '68 kuşağının o vurdum duymazlığını yaşamak istemelerden geldiğim nokta, mahallenin top oynayıp terlemiş çocuklarına yaptığı limonatayı içiren hanife teyze olma yoludur.

nihayetinde, sürekli kullandığım kelimeleri bile unutup şaşalamış, konuşamaz hallerimi hayretlerle takip ediyorum. beynim artık kendi kendini silmeye başlamış olabilir. ama ne yazık ki gerçek eternalsunshineofthespotlessmind bu değil.

yazamıyorum da. yazmak için ihtiyacım olan duygu yoğunluğunu aylardan beri bulamıyorum. içimin boşalıyor olmasının iyi hiçbir yanı yok. artık aşık olduğum adamı bana hatırlatacak şeyleri gördüğümde, hatta o adamın fotoğraflarından birine rastladığımda bile kılı kıpırdamıyor duygularımın. bir ayyaş olmak için gerekli tüm şartları sağlıyorum.

geçmişle olan ilişkiyi sorgulamak da bu evin yeni modası. bilgisayar bozulup içindeki yüzlerce fotoğraf, onlarca yazı, kitap bir anda yok olunca dört tekerli bisikletimden düşmüş gibi oldum. (yataktan düşmek de uygun deyim olabilir) zamanla unuttuğum ya da görünce gülümsediğim herşeyi kaybetmiş olmam onların varolduğu gerçeğini değiştirmez fakat realizmle bunca doldurulmuş insanların sadece bu düşünceyle gülümseyebilmesinin mümkün olduğunu sanmıyorum. evet bazı güzel hatta çok güzel anlar yaşandı, onları hatırlamak için bir kaç dondurulmuş saliseye ihtiyaç duyuyor olmak ne yazık. ya da tüm gülümsemelerin bir kaydının olup, hiçbir gözyaşının kayda değer bulunmaması ne yazık. ya da belki bu duygu artık onlara sahip olamadığımın verdiği sıkıntıdır. çünkü realizmle doldurulurken sahip olma hastalığının virüsü de boca edildi zihnimize.

neyse işte.

daha önce kitap okurken kenarına küçük bir işaret koyduğum satırın sayfa numarısını kitabın ilk sayfasına da not düşerdim ki kolayca bulabileyim. şimdiyse kurşun kalemi kalkıp almaya üşenip sayfanın kenarını küçücük kıvırıyorum. iş görmediğini bile bile. çünkü o sayfaya geri döndüğümde hangi satır için katlanmış olduğunu anlamak için tüm sayfayı okumam gerekiyor. sayfayı yarıya indirebiliyorum ama. o satır ilk yarıdaysa yukarıdan, ikinci yarıdaysa aşağıdan katlıyorum. bu bir buluş sayılmaz değil mi? bazı satırlar ise bir süre hiçbir şey ifade etmiyor, örneğin, prag mezarlığında'ki "insanlar sadece zaten bildiklerine inanırlar." cümlesi gibi. bir kaç saniye hiçbir şey ifade etmeyen cümle sonra hikayenin hatırlanmasıyla anlamlanıyor. böyle saçmalıkları niçin yapıyorum?

"hayat çok belalı bir şey - eninde sonunda canını çıkarıyor insanın!" j. berger-buluştuğumuz yer burası
ben bunları yazarken bir bardak soğuk süt, iki fincan sade kahve içtim. ben bunları yazarken süheyla kedi üç farklı yerde yattı, bir kere yanıma gelip ilgi çekmeye çalıştı. en son da bu hallerde:
günler bu kadar sıkıntılı ve temelsizken her an birşeyler yapan insanlara bazen gıptayla bazen yorularak bakıyorum. nasıl, diye sorup duruyorum, bir de neden, ben neden... ama hiçbir şeyin faydası yok. bunu biliyor olmak, kabullenmiş olmak kendimden utanmamı azaltıyor, sonbahardan başka çarem yok. dolayısıyla bekliyorum.

daha önce hiç beklememiş gibi.