19 Ekim 2016 Çarşamba

ekim 20.

bu kadar çok rüya görmek çok iyi bir şey değil, fakat uzun zamandır görmediğim insanları görüp onlara kavuşmuş gibi hissetmek ve hatta onların yanında nasıl hissettiğimi olabildiğince gerçek bir halde yaşamak çok iyi bir şey. 

hayalperest olmak dünyada sahip olunacak en iyi özellik. dünyanın içine bin bir türlü dünya sığdırmak gibi. fakat bu hassas ruhlarımıza zarar veriyor. 

proust okumaya -yeniden- çalışırken uyuyakaldığım kanepede üşürken, ama uykudan kopamazken, onun annesine olan düşkünlüğünün cümlelerinin üzerine battaniye örtüyor annem. "uyuyanın üzerine kar yağar" diyor sonra ve ben artık ısınmış karlarımın üzerinde uyumaya devam ediyorum. 

başka neler var?
uyurken çağırdığımda söylenerek yanıma gelen çok güzel bir kedi, herşeyi daha zor hale getiren nietzsche, hala yol katedemedim faust, devamlı bir şekilde kendimi izlerken bulduğum nuri bilge filmleri ve özellikle uzak, her seferinde yeni bir ayrıntısını keşfedip mest olduğum howl'un yürüyen şatosu, latince dersi, doktorun yememi yasakladığı yiyeceklere duyduğum özlem, yeni kitaplığım ve hayran hayran seyrettiğim kitaplarım var. 

burada canım Eylül bir mim bırakmış. 
aklıma bir sürü karakter geldi, ilk gençlik yıllarımın özellikle büyük sevdaları karakterler. fakat en canlıları dostoyevski'nin yazdığı -ve bir daha kimsenin yazamayacağı- kadın, nastasya filippovna, bergman'a düşümü sağlayan -belki ayağımın takıldığı taş- elisabeth vogler, ve bence birbirinden çok farklı olmayan aylak adam'ın c.'si, godot'yu bekleyen estragon ve vladimir, yabancının meursault'su oldu. bu konu günlerce zihnimde kalır ve "ah şu tabii ki" derim. dedikçe yazarım. 

şimdi koynuna girmek istediğim dünyanın en güzel uykusunu uyuyan bir kadın var. işte burada: