Ben Aylak Kedi iken dünyam
epeyce kırılgandı. Gözümle de duyardım, kulağımla da görürdüm, tenimle de
koklardım. Fazlaca masum ve anlam yüklemeye hazır bir ruh halinde ama çokça
melankolik bir genç kadındım. Hatta çoğu zaman irice bir kız çocuğu çünkü benim
gibiler kadın olmanın ne demek olduğunu anlamak için zamana ihtiyaç duyar,
söylenenler, duydukları, okudukları, izledikleri birikir birikir birikir de
taşar, yetmez ama, o taşanlardan bir anlam çıkartmak bile epeyce zaman. Bana da
lazım oldu. Zaman. Epeyce zaman.
----
Saat beş olmamıştı uyandığımda.
Kafamda bir sürü soru ve senaryo ama bir şekilde eyleme geçemiyor olmanın
sırtımdaki yükü, endişe, telaş, huzursuzluk… Yine de yatakla kavga etmektense
kalkmayı tercih ettim. Kalkıp okudum, biraz yazdım, olmadı. Duş alıp giyindim,
kahve demledim, ne kıyafetim ne de kahve güzel oldu. Kahveyi içemedim,
kıyafetimi değiştim. Sonra biraz geç kalarak evden çıktım, okula geldim. Hava
yağmurlu, çeşitli organizasyonlar, toplantılar var ama benim göndermem gereken
de bir rapor bekliyor. Yok denecek kadar az bir değişiklikle hocama raporu
gönderip sigara yaktım ve bu sigaranın neredeyse günün beşinci sigarası
olduğunu dehşet içinde fark ettim: daha saat 10 bile değil. Yazıktır, günahtır.
Ayrıca ayıptır bu kadarı. Yine de “bırakma” kararı alamıyorum.
Yarım saat önce “iş”lerim biteyazdığında, çılgınlar gibi çalışan oda arkadaşıma çay demlemeyi teklif ediyorum, hak etti çünkü. O üzerine düşen görevi yerine getirmek için enerji harcıyor. Ben? Ben umutsuzca e-postama cevap yazılmasını bekliyorum. Hem de gerçekten umutsuzca.
---
Sabah kahve yerine çay yapıp, dürüst
olmak gerekirse akşam yaptığım ama yorgunluktan bir bardağı bile doğru düzgün
içemediğim çayı ısıtıp, termosuma koydum. Yemek yemeyi benim için sorun haline
getiren okuldan bir şey yememek için evden yemek taşımam şart. Oysa birçok
yemekhane, kafeler ve restoranlar var kampüste. Buna rağmen mi? Evet buna
rağmen.
Termosu evde unutmuşum.
Yanıma glutensiz ekmekle yaptığım
sandviçi ve sebzeli makarna ve fırında kabak-patlıcandan oluşan öğle yemeğimi
almışım, termosu unutmuşum. Mutfak masasında mı salon masasında mı acaba diye
düşünüyorum sabah ofise gelip de elektrikli demliğe sebilden su doldururken. Çay
içesim geçmiyor nedense.
Hem de şöyle bir şey oldu
geçtiğimiz günlerde, S. çay demlerken ona tomurcuk koymasını söyledim, koymuş. Çayı
içerken tadını enfes buluyorum, o da itiraf ediyor: Çaykur’un yeşil çayını
almıştım, aynı tomurcuğun küçük sarı teneke kutusu gibi bir kutuda. Biri alt
biri üst çekmecede. Dalgınlıkla çayın üzerine yeşil çay atmış, sonra da
tomurcuk. Şahane bir keşif, bir süredir aynı şekilde demliyorum çayı ve içerken
çok mutluyum. Denemek için aldığımız kahvelerin tatlarının yarattığı hayal
kırıklığının da etkisiyle aramıza kara kedi girdi, bu durum da çayla olan muhabbetimizi
ilerletti. Zaten ben hiçbir zaman “çay mı kahve mi?” sorusuna pat diye cevap
verebilen bir insan olmadım.
---
Saat 3. Gündüz 3. Saat 1’den beri
kafamı bir yerlere dayamak peşindeyim. Dün geç de yatmadım halbuki. Fakat inanılmaz
bir uykusuzluk hissediyorum. Baş ağrısına direnip ilaç içmiyorum. Dün içtim. Her
gün her gün, hayır olmaz. Eve gitmek istiyorum, evime. Umay Umay’ın “Lütfen eve
dönelim” dediği noktadayım. Sadece evime gitmek, hafif bir roman ile yatağa
girmek ve ağır ağır uyuyakalmak istiyorum. Hepsi hepsi bu kadar…
Toplumun ayrıcalıklı, yani paralı
kesiminin konfor alanı beni inanılmaz rahatsız ediyor. Kıvrım kıvrım
kıvranarak, uykularım kaçarak geçirdiğim süreçlerin bazıları için bu kadar
önemsiz oluşu ne kötü. Doktora danışmanımı seçmek benim için zordu çünkü
pandemiyle bölünen ders döneminde hocalarla temas şansım azalmış, ekran
karşısında onları çok da tanıyamamıştım. Kafamda iki kişi belirmişti, kabul
etmeme ihtimalleri beni çok yoruyordu. Gidip de ikisine de e-mail atmış, metni
defalarca kez gözden geçirmiş, düzenlemiştim. Birinin haddinden fazla öğrencisi
vardı zaten, diğeri kabul etti. Nasıl rahatlamıştım.
Bir vakıf üniversitesinde yüksek
lisans yapan öğrencinin danışmanı ise kendisinin sorunu bile değil, bölümünün
asistanları ona uygun hocayı seçmeye çalışıp hocayla iletişime geçiyorlar. Hoca
da olur ya da olmaz diyor. Öğrenciyi bilgilendirmek lazım bir de. Hı, bu süreç
uzarsa “benim neden hala danışmanım yok” diye sitemli geri dönüşler de olabiliyor
öğrenciden. Müthiş, müthiş bir fark…
Kendimi iyi hissetmiyorum. Hayır hayır,
kendimi hissetmiyorum, hissedemiyorum. Kendimle aram bozulmuş da uzak düşmüşüz
gibi. Bir süredir kafamda sürekli cümleler dönüyor, bir romanın başlangıç cümleleri
gibi. Bazen “Hah! İşte bu muhteşem bir giriş” diyorum kendi kendime, bazen
üzerinde konuşulmaya değer bir şey yok. Kendimi bildim bileli yazıyorum. Aslında
kendimi de yazarak biliyorum. Önce okumaya bile başlamadım ben önce yazmaya
başladım, sonra okur oldum. Ne yazdım peki? ….
Sabah okumak
için yanıma Knut Hamsun’ın Açlık’ını almıştım, fakat kendimi Orhan Pamuk’un
Kara Kitap’ını okurken buluyorum. Onca saçma sapan işin arasında…
Sevgili Elisabeth Volger Jr.
YanıtlaSilSızlanmalarını okurken bir şey çok hoşuma gitti. Aslında iki şey: evet biri yeşil çay ve tomurcuk, onu mutlaka deneyeceğim.
Ama asıl şu sancıyı bu kadar tatlı ve naif ifade edişin…
‘benim gibiler kadın olmanın ne demek olduğunu anlamak için zamana ihtiyaç duyar, söylenenler, duydukları, okudukları, izledikleri birikir birikir birikir de taşar, yetmez ama, o taşanlardan bir anlam çıkartmak bile epeyce zaman. Bana da lazım oldu. Zaman. Epeyce zaman.’
Okuyunca baş selamı mahiyetinde bir yorum göndereyim dedim.
Sevgili Drifter, bu şahane yorum için çok teşekkür ederim. Çayı tavsiye ediyorum, değerlendirmeni mutlaka bilmek isterim :)
SilYorumunda benim de özellikle hoşuma giden bir şey var, "sızlama" dediklerime bir "n" ekleyip "sızlanma" demiş olman, sanırım çok daha isabetli :)
Çok sevgiler