Sivas'a giderken yanıma aldım kitabı. Okuyacaktım niyette. Ordayken ilk öyküyü dahi okumadım. Geri geldiğimde başladım okumaya. Kısacık bir kitap, bir solukta bitiveriyor.
Türk Edebiyatı okumaya başlamam D.'yle başladı sanıyorum. Yusuf Atılgan ve Tezer Özlü'yle. Şimdi Feyyaz Kayacan'ın beş öyküsüyle anladım ki çok geç kalmışım. Bu kadar iyi olacağını okumaya başlarken de tahmin edememiştim açıkçası ki öykü okumakla ilgili ciddi problemlerim var. Tadı damağımda kaldı kitabın daha çok olsaydı keşke öyküler.
CAN ACILARIM HER TAŞIN ALTINDAN ÇIKAR OLDU. s.33
Bir Deli Değilin Defterleri kitabın üçüncü öyküsü. Daha çok olmalı, daha çok olmalı diyorum fakat öykücülüğüne diyeceğim hiçbir şey yok Kayacan'ın, tam kıvamında öyküler. Bizim Deli Değil olmayan karısını düşleyip özlüyor hastahanede, doktor zaten düşman oluyor "senin karın yok" diyerek. Hele sol eli, o sol eli yok mu?! Hep o sol elinin başının altından çıkıyor. Deliyle dahi arasındaki o ince çizgide gelip gidiyor bizim deli değil. Hayır o deli değil, kendisinin de hep söylediği gibi.
Dün de geldi. Onla birlikte cımbızımsı bir ışık sızdı içeriye. Bu ışıkla sözde içimdeki karanlığın kılını çekecek, kapaklandığını söylediği kişiliğimi herkesinkine benzer bir göze, bir ağıza, bir bilince kavuşturacak. Ama herkes ne demek? Gözler birbirine benzemez. Ağızlar başkadır. Bilinçler de öyle. Herkes, değişik kişileri kapsayan bir sözdür. Amasya elması ya da engürü armudu değiliz ki hep bir kalıptan çıkmış olalım. Birbirimize benzeyelim. Delilikler bile birbirine benzemez. Bu son lafları doktorun önünde edecek olsam hemen elkışlar beni. Aferin, der, bak artık sen de anladın. (s.25)
Güneş açmıştı bahçede. Budalalıktı onunkisi. Ne yaptığını bilmiyordu. Aydınlatacak daha başka bir yer bulamaz mıydı? Hiç kimse ışık tutmasın, şamdancılık etmesin acılarıma. (s.36)
Dün gece uyandım. Karanlıkta sol elimin kıkır kıkır güldüğünü duydum. Uykuyu bile siper edinmemi istemiyor. Oysa bir uykusuzluğun düşünü görmekteydim rüyamda. (s.37)Burası en çok hoşuma giden yerdi sanırım defterlerde:
Sözcüklerin ta ardında, uzağında bir yere gitmek isterdim, alacaklı kuşkuların,beynimde bağdaş kuran uykusuzlukların derilmediği. Başımı sokacak bir boşluk arıyorum. Konuşmayan, düşünmeyen, yazısız, alfabesiz bir boşluk.BANA BAKIN BENİM ADIM GİZLEM VE BEN DE MUTLU OLMAK İSTİYORUM
Mutsuzluğun geliri olmamalıdır sözcükler. (s.39)
Gizlem'in kelime anlamını bilmiyorum. Ben de çağrıştığı şeylerin yanı sıra öyküdeki Gizlem karakterinin yarattığı anlamla kalsın zihnimde, ötesine gerek yok. Bazen insanların anlam yüklediği kelimelerin yine bazı insanların canını çok yaktığını düşünüyorum. Geri zekalı! Evet. Aslında sadece zihinsel bir özrü tanımlaması gerekirken ne kadar aşağılık bir sözcük oluvermiş. Gizlem geri zekalı. Annesi onun bebekken bir sabah delirdiğini düşünüp acele elden doktoru arıyor, doktor geldiğinde mışıl mışıl uyuyor Gizlem, uyandığındaysa herşey normal. Sekiz yaşına kadar hiçbir sorun yok hatta. Bu sekiz yıllık dönemi annesi, sonradan yaşayacağı cehennemin cenneti olarak görüyor. Annesi, tuhaf, felsefe okumuş bir kadın. Adının Seda olmasının da bir anlamı var bence. Gizlem hırçın, onu, günlüklerini okurken "ben de mi geri zekalıyım acaba" diye düşünmedim değil. Olabilir. Üst düzey bir bencilliği var Gizlem'in ve bence Kayacan normal insanlara gönderme yapıyor. Gönderme yaptığı fikri içimi gıcıkladı, kovmak istedim, "bakın böyle yapan insanlar ancak geri zekalılardır, böyle davranmayın!" der gibi.
Gizlem yalnız. Yalnız olmak istemiyor fakat ne zaman yanına biri gelse onu kaçıracak herşeyi yapıyor. Pek tabii farkında olmadan. İnsanların hayatında kendisinden daha önde hiçbir şeyin bulunmasını istemiyor. Arkadaşları kaçıyor bir müddet sonra ondan. Geriye kalan hep annesi, ve en çok yıpranan tabii ki annesi. Bütün samimiyetine rağmen Gizlem'in kendince en büyük düşmanı da annesi.
-Hayır doktorun saptaması yerindeydi. Bugün için de tutarlı. Yalnız bir yere dek. Gizlem hala sekiz yaşındaki bir kızın ağzıyla, sesiyle konuşuyor. Ama sesini unutup, içini haykırırken dile getirdiği anlatı, hatta açıklama düzgünlüğü ve zenginliği üzerinde duracak olursan durum değişiyor. Kişiliğinin olgunluktan hiç de yoksun olmadığını görüyorsun. Ama bir acının bir mutsuzluğun olgunluğu. Beni allak bullak üzen, yüreğimi parçalayan işte bu dengesizlik, uyuşmazlık. Gizlem'in kendini anlatırken, içindeki düğümlenmeleri dışlarken doğru sözlükleri bulmakta hiç güçlük çekmeyen Gizlem'in olgunluğu ve ona koşut giden çocuksuluğu ve geri zekalılığı. Geri zekalılığı, bu iç tıkanmalarına çıkaryol bulmak isteyince baskın yapıyor. Yani çıkmazlarını görecek denli zekası var. Ama görmekle yetinmek istemiyor. Gidermek de istiyor. O zaman kendini zorluyor. ... Herkesin içinde boşluklar çıkabilir, görünebilir. Bunları zamanla doldurmanın yolu vardır. Bir yaranın kapanması gibi. Bir de doldurulamaz türden boşluklar var. Gizlem'inki bunlardan. Ama direniyor işte. Direniyor. Yaşamadan yana bir inatçılıktır ki hakkıdır bence. Güncel diyebileceğimiz boşlukları bile kaçımız doldurabiliyoruz? Yüzümüze gözümüze bulaştırıyoruz herşeyi. ... (Seda) (s.83-84)
Bellek çok garip bir araç. İnsan kendi yanlışlarını, olumsuz davranışlarını kendi bilinci önünde eleştirmeye giriştiği zaman, bellek dosyalı bir soruşturma memuru gibi çıkageliyor. Kişi çoğunlukla kendine yönelttiği eleştirilerde yumuşaklığa eğilimlidir. Bellek o hakkı pek tanımıyor bize. Kaçamak yollarımızı kapatıveriyor, yadsınması olanaksız gerçekleri yolumuza sererek. (s.96)Diğer üç öykü kısa, ama önemsiz değil, hoş. Hiç umulmadık yerde öyle cümleler çıkıyor ki karşınıza kalıyorsunuz öyle bir dakika. Herşeyiyle özel bir kitap, gerçekten.
***
Iwo Jima'dan Mektuplar'ı izledim ilk başta. Filmlerin konusu bariz, ama ikisinin beraber olmasıyla ilgi birşey bilmiyorum dvd içindeki bölümü izleyene kadar.
Meğer ilk önce Atalarımızın Bayrakları yapılmış. Eastwood bu filmi yaparken konuyu bir de karşı taraftan anlatmak istemiş. II. Dünya Savaşında Amerika'nın Japonlar'ın Iwo Jima'ya girişini ve yaşanan kanlı savaşı hem Amerikalılar gözünden hem de Japonlar gözünden anlatan filmler. Fikir bayağı hoşuma gitti öğrendikten sonra.
Iwo Jima'dan Mektuplarda öyle birşey var ki bir yere kadar normal bir savaş filmi izliyoruz. Çekimleri, karakterleriyle film sarıyor insanı. Bitişine yakın evet iyi bir savaş filmiydi de, iz bırakmaz ki bu bende diyecek oldum, son darbe ondan sonra indi. Eastwood tarzı çarpıcı bir son, beklenmedik mi demeliyim, bilmiyorum ama öyle bir çarpıyor ki tek bir sahnesiyle, kalakaldım ben.
Japonlar savaş daha başlamadan hiçbir şansları olmadıklarını biliyorlar kazanmak adına. General Kuribayashi'nin bu göreve atanmasından memnun değiller, ama bu savaşı onurlu, gerçek bir mücadele haline getiren Kuribayashi oluyor.. Herkesin karşı çıktığı ve umutsuz bir çaba olarak gördüğü tekniğiyle uzun süren bir mücadelenin kaynağı oluyor.
Kuribayashi'nin savaş öncesi Amerikalılarla olan ilişkisi de başka güzel bir ayrıntı. Toplantıda Amerikalı bir kadın soruyor Generale, Amerika ve Japonya'nın da içinde bulunduğu bir savaş çıksa ne yaparsınız, diye. Kuribayashi iki ülkenin çok iyi müttefik olacağını söylüyor. karşı karşıya geldiklerinde ülkesinin şerefi için savaşacağını da ekliyor ama iki ülke arasında çıkacak bir savaş ona uzak bir ihtimal gibi görünüyor. Bir başka ayrıntı ise aynı toplantıda ona hediye edilen bir Amerikan silahını Iwo Jima savaşı boyunca belinde taşıyor olması.
Üzerinde durulması gereken bir başka karakter Saigo. Evinden, hamile karısından alınıp savaşa katılma sözümona onuruna erişiyor. Onun karısına yazdığı mektuplar o kadar güzel. Onun mücadelesi o kadar güzel. Onun hayalleri o kadar güzel. Onun Kuribayashi'ye olan inancı, güveni ve sadakati o kadar güzel. Ve zaten filmi anlamlı yapan şeye sebep oluşu ...
Atalarımızın Bayrakları kurgusal açıdan daha yoğun bir film. Adada yapılan savaşın yanı sıra savaşın halk üzerinde yarattığı psikoloji ve parasal yardım sağlamak için kullanılması -acı ama gerçek- çok güzel verilmiş.
Bir fotoğrafla başlıyor herşey. Zafer simgesi olarak Amerikan bayrağının Iwo Jima'ya dikilişini gösteren bir fotoğraf. Savaştan bıkmış halkın bir fotoğrafla yeniden umutlanması amaçlanıyor. Başarılı da. Olayın trajikomik yanı ise aslında fotoğraftaki bayrağın dikilen yedek bayrak oluşu ve o fotoğrafın dikilmesinden sonra savaşın 35 gün daha sürmesi. Ve kahraman olarak ilan edilen kişilerin bile yanlış olması. Yaşayan üçünden en çok dikkat çeken Kızılderili Ira. Ira içlerinde belki de en şereflisi belki tek kahraman bana kalırsa. Bir tek o kabullenemiyor olanları, kendilerini kahraman edilmesini, bütün o savaş saçmalıklarını.
Bir şekilde savaşlar toplu bir yenilgiyle sonuçlanıyor. Ölen insanların yanında boylu boyunca yatan insanlık ve bütün o kahramanlık zırvaları...
Bu film aslında madalyonun öteki yüzü.
Kahramanlar bizim yarattığımız, ihtiyacımız olan kişilerdir.
hiç senin ki gibi bir kaç kitap okuyamadım. nedense tek bir kitapla yatıyorum, kalkıyorum. bahsettiğin filmi seyretmiştim, tekrar senden okumak güzel...
YanıtlaSilben de tek kitap okumadım hiçbir zaman.
YanıtlaSilYazılarını okumaya doyamıyorum, doyamıyorum, doyamıyorum.. :)
YanıtlaSilcanım, çok teşekkür ederim :)
YanıtlaSilAyfer Tunç, Feyyaz Kayacan'ın Bir Deli Değilin Defterleri üzerine çalışırken (Ubor Metenga için)Samsun'daki bir akıl hastanesinin tarihiyle karşılaşıyor ve "Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi"ni yazmaya başlıyor. Mutlaka okumalısın onu da :)
YanıtlaSilpaylaştığın için çok teşekkür ederim :)
YanıtlaSilmerhaba
YanıtlaSilkitabı pek merak ettim, yazdım adını bir yere, özellikle şu, “onla birlikte cımbızımsı bir ışık sızdı içeriye” diye başlayan paragraf ne etkili, bir de “hiç kimse ışık tutmasın, şamdancılık etmesin acılarıma.”
sevgiler.