23 Şubat 2011 Çarşamba

Nastasya Filippovna



Budala!


        Prens bir adım, bir adım daha attı ve durdu. Yatağın başında öylece iki dakika kadar durdu; ikisi birden hiç konuşmadan duruyorlardı. Kalbinin vuruşları, odanın ölüm sessizliğinde herkes tarafından duyuluyormuş gibi geliyordu Prense. Gözleri karanlığa alışınca yatağı ve yataktakileri ayırt etmeye başladı: yatakta boylu boyunca uzanmış, kımıltısız uyuyan biri vardı; en ufak bir hışırtı ya da soluk sesi duyulmuyordu. Uyuyanın üzerinde başından ayaklarına dek beyaz bir çarşaf vardı; ama kol ve bacak kabartıları belirsizce de olsa seçilebiliyordu. Etraf dağınıktı: yatağın ayak ucunda, hemen oracıkta duran koltukta, yerlerde giysiler, -özellikle de göz alıcı beyaz ipek bir giysi- çiçekler, danteller, tüller, kurdeleler görünüyordu. Yatağın başucunda duran küçük sehpada gelişi güzel fırlatılmış pırlantalar ışıldıyordu. Ayak ucunda, beyaz bir dantel yığını arasından, mermerden yapılmışı andıran çıplak bir ayak ucu görünüyordu; korkunç hareketsiz bir ayaktı bu. Prens manzaraya baktıkça odadaki sessizliğin ve ölüm havasının daha bir koyulaştığını hissediyordu. Birden uyanan bir sineğin vızıltısı duyuldu, hızla uçup yatağın başucuna konan sinek sustu; Prens ürperdi.

Yürek Söken !



    Ne kadar kaygılıyım, dedi kendi kendine, pencereye dirseklerini dayamış olan Clémentine.
    Bahçe güneşte yanıyordu.
    Noel'in, Joel'in ve Citroen'in nerede olduklarını bilmiyorum. Şu sırada kuyuya düşmüş, zehirli meyvelerden tatmış, yolda çocuğun biri bir yayla oynuyorsa gözlerine bir ok yemiş, bir Koch basili önlerini kesmişse vereme yakalanmış, çok keskin kokulu çiçekler koklayarak kendilerinden geçmiş, kısa süre önce akrepler ülkesinden dönen ve köyden bir çocuğun büyükbabası olan ünlü kaşifin getirdiği bir akrep tarafından sokulmuş, bir ağaçtan düşmüş, çok hızlı koşup bacaklarından birini kırmış, suda oynarken boğulmuş, yardan inerken yuvarlanıp boyunlarını kırmış, paslı bir telle derilerini çizip tetanosa yakalanmış olabilirler .... /s.137/

    Bu lanet memlekete gömülmeye geleli altı yıl üç gün iki saat oldu bile, dedi Jacquemort kendi kendine aynada kendini seyrederken.
    Orta karar uzunlukta duruyordu sakalı. /s.157/

    Allak bullak olan Jacquemort, arkasına hiç dönmeden uzaklaştı. Dönseydi, bir fırlayışta göğe yükselen ve rahat rahat gülebilmek için, bir bulutun arkasına saklanan üç küçük siluet görürdü. Gerçekten anlamsızdı büyüklerin sorunları. /s.184/

Boris Vian - Yürek Söken

15 Şubat 2011 Salı

Schindler's List


     Aslında kimse zorlayamaz bizi birşeyler yapmaya. Biz zorlandığımızı bahane ederiz. Belki ben son zamanlarda bu kadar kendimle başbaşa olmasaydım başka şeyler söylerdim ama elimden başka türlüsü gelmiyor. Ellerimi uzattığım adam arkasını dönmüş gitmiş, anneme daha doymadım ben günlerim tek haneye düşmüş, kitaplarda insanlar ölüyor, insanlar mutsuz, filmlerde insanlar ölüyor, bazıları kahraman, ben neredeyim peki? Ben bir yerde miyim?
    Çok fazla film izleyen bir insan değilim ben, belki ondan bu kadar geç izlemişim bu filmi. Ama bu filmi şimdi izlediğim için çok memnunum. Doğru zaman...

***

-Neden bu kadar çok içiyorsun? Şarap damarlarından hiç eksik olmuyor. Günün birinde beynin bir elbombası gibi patlayacak.
-Seni sürekli izliyorum, seyrediyorum. Sarhoş değilsin. Demek kuvvetli bir iraden var. İrade güç demektir. Evet! İşte buna güç denir.
-Bu yüzden mi bizden korkuyorlar?
-Onları istediğimiz gibi gebertebildiğimiz için korkuyorlar.
-Onları öldürme hakkına sahip olduğumuz için bizden korkuyorlar. Suç işleyen birini cezalandırabiliyoruz. Adamı öldürtüp kendimizi iyi hissedebiliyoruz. Hatta onu kendimiz öldürünce daha da mutlu oluyoruz. Aslında buna güç denmez. Adalet denir. Güç farklı birşeydir. Öldürme yetkisine sahip olup da öldürmüyorsan güçlüsündür.
-Demek sence güç bu?
-Sana bir imparatordan söz ediyim. Adamın biri hırsızlık etmiş, onu imparatorun yanına getirmişler. Adam imparatorun ayaklarına kapanmış ve affedilmesi için yalvarmış. Öleceğini biliyormuş. Ama imparator onu affetmiş. O değersiz adamı serbest bırakmış.
-Sen galiba sarhoşsun.
-İşte güç bu Amon! Güç buna denir.
***


Gerçek, her zaman doğru cevaptır Helen.

13 Şubat 2011 Pazar


Kar şehrin kirinin, çamurunun ve karanlığının, 
örtülerek unutulduğu bir saflık duygusu 
uyandırırdı hep onda ama...
O.Pamuk, Kar

4 Şubat 2011 Cuma

çok güzel kitap isimleri



En sevdiklerimin başında gelen, Göçmüş Kediler Bahçesi - Bilge Karasu. Eh Bilge Karasu kitabı olur da ismi kötü olur mu? Bakınız: Ne Kitapsız Ne Kedisiz, Lağımlar Arası ya da Beyoğlu, Gece, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı...

Hasan Ali Toptaş da kitap ismi konusunda bence çok başarılı, iç okşuyor. En sevdiğim, hiç şüphesiz, Bin Hüzünlü Haz. Diğerleri: Bir Gülüşün Kimliği, Yoklar Fısıltısı, Kayıp Hayaller Kitabı..

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim (J. Greenberg) en sevdiğim kitap isimlerinden bir diğeri. Ekmek Arası (C. Bukowski), Marquez'in en sevdiğim kitabı Benim Hüzünlü Orospularım -Yüzyıllık Yalnızlık da hatırlamaya değer-, Nietzsche Ağladığında (I. Yalom), Aylak Adam -tabii ki- (Y. Atılgan), Tutunamayanlar (O. Atay), Mahrem (E. Şafak), Yalnızız (P. Safa), O (Ferit Edgü), Gün Olur Asra Bedel (C. Aytmatov) okuduğum kitaplar arasında adını en çok sevdiklerimden aklıma gelenler.

Dostoyevski'yi ayrı bir başlık altında incelemek lazım gelir, Öteki, Budala, Ölüler Evinden Anılar, Yeraltından Notlar, İnsancıklar, Beyaz Geceler...

Perec'in Kayboluş, Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi, Şeyler, Yaşamı Kullanma Klavuzu, Doğdum ve Uyuyan Adam...

James Baldwin de bu işte oldukça iyi bence, Bundan Sonrası Ateş, Ne Zaman Gitti Tren, Sokağın Dili Olsa...

Boris Vian'ı atlamamak lazım, Mezarlarınıza Tüküreceğim, Günlerin Köpüğü, Yürek Söken, Ve Bütün Çirkinler Öldürülecek...
 

Leonard Cohen'in Görkemli Kaybedenler kitabı, Palahniuk'ın Gösteri Peygamberi, Kafka'nın Dönüşüm'ü, Şolohov'un Ve Durgun Akardı Don'u, İhsan Oktay Anar'ın Puslu Kıtalar Atlası kitabı, Golding'in Sineklerin Tanrısı, Kazancakis'in Günaha Son Çağrı'sı diğer aklıma gelenler.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Hasan Ali Toptaş - Uykuların Doğusu


    Elime alıp alıp bıraktığım bir kitap, bir kaç yıl sonra öyle bir yerleşti ki içime, hayret edersiniz. Cümlelerin, o bitmeyen "ve"lerin, virgüllerin içinde rahatsız bir huzuru yaşadım.

    Kafası ne kadar dolu bu adamın, diye düşündüm hep. Öykü içinde öykü zincirlemeleriyle, iç okşayan geçişleriyle, kendisinden çok Haydar'ı sevdirmesiyle mayışıp kaldım öyle, uyuştum. Alaaddin vardı yıllar önce Bin Hüzünlü Haz'da, Haydar Alaaddin'i geçti. Daha çok sevildi, yüzümde daha kalıcı bir gülümseme bıraktı kuşkusuz.

    Hasan Ali Toptaş'a gelince... Ne kadar sert bir adam gibi duruyor aslında. Hiç taviz vermeyecek bir adam gibi. Ama "ama"sı var. Ve öyle adamları ben çok seviyorum. Ve, bir mesafe var aranızda. Soğukluk, resmiyet gibi değil. Ama bir mesafe var, batmıyor pek insana, öyle yüz buruşturtmuyor. Kim bilir belki de çok daha farklı bir adamdır.

    Şimdi ben uykusuzluktan yanan gözlerimle, kitabı bitirmiş olmanın vediği mutlulukla biraz da, uyumaya gidiyorum. Rüyamda da Haydar'ı görmek istiyorum. Ben ona mızıka çalarım.

    ... Herkesin içini ferahlatan güneşli bir günün, kimi zaman burnundan kıl aldırmayan ceberut bir bölüm şefi kılığında gelip elindeki çantayla birlikte kolidorun sonuna doğru yürüdüğü, oradaki odalardan birine girdiği, kapıyı çat diye kapatıp anlaşılmaz bir öfkeyle masaya oturduğu ve bir daha da hiç dışarı çıkmadığı olmuş bu yüzden. Her yanı mavi pırıltılarla kaplı geniş bir haftanın, uzaklığı insanın içine dokunan karanlık bir çınar halinde, bahçedeki çınarların içinde aylarca uğuldadığı olmuş. Günler arasından gelen bambaşka bir günün, bu çınarın dallarına tüneyerek yaralı bir kuş gibi haftalarca sessiz sedasız baktığı olmuş sonra. Koskoca bir ayın, eski kışla binasının yakınlarından bir kaç çocuk suretinde gülüşe gülüşe geçip gittiği olmuş. Bu kargaşa böylece devam ederken bazı günlerin hiç olmadığı olmuş hatta, bazı haftaların hiç gözükmediği, bazı ayların da ne kadar büyük bir umutla beklenirse beklensin oralara hiç gelmediği olmuş. ... s.12