28 Mart 2011 Pazartesi

Sandalda Akşam Yemeği

Geri geleceksiniz,
Sizi almam için geri geleceksiniz bayım. 
Siz evet, bıyıklı olan.

Bazen kocaman kocaman eller yağıyor gökyüzünden, görüyorsunuzdur. İnsanlar kaçar. Ben altında durup bir elin üzerime düşmesini beklerim, yakamdan tutup beni yukarı çekeceğini sanırım. Ama insanlar kaçar. Sorun değil. 

Aslında hava sıcacık. Ama karşıyı göremiyorum ben şuan. Sis kapladı ortalığı. Sabah da soğuktu. Öğlen fazlasıyla sıcak. Şimdi güzel hava. Havadan sudan konuşmak her zaman için bütün insanların işine gelir. Çünkü sizi tanımıyorum. Siz de beni. 

Biriktiremedim. En sonunda aldığım tedbirlere ve verdiğim kararlara rağmen o kızı özlüyor olduğuma karar verdik. Dedim ki: "Bir daha asla yaşayamacağımı bildiklerimin etkisinin yokolmasına hele hele acı çekmemek gibi bayağı bir sebep uğruna kaybolmasına müsaade edemem!" Sorun değil ama. Sorun yok. 

Kediler her yere kokularını bırakırlar. Ben de göz izlerimi bırakıyorum. Baktığında bakmış olduğumu duy ve peşime düş diye. Yalan söylemiyorum. Yalanlardan uzağım. Beklemiyorum, beklentiler bana uzak. Yalnızca birşey var. Söyleyemediğim birşey. 

Çünkü benim insanlarla konuşmam zaman alıyor. Alışmam gerekiyor bakışlarına, ellerine ve varlığıma verdiği tepkilere. Henüz alışamadan... Neler söyledim böyle.

Şimdi ben gidiyorum. Gelin diye.


22 Mart 2011 Salı

Mendilimdeki Bazı Diğer Sesler



Aber das ist eine Schweinerei!

Neyse. Herneyse. Her kimseyse neyse.. Bilemiyorum.

"...
her yere yetişilir
hiç bir şeye geç kalınmaz
çocuğum beni bağışla
ahmet abi sen de bagışla...

boynu bükük duruyorsam eğer
içimden böyle geldiği için değil
ama hiç değil
ah güzel ahmet abim benim
insan yaşadığı yere benzer
o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
suyunda yüzen balığa
topragını iten çiceğe
dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
konya'nın beyaz
antebin kırmızı düzlüğüne benzer
göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
denizine benzer ki dalgalıdır bakışları
evlerine, sokaklarina, kosebaslarina
öylesine benzer ki
ve avlularina

(bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)

ve sözlerine

(yani bir cep aynası alım-satımına belki)

ve bir gün birinin bir adres sormasına benzer
sorarken sorarken üzünçlü bir ev görüntüsüne
camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
öyle bir cigara yakımına, birinin gazoz açmasına
minibüslerine, gecekondularına
hasretine, yalanına benzer

anısı ıssızlıktır
acısı bilincidir
bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
gülemiyorsun ya, gülmek
bir halk gülüyorsa gülmektir

ne kadar benziyoruz türkiye'ye ahmet abi...
bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
dirseğin iskemleye dayalı

-- bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --

cigara paketinde yazılar resimler
resimler: cezaevleri
resimler: özlem
resimler: eskiden beri

ve bir kaşın yukarı kalkık
sevmen acele
dostluğun cabuk
bakıyorum da şimdi
o kadeh bir küfür gibi duruyor elinde...

ve zaman dediğimiz nedir ki ahmet abi
biz eskiden seninle
istasyonları dolaşırdık bir bir
o zamanlar malatya kokardı istasyonlar
nazilli kokardı

ve yağmurdan ıslandıkça edirne postası
kil gibi ince istanbul yağmurunun altında
esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen

kadının ütülü patiskalardan bir teni
upuzun boynu
kirpikleri
ve sana ahmet abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
sofranı kurardı
elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
cezaevlerine düşsen cigaranı getirirdi
cocuklar doğururdu

ve o çocukların dünyayı düzeletecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
o çocuklar büyüyecek
o çocuklar büyüyecek
o çocuklar...

bilmezlikten gelme ahmet abi
umudu dürt
umutsuzlugu yatıştır
diyeceğim şu ki
yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
çocuklar, kadınlar, erkekler
trenler tıklım tıklım
trenler cepheye giden trenler gibi
işçiler
almanya yolcusu işçiler
kadınlar
kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
ellerinde bavullar, fileler
kolonyalar, su şiseleri, paketler
onlar ki, hepsi
bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
ah güzel ahmet abim benim
gördün mü bak
dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
ve dağılmış pazar yerlerine memleket
gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
gelse de
öyle sürekli degil
bir caz müziği gibi gelip geciyor hüzün
o kadar çabuk
o kadar kısa
işte o kadar...

ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar
diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar

mendilimde kan sesleri...


 Edip Cansever

20 Mart 2011 Pazar

Kumrular

Lafı geçmiştir belki daha önce, çünkü geçen yaz da kumru ailesi yeni bir kumru getirdiler dünyaya bizim balkonda. Önce gelip gittiler bi kaç hafta. Yerin uygun olup olmadığını anlamaya çalıştılar sanırım. Sonra bizim kombinin üstüne dal taşımaya başladılar. Bunları ağbimle gülerek anlattık insanlara. Dişi olan yerleşti tabii yuvaya sonra. İki yumurta vardı. Bir yavru oldu. Tabii yaklaştırmıyorlar yanlarına. Hemen bir telaş, biz de korkutmamak için pek ilişmedik açıkçası. Nöbetleşe gelip gidiyorlardı.Daha doğrusu hep anne olan bekliyordu yumurtayı ama bazen çıkması gerekiyordu -ne için? bilmiyorum- o zamanlar o benim evde taklit ettiğim sesiyle çağırıyordu kocasını geliyordu o da.

Sonra batırdıkları balkonu annemin görmesinden ve gazabından korktuğumuzdan o bir hafta içinde kocaman olup uçan yavrunun hemen ardından kombiyi de balkonu da temizledik. Kış boyu pencere kapalı olduğu için gelemediler. Arada bir açınca hemen geliyorlardı o ayrı.

Şimdi yine, yeni bir yavru için balkonumuzdalar. Anne yine bekliyor. Bazen çağırıyor kocasını gelmiyor. Feminist damarım tutunca "Bak gelmiyor o kocan olacak! Kim bilir hanki kuşun peşinde" diye gaz veriyorum bizimkine. Ağbim gülüyor kumrunun oralı olduğunu samam.

Yavrular yumurtadan çıkınca öyle hızlı büyüyorlar ki inanamazsınız. Bir hafta önce gördüğünüz kafasını tutamayan, parkinsonlu gibi sürekli titreyen yavru kumru bir hafta sonra kanatlarını açıp annesini kanatlarının altına alabilecek kıvama geliyor. Bir iki denemeden sonra uçuyor. Bu yeni yavruyu da merakla bekliyorum. Bunun gelişimini daha yakından takip etme planlarım var.




18 Mart 2011 Cuma

sorular

Aslında saat 8 buçukmuş. Ama ben telefonun ekranına bakım 10 buçuk görünce hayret ettim. Ne zamandır ben hep 8-8 buçuk gibi uyanıyorum. Şikâyetçi değilim.

Nedense son günlerde şikâyet etmeye mecalim yok. Yıllar geçiyor ve hiçbir şey değişmiyor ve insan beyni birşeylerin değişmediğine, değişmeyeceğine bir türlü ikna olmuyor. Ve başkalarının da bunu hissetmesi insanı rahatlatmıyor.

            Bana bakıyor. Yol boyu. Ne bakıyorum ne de merak ediyorum. Hiçbir şey. Kelimenin tam anlamı vardır ya. Öyle. İnsanların –mecburen- konuşması gerektiğine ikna oluyorum. Hiç ilgilendirmese de kimseyi, anlatıldıktan hemen sonra unutulsa da, özelliği olan anıların –çok komik? ya da çok üzücü?- anlatılması gerek. O zaman diliminin öyle doldurulması gerek.

            Bazen ait olduğum yeri ilk görüşte tanırım gibi hissediyorum. Bazen “O”nu ilk görüşte anlarım gibime geliyor. Bazen romanımı bir günde yazarım sanki. Bazen parmağımı oynatsam herşey çok daha güzel olacakmış gibime geliyor. Parmak oynatmak bu kadar zor olmasaydı eğer…

            Güneşle açıyorum gözlerimi kaç gündür. Öyle değişik bir şey ki… Kendimi sahile atıyorum. Her gün gördüğüm insanlara artık alışan gözlerim eksikleri de hissediyor. Konuşuyorlar arkadaşlarım ve bazen en çok ben, gülüyoruz ve bazen en çok ben. Güneş parlıyor biz geziyoruz. Güneş parlıyor biz yemek yiyoruz, nargile içip eğleniyoruz. Güneş parlıyor ve annem arayıp mutluluktan gözyaşı dökmeme sebep olacak haber veriyor ve ben o sesi duyup huzur doluyorum. Güneş parlıyor ve biz akşamları dışarı çıkıyoruz. Konuşmak zorunda oluyor her an biri. Gülmezsek olmaz bir an. Gülmeliyiz. Ve güneş parlıyor, herkes iyi herkes güzel görünüyor.

            Ders çıkışı biri “yağmur” diyor. “Ne?” diyorum, “yağmur” diyor. Üzerime kocaman taneler düşüyor, ahmak ıslatan. Gülmüyorum, gülümsüyorum. Konuşmuyorum, hissediyorum. Hayat bazen sadece bir yağmur damlasına ihtiyaç duyduğunuzu gösteriyor size ve yağmuru yaratana teşekkür ediyorsunuz.
            Ama yağmura aşığım.

14 Mart 2011 Pazartesi

Oğullar ve Rencide Ruhlar - Alper Canıgüz

Kolay değil, "Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar." cümlesiyle başlayan bir roman bu en nihayetinde. Beş yaşında bir çocuğun anlattığı bir roman. Ben de onun cüce olduğunu düşünüyorum aslında. Neyse.

Murat Menteş'in güzel ama özgün -maalesef- olmayan Dublörün Dilemması romanından sonra Alper Canıgüz'ün romanını biraz çekinerek aldım. İyi vakit geçireceğime tabii ki emindim de ardından "zaman kaybı oldu" fikrinin doğması o kadar can sıkıcı bir durum ki benim için, çekindim işte. Biraz mola gibi oldu bu roman.

Dahi bir veletin kafansında olmak biraz sinir bozucu tabii, dahi olan biri öyle düşünmeyebilir gerçi -dahi olan bu romanı okur mu zaten?- neyse işte.

Diyebileceğim şey şu, rasladığım zaman Canıgüz'ün diğer romanlarını da alırım kesin. Bu da fikrimin ne olduğunu anlamak için yeterlidir zaten.

* *
"O zaman, nedense, insanın Tanrı'yı görmeye katlanamadığı için ışığa ihtiyaç duyduğu gibi tuhaf bir fikre kapılıverdim. Karanlık Tanrı'nın ta kendisiydi. Size şah damarınızdan daha yakın, her yerde olan ve gören, her zaman sizi sarmalayan başka kim olabilirdi ki? Siz onu göremezdiniz çünkü ışığın ardına saklanırdı. Sarhoş edici güzellikteki kokuyu içime çekerek bu "aydınlanmanın" tadını çıkarıyordum ki elim duvarda bir ışık düğmesi buluverdi. Salise düşünmeksizin bastım." s.100

"Adalet denen şey bir yalandan ibaretti. İnsanlar suç işledikleri için değil suç işlenmemesi gerektiği için cezalandırıyordu." s.118

"İnsan yüreği bir sarkaç gibidir işte böyle. İstediği noktaya ulaştığı anda tüm hızıyla tam tersi tarafa kaymaya başlar." s.122

7 Mart 2011 Pazartesi

Uyuyan Kadın III


Gözlerinin içine bakıyorlar. Sana sorular sorup cevaplarını dinliyorlar. Sözcüklerinin onlar için önemli olduğunu sanıyorsun. Düşüyorsun. Devamlı düşüyorsun.

Bulanık görüyorsun. Bulanıklık mideni bulandırıyor. Uzaklara bakamıyorsun. Hâlbuki en çok özlediğin şey uzak. Ama bakamıyorsun. Bakmak için ısrar edersen düşersin, biliyorsun. Kısacık uçurumlarda ölürsün. Kimse üzülmez, onlara da üzülmediler. Seni tanımıyorlar, onları da tanımadılar. Cümlelerinin yapısal bozukluklarına aldırmadan, hiçbir acı duymadan, sadece nefes almak istiyorsun. Yapamıyorsun. İçin kanıyor. Ayakların uyuşuyor. Düşüyorsun. Durmadan düşüyorsun.

Sonsuz bir boşluk uzanıyor ayaklarının altında. Varlığını bilmediklerinin yokluklarını hissediyorsun. “Dinle” diyorlar sana “düşüncelerini dinle” diyorlar, sen boğuluyorsun. Sadece düşüncelerinin ağırlığında düşüyorsun. Atabilseydin üzerinden bir iki tanesini yere çakılmazdın biliyorsun. Ama bir eksiltsen bin artıracaksın. Düşmekten kaçış yok, hissediyorsun. Ölüm bir son değil. Sen de onlar gibi dur durak bilmeden düşüyorsun.

Düşünmek istemiyorsun.
“Düş”ünmek istemiyorsun.
Elinden başka bir şey gelmiyor.
“Düş”üyorsun.
Hatta üşüyorsun. 


L'illusionniste








Belleville'de Randevu unutulacak gibi değil, Sihirbaz ondan altta kalmıyor.

5 Mart 2011 Cumartesi

The King's Speech


The Fall







 
Bazen insan ruh haline çok uygun filmleri bilinçsiz olarak seçip izler. Bugün ya ben nasıl bir ruh hali içinde olduğumu bilmiyorum ya da filmlerden kendime konsantre olamadım.


R. Carver - Katedral


O kör adam, karımın eski bir arkadaşı, gece yatıya kalmak üzere bize gelecekti.
...

Sonra, "Sanırım oldu," dedi. "Başardın. Hadi, şimdi bir bak. Ne düşünüyorsun?"
Ama ben gözlerimi kapalı tutuyordum. Biraz daha öyle kalmak istedim. Sanki böyle yapmam gerekiyormuş gibi hissediyordum.
"Eee," dedi. "Bakıyor musun?"
Gözlerim hâlâ kapalıydı. Evimdeydim, biliyordum, ama herhangi birşeyin içindeymişim gibi hissetmiyordum.
"Bu gerçekten de müthiş," dedim.