30 Mart 2012 Cuma

"Beni Bütün Deliler Dışladılar, Akıllılar Arasında Yerim Yok!"

Hey akşam vapuru, sana mı kalır dünya?
Ben o yağmurlu iskeleye inmem. İnmem!**
Kadıköy.
Yağmur yağıyor.Sessizlik.
Sırası geldikçe yaşanıyor olaylar. Bazan sırası gelmeyen olaylar yaşanıyor, kırılıyoruz. Kırmızı soluklar alıp veriyorum. Böyle olmamalıydı.
"Yazamıyorum Elif."
Bazı cümleler kulaklarda çınlar. Bazı şarkılar dilinize sarılır, saldırır. Bataklık gibidir. Bazı şarkılarda tarih yatar. Sayfalarca yazılmış anı defterlerinden daha etkilidir bir şarkı.
Kadıköy.
Beni sev. Durdurup her insana emretmek istiyorum, gözüm yaşlı. Beni sev. Uykuları(mı)n Doğusu'sundayım. Beyaz soluklar alıp veriyorum.
"Gelmiyor musun?" "Gelmiyorum." Kesin mi?
Değil.
Kendimi mutlu olmaya ikna edebilirsem geleceğim. Ellerime güller alıp geleceğim.
Yağmur yağıyor.
"Ellerin üşümesin, cebime koy."

Mustafa'nın kitaplarla uğraşan ellerine bakıyorum.
Mustafa'nın ellerini takip ediyorum. Arada bir bana bakıyor.
Ellerinin farkında mı?

Bir şiirin sizin için anlamı nedir?
Bir Ahmet Telli şiirine sığınıyorum.
İnce parmaklı, güzel elli bir adamın el yazısıyla...

-------
*Müslüm Yücel - Edebiyatta Ölüm ve İntihar kitabının önsözünden.
**Ezginin Günlüğü - Kadıköy
***Nietzsche - İyinin ve Kötünün Ötesinde

24 Mart 2012 Cumartesi

Süleyman

Süleyman. "Deli" Süleyman. Hani yolun ortasında durup, elindeki bıçağı kaldıran Süleyman. Evet o Süleyman.
İnsanların "deli"lerle dalga geçmesinden nefret ederim ben. Hep öyleydi. Bayburt'un delileri meşhurdur. Halkı da sürekli eğlenir onlarla. Tabii iyilik de yapıyorlardır ama, normal insanlara yapamayacakları şeyleri yapıyorlar insanın içini burkan. Senin iraden dışında sana verilmiş olan, iradesi dışında ondan alınmış olandan üstün diye bu sana, kendi yapmayacağın şeyleri ona yaptırma hakkını vermez. Ama konu bu değil, konu Süleyman.

Çocukken çok ilgimi çekerdi, üstü başı kir içinde, küçük renkli gözleri, delici sabit bakışları ve en çok da kalem dolu cepleri. Elinde bir çantası hep. İçi kağıt doluymuş dediler. Sonra ben küçükken bıçağı yoktu diye hatırlıyorum, sonraları oldu o bıçak. Anılarımda kokutucu hiçbir yanını bulamadım ben Süleyman'ın. Niye kalemleri var ben çok sonra öğrendim. Süleyman'ın adını bile ben çok sonra öğrendim.

Süleyman ressammış vaktinde. Eminim iyi çiziyordur, ya da kendine has. Ne çizdi, ne için çizdi, nasıl çizdi, öyle merak ediyorum ki. 12 Eylül döneminde içeri almışlar. Süleyman'a işkence etmişler. Süleyman aklını o zaman kaybetmiş. İçim çekiliyor.

Sana öyle acı çektiriyorlar ki bir zaman sonra aklını kaybediyorsun. Düşünmek istiyorum, anlamak istiyorum, o acının neye benzediğini tahayyül etmek istiyorum, yapamıyorum. Hızlı hızlı atan kalbimle, dolmuş gözlerimle, sinirimden, hırsımdan sıktığım dişlerimle kalakalıyorum. Ne yapmış olabilir Süleyman? Aklından olmayı hak edecek ne yapmış olabilir? Nasıl bir fiziksel şiddete maruz kalmış olabilir? Peki ona nasıl kıymıştır bir "insan"? Sonraları peki, rahat uyuyabilmiş midir? Peki Süleyman'ın sevdikleri, Süleyman'ı sevenler? Bazı acıların adı bile çok acı. Hiçbir yere koyamıyorum. Belki düşünmeye devam etsem bir Süleyman da ben olurum, olsam ya.

Babama tespih vermiş Süleyman. Otururken getirmiş koymuş masanın üstüne. "A aaa! Neden?" diye şaşırıyorum, merakla parlayan gözlerim babamın sözcüklerine aç. "Ara ara para veriyorum ben ona. Herkesten para almaz Süleyman, benden alıyor. Belki onun bir minnet göstergesidir, bilmiyorum ki."

Bu ülke nice Süleymanlar harcadı da kazanamadı beş kuruş.
Ve en kötüsü devam ediyor insan kanıyla beslenmeye.

21 Mart 2012 Çarşamba

Faulkner - Çılgın Palmiyeler

Wilbourne, rüzgârda savrulan görünmez 
palmiye ağaçlarını, onların çılgın kuru hışırtısını 
duyabiliyordu şimdi.


Bazı şeyleri tekrar ettiğimin, sıkıcı olduğumun farkındayım. Halimden memnunum, sadece çay içip ordan buradan konuşup dünyayı kurtaracağımız birkaç kişi olsak bana yeter. Hepsi bu.

Nerelere vursam bu kafayı, tavrı içinde elimde milyon tane kitap, baharın gelişini aptal bir memnuniyetle karşılayan bütün insanların aksine oflayıp pufluyorum. Çünkü içimde birşeyler eksik kalıyor ışıl ışıl havalarda. Sonra yumurta haşlayıp, domates tuzlayıp yiyorum. Çay içmediğim günler su yetmiyor bana, hocam bir ara verin ben bir bardak çay alıp geleyim, diyen gözlerle baktığım hoca, iç sesimi duyuyor, on dakika ara veriyor. Hava soğuyana, içimi ürpertene kadar eve gelmeyi reddediyorum. Eve geldiğimde kitap okuyacak halim kalmıyor. Bütün mızmızlanmalarıma rağmen, iyiyim.

Faulkner kışın okunmalı. Bir dahaki sefere ki Ses ve Öfke. 

Faulkner’in kendi hayatıyla ilgili en çok hoşuma giden şey üç büyük savaşı görmesi sanırım, hem I hem II. Dünya Savaşları hem de Soğuk Savaşı görmüş üstad, şaka değil.

***
İnsan yapmak zorunda olduğu şeyi, elinde hangi alet varsa onunla, nasıl biliyorsa öyle, aklına yatan en iyi biçimde yapabilir ancak. Ve zannımca, bir domuz nasıl görünürse görünsün gene de domuzdur. Onun için hadi bakalım iş başına. (Uzun boylu mahkûm, Irmak Baba)
*** 
İnandırıcı olmak isteyen sesi, sanki ayrılık ancak vedalaşmanın ardından gelirmiş ve “hoşça kal” –zaman kalırsa eğer- ayrılmadan önce söylenen bir söz değilmiş gibi, sakin, ısrarcı ve ölçülüydü. (Çılgın Palmiyeler) 
*** 
“Aletler temiz değil miydi?”
“Temizdi.”
“Siz öyle sanıyordunuz.”
“Sanmıyor, biliyordum.”
“İlk denemeniz mi?”
“Hayır. İkinci.”
“Öteki başarılı mı? Ama bilemezsiniz.”
“Evet. Biliyorum. Başarılıydı.”
“O zaman bu başarısızlığı nasıl açıklıyorsunuz?” Buna, Onu seviyordum, yanıtını verebilirdi. Cimri bir adam da kendi kasasını zorlamaya kalksa, bunu yüzüne gözüne bulaştırabilir. Oysa bu iş için meslekten birini, kasanın kendisine aldırmayan, onun parayı içinde barındıran demir duvarlarına sevgiyle bağlı olmayan, usta bir soyguncu çağırması gerekirdi, diyebilirdi. Ama o sessiz kaldı …
*** 
Ancak hepsi bu kadar olamaz, diye düşündü. Olamaz. Ziyanlık bu. insan etinin ziyan olması değil; bundan her zaman yığınla vardır. Yirmi yıl önce ülkelerini korumaya, sloganlarını haklı çıkartmaya çalışan insanlar gördüler bunu –bedenlerin koruduğu ülkeler, onca bedenin yok olması pahasına korumaya değmişse elbet. Ama bellek. Belleğin varlığı bedene, ete bağlı değildir. Ancak bu da yanlıştı. Çünkü beden olmadan bellek, kendinin bellek olduğunu bilemez, diye düşündü. Hatırladığı şeyin ne olduğunu bilemez. Dolayısıyla şu bildiğimiz et, yani belleği çalıştırması gereken o zayıf, ölümlü beden olmadan olmuyor.

13 Mart 2012 Salı

Bulut Bulut Gökyüzü / İçimden Kuşlar Göçüyor - İ.Aral



Sahne I
İlk sahaftan iki kitap alıyorum. Kim olduklarını bildiğim adamlar. Sevdiklerim. Bir diğerinden bir kitap daha buluyorum. Adı güzel. Ama tanımıyorum yazarını. Yine de alıyorum. 10 liram kalıyor, onunla da Mustafa’dan alırım bir kitap, diyorum. Hava çok soğuk. Mustafa’ya gitmiyoruz.

Sahne II
Kitabı çekingenlikle okuyorum yatağımda. Çok fazla okuyamadan uyuya kalıyorum, yine de okumaya devam edesim geliyor. Kadın kendini öyle güzel analiz ediyor ki, şaşıyorum. Sonra kendimi aramaya başlıyorum cümlelerinde. Uykuya yenik düşmeden önce.

O gün ruhumda bir gedik açıldı. Bütünlüğüm parçalandı. Bir daha hiçbir zaman tam hissedemedim kendimi.

Uzun mektuplar yazarak geçirdim en güzel yıllarımı. Kendim sandığım birini ve yaşamımın en ince ayrıntılarını yazdım, dökülüp saçılan bir duygusallıkla. Uygun dili yakalayamıyordum bir türlü. Yan tutmadan, dilim dolaşmadan anlatamıyordum kendimi.
Şimdi de öyle.
Çünkü anısız o yıllar. Ne yerde ne gökte. Ne artı ne eksi, ne sıcak ne soğuk. İklimsiz.

Belleğin dili yok. Bellek birbirine açılan sonsuz resimlerden oluşuyor. Ama hiçbir şeyi unutmuyor. Hiçbir siyahı,  maviyi, beyazı ve bakışı, hiçbir duruşun kabalığını ya da anlatılmaz inceliğini. Ayrıntıları ve kırılabilecek her türlü nesneyi özenle biriktiriyor ve onların nasıl elde tutulacağını iyi biliyor. Bellek kimi zaman unutmuş gibi yapıyorsa bu acıyı yeryüzünden kaldırmak isteğindendir.

Sonraki sayfalarda kadın hasta. Benimse ellerim buz gibi. Kadının sakinliği bulaşmıyor hiç bana. Hayatında yaşadığı en acı anları öyle bir sakinlikle anlatıyor ki, fırtına sonrası bütün herşeyini kaybetmiş bir insanın, artık daha fazla ne olabilir ki, deyişini hissediyorum cümlelerinde. Bu hissizliğine anlam veremiyorum. Bu saatten sonra “okuma” dese bile biri, biliyorum, bu kitabı okuyacağımı, bitireceğimi, belki pişman olacağımı ama bu saatten sonra merakıma yenik düşeceğimi.  

Kadının ölüp ölmeyeceğini merak eder oluyorum. Hâlbuki kitabın ortasında bile değilim henüz. Tuhaf ruh hallerime bir yenisi ekleniyor, somut mantıksızlık. Ellerim hala soğuk.

Sahne III

Gece kitabın bir sayfasına bakarak oluyorum. Okumuyorum yalnızca bakıyorum. Kitaptan çekiniyor olabilirim, diye düşünüyorum. İnsan kitaptan neden çekinir.

Her boşanma önceleri ferahlıktır. Sonra hafta sonlarını beklersiniz.
Hüzün doludur çocuklarınızla kent parklarında, beyaza boyalı tahta banklarda çekilmiş fotoğraflarınız. Kolunuzu bir türlü tutamazsınız. Çolak çıkar eliniz hep. Acı sıvaşmıştır gülümsemenize. Çocukların, sizin aldığınız yeni pantolonları ya küçük ya büyük ama kesinlikle iğreti durur üzerlerinde.

Yaz tatilinde yürüyorum, yüzüyorum. Konuklar çağırıyorum eve. İnsanlarla birlikte olmayı hem istiyor hem de onları dinlerken sabırsızlanıyor, anlatacaklarını en kısa yoldan anlatamadıkları için içten içe sinirleniyorum. Ama bu konuda benim de pek başarılı olduğum söylenemez. Konuşurken sık sık düşünce akışım bozuluyor. Ne diyeceğimi unutmuş kalakalıyorum. Birden ilgisiz bir konuya atlamış olduğumu anlayıp utanıyorum. Suç bende değil, diye düşünüyorum. Neden bu kadar sıradan şeyler konuşuyoruz? Bu yavan şakalara ne diye gülüyorlar? Onların önemsediği konular beni neden hiç ilgilendirmiyor? Neden birlikte oluşumuz bu kadar anlamsız? Hepsi boş, oyun, avuntu… Peki ama başka ne olabilir ki?

Okuduğum güzel kitaplar kıskançlık uyandırıyor bende. Ben ne zaman yazmaya oturacağım?

Sahne IV
Mustafa kitapçıda yok. Başka birileri var. Çok insan var. Daha önce gördüklerim de var. Sakallı bir adam var mesela. Yeni (?) işe alınmış kadınlar var. Mustafa yok. Ağlayacak gibi oluyorum. Sonra bir yerde oturup çay içiyoruz. Suratım düşük toparlayamıyorum. Fincanımla oynuyorum. Ayağıma bir kedi dolanıyor. Çağırmadan gelmiş olması gülümsetiyor beni. Sarı sırtı beyaz göğsü güzel gözleriyle öyle şımarık. Ama olgun kedi. Ne yaptığını biliyor. Gülümsüyorum.

Kadınlık yazgısı çilelerle özdeş sayılıyor hala. Kadın belleği, kayıplar ve yitirimlerin ortak anılarıyla dolu. Öyle bir bellek ki bu, öncelikle kadınlar, birbirinin kişisel bütünlüğüne ve yaşama zevkine sahip çıkmada kıskanç ve acımasızlar. Yazgına sessizce katlan ve ağır ol, gözleriyle bakıyorlar hemcinslerine.

Dönüp geçmişimde büsbütün kurtulamadığım ne var, bir bakmak istiyorum. Beni zaman zaman içine çeken, pişmanlık ya da artık hiçbir biçimde özlem değil ama ödenmemiş bir borç gibi tedirgin eden o geçmişle ödeşmek ve hesabı kapatmak istiyorum. O sayfanın altına kalın bir çizgi çekmek ve yeni bembeyaz bir sayfaya geçmek.

Sahne V
Sabah kalkıp hazırlanıyorum. Dışarı çıkıyorum. Uzak olan yol kısaltılıyor. Kendimi rahatsız hissediyorum. Bir an önce bitsin, der gibi, neden, diyemiyorum. Kendimi kötü hissediyorum. Soğuk. Bulut bulut gökyüzü.

Kitaba artık bir ilgim yok. Bitmek üzere, keşke okumasaydım, demek için çok geç. Okudum bir kere. Düşünmeden çıkıyorum dışarı.

Çayım güzel. Demli. Ama çok sıcak. Soğusun istiyorum. İkinci yudumu içip masanın üzerine koyuyorum bardağımı.
“Çayı beğenmediysen kalkalım” diyor.
Ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Suratım düşüyor, toparlayamıyorum. Boz sırtlı beyaz göğüslü gözleri yuvarlak bir kedi biraz uzaktan bana bakıyor. Çağırınca geliyor. Onu seviyorum, gülümsetiyor. Geçiyor herşey. Ne zaman ağlayacak olsam bana bir kedi geliyor.
Gel de Allah yok! de.
Allah var.

***
Öz.

6 Mart 2012 Salı

Ardı Arkası.

Öyle çok uykum var ki. Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Bazı şeyleri bitirmeyi çok iyi beceriyorum. Bazı şeylerse pis bir yapışkanlıkla üzerimde. (... ile başlıyor sonsuza kadar sürüyor.)

Gözleri çok güzel bir adam, diyelim ki, çok güzel olsun gözleri, bakıp da görebildiği şeyler öyle sınırlı ki. Diyelim yeşil olsun, normalde, kapalı alanda da ela gibi olsun mesela, ya da kahverengi olsun, kopkoyu. Bana baksın, söyleyemediklerimi yüzümde görsün, ama göremiyor.

Çok uykum var. Elimde daha önce hiç okumadığım bir yazarın kitabı. Böyle zamanlarda hep "D. olsa arar sorardım" derim. Sahaftan beş liraya aldığım kitaplarıma bakıyorum şimdi. D. yok, ben soramıyorum.

Sonra elimden bir türlü bırakamadığım -.....min- Ekmek Arası uykumu bölüyor. Ben o kitabı bitireli seneler oldu -oldu mu?- niye başkaldırışını şimdi yapıyor? Hem sonra Putin'i sevdiğimi inkar etmiyorum.

İnanın çok uykum var. Komşunun kızı okumalarını sesli yapıyor. Ben kitap okumaya çalışıyorum. Onun sesi geliyor. Benim başım ağrımıyor. Ama çok uykum var. Elimdeki kitabın okunmaya değer olup olmadığını bilmiyorum. Bu yüzden canım sıkılıyor. Soracak birini düşünüyorum. Bulamıyorum.

ol ma yan ke li me ler ajandamın sayfaları dolu dolu. Bazı günlere "Ölü Günler" yazılı. Olsun, dolu ya. Hem hava çok soğuk, ben yorganımın altında kalayım.

Ama biri bana bu kitabı oku desin, ya da okuma!
Ama komşu kızı sussun, ben hiç sesli okumuyorum.
Ama ben uyuyakaldıktan sonra biri ışığı kapatsın.
Ama gözleri çok  ..