23 Nisan 2012 Pazartesi

korkma asker


Gökyüzünde uzunca kara bir bulut vardı sabah. Ağbime gösterdim, kendini yağmur bulutu sanıyor, diye güldüm. Gökyüzü açıktı ve ben onun beyazlığı değil de kara olmayı tercih etmiş bir bulut olduğunu düşünmeyi sevmiştim. Zeytinburnu'nda yangın çıkmış meğer, herhalde o dumanın gökyüzüne yerleşmiş haliydi bizim bulut, üzüldüm.

Sonra bugün 23 Nisan, artık çocuk değil miyim? Hayır ben çocuğum, yalnızca artık bayramlar kandıramıyor beni.  Biraz kafası bozuk bir çocuğum.

Gülten Akın sever misiniz? Ben sevmiştim Çocuğun Ölümü'nün son mısrasını bir mektup sayfasında okuduğumda, küçük, gerçek bir çocukken. Sonra... biliyorsunuz, kirlendi dünya.
alev sarısı rüyalar içindeyim
koymayan ellerimi gecelerden yana
pul pul dönüyor şekiller pul pul
şekiller... uçan uçana 
alışmak ister toprağa sükana
sallama beni sallama beşik
yavru kuşlar tomurcuklar için
buncağız mı sürer misafirlik 
esmer aydınlığında ağır
bir akşamüstünün gözlerim
meyveler almış rengini dudağımın
söyleyin söyleyin gülebilir miyim 
uyutmaz beni ninniler şimdi
ve gürültüler uyandırmaz
her şey sessiz
her şey dümdüz olsa ne gezer
saçlarım hala asi, hala yaramaz 
giderim gitmesine lakin
oyuncaklarım kimin olacak
beş vakit tuttuğu anneciğimin
kollarım kimin, parmaklarım kimin olacak
(Gülten Akın- Çocuğun Ölümü-1952)
Sonra güneş var gökyüzünde, odamı perdeler kapalıyken sarıya boyayan bir güneş. Öldürseler çıkmazdım yataktan ama ağbim geldi. Sevgiyle sarılan biri varsa evde, yatak batıyormuş insana. Sarılsın hep bana.

Kimin olduğunu bilmiyorum. Dumanlara saldı ruhumu. Aldı aldı, geri vermedi. Öldüm de nefeslere boğuldum. Yaktı. Güldüm. Hiç güzel bakan gözlerim de yoktu ki benim. Hep kapanayazan. Neyse ki bahçede yeşeren ağaca kuşlar konuyormuş. Martılar, kargalar, sonra kumrular, bir tane daha var, kocaman gagalı küçük bedenli, adını bilemedim. Ben kuşları tanımam. Kanatları yalnızca.

“Korkma asker
O bomba değil
Sadece kopmuş bir
Çocuğun kafatası.”
Dedi komutanı
Kahkahalarla güldüler
Cehennemin kapıları ardına kadar açıldı
Ve içeri buyur edildiler.
Burada ne gülünecek, ne de yaşanacak birşey var. Bana Yaradan'ı verin.

21 Nisan 2012 Cumartesi

Barış Bıçakçı - Herkes Herkesle Dostmuş Gibi...

YERE ÇAKILANA KADAR KANATLARIMIN OLDUĞUNA İNANACAĞIM!(s.30)

Ne kadar çok insan girdi hayatıma Ankara'dan. Ne kadar küçük ne kadar yoğun bir kitap. Bir sürü insan gördüm. Hala sanki her köşe başından onlardan biri çıkacakmış da yine Ankara oluverecekmiş buralar gibi.

Aşk ile edebiyat arasında bir tercih yapmış ve kendisini seçmişti. (s.30)

Ankara'nın kafamı kurcalamaya başlaması bundan bir sene kadar öncesine dayanıyor esasında. Daha önce hiç bir an düşlememiştim İstanbul'dan uzakta. Ama o zamanlar Ankara girmeye başlamıştı bir yerlerinden tutup zihnime. Ankara'yla nasıl olur, bilmem ki... Bugün Ankara üzerine düşünmeme, o zamanları hatırlamama sebep olan yine aynı adam. Barış Bıçakçı. O zamanlar bir sinema salonunda annem babam ve ağbimle izlediğim filmde, Çetin'le Ender'le girmişti kafama o şehir. Aynı Çetin aynı Ender, diğer onca insanla birlikte bu kitapta yine çıktılar karşıma. Anladım ki bazı şehirler kendi kendine güzeldir, bazılarını ise insanlar güzel yapar. Ve bazılarını ilk bakışta seversiniz, bazılarınınsa içinde yaşamak gerekir.

Başlangıçta atlayışlarını geri dönüşler yapmak için yapıyor sandım Barış Bıçakçı'nın. Sonra o kadar kalabalık bir hal aldı ki insanlar bir baktım birini görünce diğerini unutuyormuşuz. Bir karakteri sevmeye, merak etmeye başladığım anda ondan koptuk. Bunu bilerek yaptığını sanıyorum Barış Bıçakçı'nın. (Sırf biz mutlu olmayalım diye, pis herif). Bu kitapla, bu incecik kitapla beni İstanbul'dan alıp Ankara'ya taşıdığını görmek saygı uyandırıyor kendisine. Çok klasik olacak ama bunu öyle tanıdık bir dille yapıyor ki samimiyetine şaşıyorum kitabın. Hiçbir çaba harcamadan bu kadar güzel olunabileceğini unutmuşum sanki. Küçücük kitabın akışına yetişmeye çalıştım durdum hep, kabul hep geride kaldım ben. Bir önceki insanı/insanları merak ederken ben, başka hikayelere geçmişti o. O yüzden de bitirmek zaman aldı bu küçük kitabı. Yapmak istediği tam da buymuş gibi, başladığı hikayeleri ben devam ettirdim bir müddet kafamda. Derin nefesler soktu bu kitaba. Harcamak istemedim öyle bir solukta. İçime soktuğu o insanları onun bıraktığı noktada bırakmak büyük haksızlık olurdu. Onları bir müddet daha yaşatmayı uygun gördüm. Aferin bana. İyi bir şey yaptım.*



Kimi zaman öyle geliyor ki, hayatım boyunca katı hale geçemedim ben, durmadan masaların, koltukların, sehpaların altına ve yetişkinlerin ayaklarının dibine çöken, bereket versin havadan ağır bir gaz olarak yaşadım bunca yılı. Yirmi altı yılı. Ve bu yirmi altı yıl boyunca tek bir şeyi istedim, tek bir şeyin peşinden koştum, koş dedim ruhuma, koş alçak, koş pislik, o da koştu... Karşıma çıkan herkesin, kadın erkek, çoluk çocuk, herkesin bana aşık olmasını istedim. İşte benim basit gerçeğim! Ama artık, içkili ve kalabalık bir akşam yemeği hayal ediyorum. Açık havada, çıplak ampullerin altında. Güzel şeyler yiyip içmişiz. .nefis bir yaz gecesi. Masada kalan son kişi ben olmak istiyorum. Eşlerin birlikte kalkmasını seyrediyorum sessizce. Sonra erkeklerden yemeğe yalnız gelmiş kadınları evlerine bırakmalarını rica ediyorum. Masada tek başıma kalmak istiyorum. Rüzgârla sallanan çıplak ampullerin altında. Ağustosböceklerini dinliyorum ve bir parça kuru ekmek atıyorum ağzıma. (s.110-111)

12 Nisan 2012 Perşembe


***
Migren nöbetlerinin aura dönemlerinde en sıklıkla yaşadığım şey algı değişimidir. Kendimi bir anda bulunduğum ortamdan soyutlanmış hissederim. Elime birşey değdiğinde hissettiğim şey her zamanki gibi değildir. Sonra göz bozuklukları başlar. Biraz sonra hiçbir şey göremeyeceğimi bildiğimden algım değiştiği an kendimi bulabiliyorsam ışıksız bir ortama atarım, yoksa eğer yatağa, gözlerimi sımsıkı kapayıp muhteşem başağrımı beklerim uslu uslu. Göz bozukluklarımın bittiği, sevgili başağrımın geldiği zamanlarsa kelimelerle uğraşmaya başlarım genelde. Anlamlarını yitiriverirler çünkü. Konuşmak isteyince uygun kelimeyi bulamam, bulursam da o kelimenin seslerinin saçmalığı içinde hayretlere düşer, düşünmeye başlarım.

En çok uğraştığım kelimelerden biri "Eski"dir. Es-ki.
Şimdilerde ise "Aynı"ya takıldım. Ay-nı.

***
"David with the Head of Goliath" - Caravaggio
***
"S a y ı k l a m a l a r  içinde  uzun zaman  yaşanamazdı .  Ç o k  şey   v a d e d e n  ve hiçbir şey vermeyen bu dünyada gerilim çok fazlaydı. Sabırlarının sonuna gelmişlerdi. Bir gün, onlara bir s ı ğ ı n a k  gerektiğini anladıklarını sandılar."
*** 
Buraya yazmam gereken kitaplar var. Düşündüklerimi unutmamak için.