“Ben, kendi kendine bağlanan ve kendi olmak amacını taşıyan
-ki bu, ancak Tanrı’ya bağlanmakla gerçekleşebilir- sonsuzun ve sonlunun
bilinçli sentezidir. Ama kendi olmak, somut hale gelmektir ki bu, sonlu veya
sonsuzda oluşamaz; çünkü oluşum halindeki somut, bir sentezdir. O halde evrim
kendi ben’inin “sonsuzlaştırılması” içinde durmadan uzaklaşmak ve “sonlulaştırma”
içinde durmadan kendine dönmektir. Buna karşın kendi haline gelmeyen ben,
haberi olsun veya olmasın umutsuzluğunu sürdürür. Bununla birlikte varoluşun
her anında “ben” oluşum halindedir, çünkü ben (güç olarak) gerçekten var
değildir ve yalnızca olması gerekendir. O halde kendi haline gelmeyi
başaramadığı sürece ben kendi değildir; ama kendi olmamak umutsuzluktur.”
Kierkegaard, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk
“Umut olmasına var, sınırsız denecek kadar umut var, ama
bizim için değil.”
Kafka
Her gün bize sunulan onlarca şeyi beğenir, bir o kadarını
beğenmezken buna neyin sebep olduğunu hiç düşünmüyoruz. Kurulan ilişkilerin bir
tercih mi yoksa zorunluluk mu olduğunu düşünmüyoruz. Çok fazla gördüğümüz için
artık alıştıklarımızın bizi artık rahatsız etmediğini düşünmüyoruz. Sanırım genel
olarak artık hiç düşünmüyoruz.
Sanatla, güzelle kurulan bağ da böyle. Düşünmemek üzerine
kurulu. Bize dayatılan estetik anlayışındaki “normal”liği o kadar benimsedik ki
dışına çıkmak rahatsızlık yaratmaya başladı. Simetri olmazsa olmaz, düz
çizgiler ve altın oranlı eğimler... Toplumun kabul buyurduğunun dışına çıkanı
görmek, duymak istemeyeceğimiz durumdayız. Bakmıyoruz, kafamızı çeviriyoruz. Tahammül
edemiyoruz, rahatsız oluyor ya da utanıyoruz. Aklın yüceliği karşısında boyun
eğdik, secde ettik, dışına çıkamıyoruz. Duygularımız akıl ölçüsünde
katlanılabilir, hislerimiz aklın dışında saçmalık. Asla kabul etmesek de
kodlanmış olan düşünüş şeklimiz o kadar kutsal ki benzerinin üretilmesine
heyecanlanıyoruz. Kontrolü başka bir yerlerde fakat biz sahipliğimizden
gururluyuz.
Normal-dışının yarattığı rahatsızlıktan kurtulmak için akıl
hastanelerini gözlerden uzak kurduk, yaşlı bakım evleri, huzur evleri bir
yerdeydiler ama uzak bir yerdeydiler. Gözümüzün görmesi, kulağımızın duyması
gerekmiyordu. Çünkü zihinlerimize işlenen normalliğe alışmamız, geri kalanı
dışlamamız, toplumumuzun ideal düzenini korumamız gerekiyordu. Dışına çıkan her
şey uzaklaştırıldı, uzaklaştıramadıklarımıza hakkıyla etiketler yapıştırıp yine
normalliğin dışına ittik. Yalnızca modern topluma özgü olmayan tüm bu sapma, modern
toplumda aklın himayesinde gerçekleşir oldu. Ya da bizim akıl olarak kabul
ettiğimiz, bize akıl olarak kabul ettirilen şeyin. Pekâlâ, tüm bu akıl düzeninde
aşk nerede? Birçok kültürde aklın yitimine eşdeğerdi aşk. Peki şimdi?
Camille Claudel’le beraber izleyici akıl hastanesine
kapatılıyor bu filmde. 90 dakika boyunca hepimiz kadar ruhu zehirlenmiş, aklı
kusurlu bir kadının tahammül sürecine odaklanırken bulanıyoruz. 90 dakika
boyunca normalin dışındaki insanların kocaman ekranda uzun uzun gösterilmesi rahatsızlık
hissini büyütüyor, büyütüyor. Kadınla özdeşleşip oradan kurtulmayı umut etmeye
başlıyoruz. Yalnızca 90 dakika sürüyor bu umut, bir kadının tüm bu
anormallikten kurtulmasını umduğumuz rahatsız edici 90 dakika.
Camille’in sözümona deliliğin merkezinde yer alan aşk,
tutku, yaşanmışlık bir paranoya kaynağı olarak devam ederken film bir de
bununla tokat atıyor: aşk mutluluk getirmeli, düzenli bir hayatın dışına çıkarıyorsa
sakıncalı, gereksiz, insan bunu kendisine yapmamalı. Deliliğin eşdeğeri sonuçlara
sebep oluyorsa elbette uzaklaştırılmalı. Ve böylece kontrol edilemez bir oluş
olarak aşk da boynunu bükerek aklın himayesine kabul edilmeyi umuyor, aksi
nasıl mümkün olabilir, hepimiz toplanıp da Genç Werther’e tiksintiyle
harmanlanmış bir acıma hissetmedik mi?
Filmin sonunda ekranda akan yazıda Camille’in 29 sene daha
orada kaldığı söyleniyor ve aklımıza bir darbe daha alıyoruz. 29 senede kaç 90
dakika var?
“Ve akıl deliliğin en büyük şiddetlerini kendi hareketinin
içine sürüklese de, bu sayede en yüksek amaçlarına ulaşmaktadır. Montaigne,
Tasso'yu delirmişken ziyaret ettiğinde, acımadan çok kızgınlık duymuştur; ama
asıl hissettiği hayranlık olmuştur. Hiç kuşkusuz aklın kendi zirvesine
ulaşabildiği yerde, en derinlerdeki deliliğe sonsuz derecede daha yakın
olduğunu görmekten kaynaklanan kızgınlık: "Delilik ile serbest bir aklın
canlı yükselmeleri ve yüce ve olağandışı bir erdemin etkileri arasındaki göze
görünmeyen yakınlığın ne denli olduğunu kim bilmez?"”
Foucault, Deliliğin
Tarihi
Delilik halleri yazar ve şairlerin en verimli dönemleridir belki de. Adalet Ağaoğlu'nun bir cümlesi mıh gibi aklımdadır. "Herkesi kendi küçük delilikleri ayakta tutuyor." Nerval'i anımsadım sonra. "Aurelia" düşle gerçek arasında bir delilik fantazisidir. Okunmaya değer.
YanıtlaSilDeliliğin oldukça sancılı kısmını görmezden gelerek bu şekilde romantikleştirme bana biraz kolaya kaçmak gibi geliyor; davulun sesi misali... kendi küçük "deliliklerimiz" irademiz altında sanırım çoğu zaman..
YanıtlaSilNot alıyorum, teşekkür ederim.