23 Nisan 2020 Perşembe

Camille Claudel, 1915 / Bruno Dumont


“Ben, kendi kendine bağlanan ve kendi olmak amacını taşıyan -ki bu, ancak Tanrı’ya bağlanmakla gerçekleşebilir- sonsuzun ve sonlunun bilinçli sentezidir. Ama kendi olmak, somut hale gelmektir ki bu, sonlu veya sonsuzda oluşamaz; çünkü oluşum halindeki somut, bir sentezdir. O halde evrim kendi ben’inin “sonsuzlaştırılması” içinde durmadan uzaklaşmak ve “sonlulaştırma” içinde durmadan kendine dönmektir. Buna karşın kendi haline gelmeyen ben, haberi olsun veya olmasın umutsuzluğunu sürdürür. Bununla birlikte varoluşun her anında “ben” oluşum halindedir, çünkü ben (güç olarak) gerçekten var değildir ve yalnızca olması gerekendir. O halde kendi haline gelmeyi başaramadığı sürece ben kendi değildir; ama kendi olmamak umutsuzluktur.” 
Kierkegaard, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk

“Umut olmasına var, sınırsız denecek kadar umut var, ama bizim için değil.” 
Kafka

Her gün bize sunulan onlarca şeyi beğenir, bir o kadarını beğenmezken buna neyin sebep olduğunu hiç düşünmüyoruz. Kurulan ilişkilerin bir tercih mi yoksa zorunluluk mu olduğunu düşünmüyoruz. Çok fazla gördüğümüz için artık alıştıklarımızın bizi artık rahatsız etmediğini düşünmüyoruz. Sanırım genel olarak artık hiç düşünmüyoruz.

Sanatla, güzelle kurulan bağ da böyle. Düşünmemek üzerine kurulu. Bize dayatılan estetik anlayışındaki “normal”liği o kadar benimsedik ki dışına çıkmak rahatsızlık yaratmaya başladı. Simetri olmazsa olmaz, düz çizgiler ve altın oranlı eğimler... Toplumun kabul buyurduğunun dışına çıkanı görmek, duymak istemeyeceğimiz durumdayız. Bakmıyoruz, kafamızı çeviriyoruz. Tahammül edemiyoruz, rahatsız oluyor ya da utanıyoruz. Aklın yüceliği karşısında boyun eğdik, secde ettik, dışına çıkamıyoruz. Duygularımız akıl ölçüsünde katlanılabilir, hislerimiz aklın dışında saçmalık. Asla kabul etmesek de kodlanmış olan düşünüş şeklimiz o kadar kutsal ki benzerinin üretilmesine heyecanlanıyoruz. Kontrolü başka bir yerlerde fakat biz sahipliğimizden gururluyuz.

Normal-dışının yarattığı rahatsızlıktan kurtulmak için akıl hastanelerini gözlerden uzak kurduk, yaşlı bakım evleri, huzur evleri bir yerdeydiler ama uzak bir yerdeydiler. Gözümüzün görmesi, kulağımızın duyması gerekmiyordu. Çünkü zihinlerimize işlenen normalliğe alışmamız, geri kalanı dışlamamız, toplumumuzun ideal düzenini korumamız gerekiyordu. Dışına çıkan her şey uzaklaştırıldı, uzaklaştıramadıklarımıza hakkıyla etiketler yapıştırıp yine normalliğin dışına ittik. Yalnızca modern topluma özgü olmayan tüm bu sapma, modern toplumda aklın himayesinde gerçekleşir oldu. Ya da bizim akıl olarak kabul ettiğimiz, bize akıl olarak kabul ettirilen şeyin. Pekâlâ, tüm bu akıl düzeninde aşk nerede? Birçok kültürde aklın yitimine eşdeğerdi aşk. Peki şimdi?



Camille Claudel’le beraber izleyici akıl hastanesine kapatılıyor bu filmde. 90 dakika boyunca hepimiz kadar ruhu zehirlenmiş, aklı kusurlu bir kadının tahammül sürecine odaklanırken bulanıyoruz. 90 dakika boyunca normalin dışındaki insanların kocaman ekranda uzun uzun gösterilmesi rahatsızlık hissini büyütüyor, büyütüyor. Kadınla özdeşleşip oradan kurtulmayı umut etmeye başlıyoruz. Yalnızca 90 dakika sürüyor bu umut, bir kadının tüm bu anormallikten kurtulmasını umduğumuz rahatsız edici 90 dakika.

Camille’in sözümona deliliğin merkezinde yer alan aşk, tutku, yaşanmışlık bir paranoya kaynağı olarak devam ederken film bir de bununla tokat atıyor: aşk mutluluk getirmeli, düzenli bir hayatın dışına çıkarıyorsa sakıncalı, gereksiz, insan bunu kendisine yapmamalı. Deliliğin eşdeğeri sonuçlara sebep oluyorsa elbette uzaklaştırılmalı. Ve böylece kontrol edilemez bir oluş olarak aşk da boynunu bükerek aklın himayesine kabul edilmeyi umuyor, aksi nasıl mümkün olabilir, hepimiz toplanıp da Genç Werther’e tiksintiyle harmanlanmış bir acıma hissetmedik mi?



Filmin sonunda ekranda akan yazıda Camille’in 29 sene daha orada kaldığı söyleniyor ve aklımıza bir darbe daha alıyoruz. 29 senede kaç 90 dakika var?  

“Ve akıl deliliğin en büyük şiddetlerini kendi hareketinin içine sürüklese de, bu sayede en yüksek amaçlarına ulaşmaktadır. Montaigne, Tasso'yu delirmişken ziyaret ettiğinde, acımadan çok kızgınlık duymuştur; ama asıl hissettiği hayranlık olmuştur. Hiç kuşkusuz aklın kendi zirvesine ulaşabildiği yerde, en derinlerdeki deliliğe sonsuz derecede daha yakın olduğunu görmekten kaynaklanan kızgınlık: "Delilik ile serbest bir aklın canlı yükselmeleri ve yüce ve olağandışı bir erdemin etkileri arasındaki göze görünmeyen yakınlığın ne denli olduğunu kim bilmez?"” 
Foucault, Deliliğin Tarihi

2 yorum:

  1. Delilik halleri yazar ve şairlerin en verimli dönemleridir belki de. Adalet Ağaoğlu'nun bir cümlesi mıh gibi aklımdadır. "Herkesi kendi küçük delilikleri ayakta tutuyor." Nerval'i anımsadım sonra. "Aurelia" düşle gerçek arasında bir delilik fantazisidir. Okunmaya değer.

    YanıtlaSil
  2. Deliliğin oldukça sancılı kısmını görmezden gelerek bu şekilde romantikleştirme bana biraz kolaya kaçmak gibi geliyor; davulun sesi misali... kendi küçük "deliliklerimiz" irademiz altında sanırım çoğu zaman..

    Not alıyorum, teşekkür ederim.

    YanıtlaSil