Sanatın ekmeğini bol bol yediği anne-baba kavramlarının hala
özgün işler ortaya çıkarabiliyor olmasına hayranım. Hiç bitmiyor, hiç de
bitmeyecek sanırım.
Bağlılık – Aslı
Filmin tüm siyasal ve ideolojik göndermelerini bir yana
bırakıp tamamen annelik ilişkisi üzerine kurgulanan kısmına odaklanacağım.
Tabii o ideolojik göndereler filmde sunulan anne figürlerinin davranışlarında
da ortaya çıkıyor ama bunu bir kenara bırakmak istiyorum işte. Semih
Kaplanoğlu’nun önüne geçerek anneliğe dair yaptığı göndermelerin üzerinde
durmak istiyorum ben.
Açıkçası Batılı-Doğulu anne, Avrupai-Anadolulu anne ayrımını
aşırı keskinleştirerek sunması bir yana filmin birisini iyi diğerini kötü
göstermeye çalıştığını düşünmüyorum. Bu anlamda birbirinden farklı iki anne
figürü ortaya çıkıyor. Aslında filmde üç tane anne var; üçüncü anne Aslı’nın
annesi, onu terk edip gitmiş, Aslı’nın “böyle” bir anne oluşunun temel sebebi.
O bir kenarda dursun. Gülnihal Aslı’nın çocuğuna bakması için tuttuğu bakıcı,
onun da bir bebeği var. Kocası askerde, para kazanmak için kendi bebeğini
kocasının annesine bırakıp Aslı’nın bebeğine bakmaya geliyor. Tipik bir Anadolu
kadını, sevgisini fazlaca gösteren, şefkatli, gerektiğinde başkasının bebeğini
rahatlatmak için kendi memesinden emziren bir kadın. Aslı ise sözümona farklı
bir anne tipolojisi çiziyor. İşe başlaması gerek, bebeğini memeden kesmek için
ilaç kullanmayı seçiyor. Buna alışması için kucağında ağlayan bebeğine
dayanamayıp memesini vermiyor, mamanın ısınmasını bekliyor. Bebekle bir bağ
kurma problemi yaşadığı açık, işi buna bahane ediyor bence. Tabii kariyerini
önplanda tutan bir kadın olarak aslında önceliklerini farklı sıralamış da
olabilir. Fakat film bu durumu normalleştirmemize izin vermiyor. Aslı bir
bocalama halinde, bir çıkış yolu arıyor: kapan kısılmış gibi. Ne yapsa olmuyor.
Bebeğiyle umursamaz bir ilişki kurmuş değil, bildiğimiz anlamda, bize dayatılan
-meli -malı’lardan farklı yalnızca. Her ne kadar Kaplanoğlu’nun bu hikayeyi bir
öze dönüş olarak sunmadığını iddia etmem mümkün olmasa da bir izleyici olarak
inisiyatif kullanarak tek tipleştirilen anneliğe bir eleştiri olarak görüyorum
bunu.
Kadınlık meselesini ne kadar konuşsak o kadar uzar. Nedir
kadın? Erkeğin tamamlayıcısı mı, soyun devamını sağlayan biyolojik oluşum mu,
tezin anti-tezi mi? Yüklenen tüm kimlikler kadından bağımsız bir başka kavram
üzerinden varoluyor, sanırım kadınlar da en çok bundan sıkıldı. “Kendimizde
şey” olamıyoruz bir türlü. Aslı anne. Aslı da böyle bir anne. Gülnihal anne.
Gülnihal de böyle bir anne. E. kişisi anne değil. Üçü de kadın. Hepsi bu.
İyi-kötü diye bir şey yok, ideal diye bir şey yok. Burada duralım.
(Bu arada, kadınlık-annelik gibi konularda erkeklerin ahkam
kesmesini bırakmasını diliyorum en kısa zamanda.)
The Father
Baba-oğul ilişkisi, Freud sağ olsun, gündemden asla
düşmüyor, evet. Baba-kız ilişkisi romantize edilmenin ötesine ise çok zor
geçiyor. Babalar kızlarının ilk aşkıdır bilmemne. Her neyse.
Babalık “kurumunun” ağırlığı babanın sahip olduğu bir
eksiklikle hemen sarsılıyor. Ne kadar muğlak. Babalara atfedilen sıfatlar, evin
direği, ailenin reisi, Allah’ın başımızdan eksik etmemesi gereken… Bunları
küçümsüyor değilim fakat bu kadar güç addedilen bir kişiliğin nasıl bu kadar
kırılgan olduğunu vurgulamak istiyorum.
Bu filmde şüphesiz oyunculuk çok önplanda, muhteşem ötesi.
Anthony Hopkins’in -belki de kendi koyduğu- oyunculuk çıtasını kırıp attığı bir
performans sergiliyor. Olivia Coldman’a ise aşık olmayan kaç kişi kaldı? Öyle
ki hangisinin çaresizliğini daha derinden hissettiğimi düşündüm bir süre, cevap
Hopkins ama burada cevap çok da önemli değil, soruya odaklanmak gerek.
Nicelik olarak kadın-erkek eşitliğinin olduğu nitelik
olaraksa kadın üstünlüğünün olduğu bir ailede büyüdüm. Babamın tartışılmaz
ağırlığı ve sağlam kişiliği bir tarafta dururken, annemin müthiş varlığı evin
içinde devleşmiştir hep. Kız ve erkek çocuklarının ise farkı burada ortaya
çıkıyor galiba, güçlü baba figürü erkekleri aşağı çekerken güçlü anne figürü
kızları yükseltiyor. Filmin hikayesinde anne figürü neredeyse hiç yok, nasıl
biri olduğunu hiç bilmiyoruz. Trajik bir kazada göçen bir kız kardeş var,
babanın gelmesini/aramasını beklediği bir kız.
Çok dağıttım, toparlamaya gücüm yetmeyecek.
İki çok farklı filmde ebeveyn-evlat ilişkisinin konu edilmesinden doğan ortaklıkla “anne-oluş” sürecinin karşısına “babanın-çöküşü”nü koyuyorum. Koymak istedim. İçimde koydum, yazarken pek olmadı mı, sorun değil.
Altın Vuruş – Beautiful Boy
(“Altın Vuruş” filme gönderme gibi oldu)
“Ben senin kanınım, benden vazgeçme” söylemini ne zaman
görsem içime işliyor. Bir anne anneliğinden ne zaman vazgeçer, bir baba baba
olmayı ne zaman bırakır? Ne zaman “ben misyonumu tamamladım” noktasına erişir? Birini
çocukken tanıdıysanız büyüdüğüne ikna olamıyorsunuz hiç. Bu yüzden mi anne-baba
kimliği en zor terk edile hatta terk edilemeyen? Ebeveynliğin kaçta kaçı
toplumsal normların etkisinde, merak diyorum.
*Ben bu yazıyı yazana kadar geçen sürede Anthony Hopkins
Oscar aldı. Kendisini izlerken ve izledikten sonra da hakkında konuşurken
yaptığı şeye karşılık bir tanım bulamıyordum, bana göre bu oyunculuğun çok ötesinde
bir şeydi. Hala bulamadım.
Filmi izlemesi için babama gönderdim. Sonra “İzledin mi?”
diye sormaya korktum.
Yazıyı geri dönüp okumadım, ne ölçüde saçmaladığımı
bilmiyorum, çok da önemli değil.
Bu sene oscar filmlerini izleyemedim, the father ile başlayacağım bakalım. Güzel yazı için teşekkürler :)
YanıtlaSilben teşekkür ederim, çok sevgiler
SilBoyabatlılar kısmı tetiklemişti ama... tuzağa düşmüşüm.:) Bu aralar film pek izlemiyorum, çünkü şu aynı akşamda çok bölüm dizi izleme hastalığı bulaştı; şu karmaşada zihni uçurma anlamında iyi geliyor:) Dolayısıyla üç filmi de izlemedim. Sayende gaza geldim, teşekkürler:) Hımmm Boyabat, esprinin ötesinde bir bağın var mı bilmiyorum, ama benim en sevdiğim, uzun süre eskiliğini korumuş -nadide- kasabalarımdan biridir.:)
YanıtlaSilNot: Rahat ol, saçmalamamışsın, gayet içten, sıcak ve tebessüm ettiren bir yazı olmuş:)
"ha Romalı ha Boyabatlı, insan insandır" önermesine vurgu yapmak istiyorum :))
Silumarım seyredersin, üçü de iyi filmler, the father çok çok iyi bir film.
çok sevgiler
aslı ile beautiful boy a bakayım :) hopkins, evet, ah remains of the day, hopkins, oynadığı rolde kendini unutturan nadir oyunculardan, yani hopkinsi unutup karakteri izliyorsun, kendini unutturmak, en büyük başarı bir oyuncu için, bunu ancak böyle oyuncular yapıyor, yves montand, al pacino vb. :)
YanıtlaSilgüzel bir ifade "kendini unutturmak" kesinlikle öyle..
Silgüzel oğlum, çok çok iyi filmdi, izledim hafta sonu, oğlan da ne oynamış ama, başka filmlerde de çok iyi o zaten, steve de komedi dışında iyi oynuyormuş meğerse, ders gibi film valla, son yazımda söz ettim filmden :)
Silo oğlanı (:)) artık bir süre görmek istemiyorum, iyi aktör gerçekten, ama son birkaç yıldır her şeyin içinde yüzü eskidi bu yaşta :)
SilASlı'yı izlemedim. Düiğer iki filmin de bıraktığı izler olumlu. Semih Kaplanoğlu çok iyi başlado sinemaya ama artık senaryoları didik didik işlenmiş ve fazla mekanik olmalarınaa rağmen noksanlıklar ve hatalar barındırıyor. O yüzden izlerken dikkatim dağılıyor. Son filmini bu yüzden pas geçtim. İleride belki :)
YanıtlaSil