Hafıza falan değil, ne yazık ki insanın en büyük laneti
sosyal oluşu. Birçok çok güzel filmde kendisini izole eden bireyi sonunda
topluma, paylaşmaya, yardıma ihtiyaç duyar ya hani, nasıl can sıkıcı! Land diye
vasat bir film çıkmıştı geçtiğimiz senelerde, ben severek izlemiştim her şeye
rağmen. Seviyorum bu kaçış anlatılarını. O da farklı sonuçlanmadı ama. Neden? Into
the Wild, Kaptan Fantastik ilk aklıma gelenler.
Dag Solstad’ın Mahcubiyet ve Haysiyet kitabının kahramanı Klasik
Norveç Edebiyatı öğretmeninin zihninin içine girdikçe aynı duygu ve düşünceler zihnime
hücum ediyor. Solstad’ın kahramanlarını Dostoyevski’nin insancıklarına
benzetiyorum. Farklarıysa şu: Dostoyevski betimlemeleriyle hem kahramanın içini
hem de dışını öyle bir anlatır ki okuyucu kırk yıldır tanıdığı hatta belki bir
süre birlikte yaşadığı bir insanın hikayesini okuyormuş hatta “yeniden”
okuyormuş gibi hisseder. Solstad ise kahramanın zihnini hiltiyle deliyor gibi:
ortalığa sıçrayan kelimeleri yakalıyoruz biz de hiltinin sesiyle birlikte. Benzetmem
ihtiyacımı tam karşılamadı, kitabı kapatıp kaçma isteğini ifade etmek için
kullandım çünkü biz birbirimizi o kadar da iyi tanımak istemeyiz bana kalırsa. İnsanların
sınırlara bu yüzden ihtiyacı var. “Benim gibi” tabirinin minnoşluğu, seviye
biraz arttığında şeker zehirlenmesine sebep olur bana kalırsa. O kadar da benim
gibi olma ya da en azından ben bunu bilmeyeyim. Değil mi?
Neyse, söz konusu öğretmen öğrencilerine okuttuğu metnin
(Henrik Ibsen’in Yaban Ördeği) içinde kaybolmuş gibidir. Romanın karakteri Ibsen’in
oyunundaki karakterler tarafından kuşatılmış. Öğretmenin oyuna ve karakterlere
dair farkındalığı arttıkça öğrencilerinin kayıtsızlıklarıyla ilgili yaşadı
hayal kırıklığı da artıyor. Kitap bitmedi, nasıl başa çıkacağını bilmiyorum. Önem
verdiğiniz şeye dair gördüğünüz kayıtsızlıkla başa çıkmak insanı değiştiriyor. Bu
yüzden insanlara ihtiyaç duyuyor olmak çok büyük bir zaaf: bir sıkıntı kaynağı.
Bazen insanı kendinden şüpheye düşürüyor bu durum; takdir ve ilgi görmemek
yaralıyor insanı. Bazen de agresif bir tavır doğuruyor; alaycı, pasif agresif
dediğimiz tür. Bu noktada da aklıma Kış Uykusu’ndan Aydın geliyor.
Aydın’la yıllar önce tanıştığımda “ülkenin aydın karakterine
ne de güzel bir eleştiri olmuş” gibi bir şeyler düşünmüştüm. Sonra çok kere
izledim Kış Uykusu’nu. Fakat en son izlediğimde farklı oldu Aydın. Bünyemde hep
sinir yaratan Aydın, hüzün yarattı bu kez: kabul görmemenin, ciddiye
alınmamanın, hak ettiğine inandığı saygıyı görmemenin çok saf bir dışa vurumu
onunki. Halbuki ne kadar çaba harcadı, ne kadar emek verdi. Neden değer
görmüyor, neden bir köy öğretmeninin kendisine hayranlıklarını takdirlerini
sunduğu bir e-mail’e bunca bağlanıyor’dan ziyade beni Aydın’ın insanlar
tarafından kabul görme ihtiyacı üzdü.
Kendimi oralarda bir yerlerde buldum çünkü. Devam edeceğim sonra,
bir ara.
kış uykusunun bir saat kısaltılırsa çok iyi bir film olacağını düşünüyorum. gereksiz sohbetler vardı :) hımmm dag solstad, ibsen den nereye gelcen bakalımlım :)
YanıtlaSildeepciğim, aksine, keşke bir iki saat daha uzun olsaydı bu film bence :)
SilDevamını da okuyalım bir ara yazının, sonrasında belki uzun cümleler kurarız:)
YanıtlaSil.
Gelip gidip bir ara'ya bakıyorum. O zaman yazacağım ne yazacaksam:) Tam bir Elizabeth Vogler yazısı yalnız, anladım ben onu. Dag Solstad'la muhabbetimiz var, ince bellide çay içtik, muhtemelen hatırlarsın:))
YanıtlaSilcanım buraneros, ikinci yorum benim kocaman gülümsetti, yahu benim devam edeceğim dediğim neyi devam ettirdiğim görülmüş, diyecektim. demiyorum :) çünkü kafamda dönüp duruyor hala. bir an evvel de kelimelere dökeyim, öyle çok derinlikli şeyler değiller, hayal kırıklığı yaratmasın.
Silhatırlamaz mıyım, kaleminin keyfine vardığım yazılardan biriydi.