17 Eylül 2024 Salı

Olduğu Gibi - 17 Eylül


Bu aralar bana hep yol hikayeleri geliyor, neden acaba? Yüzüklerin Efendisi okuyorum, biliyorsunuz, olduğu gibi bir yol hikayesi. Sonra Storytel’de Bir Dinazorun Gezileri’ni dinlemeye başladım birkaç gündür, Mina Hanım yollarda. Sonra önceki gece açtığım film, The Mountain Between Us yine yollarda olan iki insanın hikayesi. Hayat bana “çok geç kaldın, artık yola çıkma vakti!” mi demek istiyor acaba? Bilemiyorum. Mina Urgan Londra ve Paris’i kıyaslarken Londra’da insanların evde olmayı tercih ettiklerini bu yüzden Londra sokaklarının Paris’e göre çok şatafatsız, sönük kaldığını anlatıyor. Ahh! diyorum, ahhh!! Edinburgh’ü düşünüyorum sonra, Edinburgh’ü düşlüyorum. Nasıl olurdu o hayal gibi şehirde yaşamak… Sanki sonbaharda, sonbahar için yaratılmış bir şehir.



Böyle bir yerde yaşasam artık yazmamak için hiçbir bahanem kalmazdı bence. Ya da elimde olmayanı yüceltiyor, romantize ediyorum. Neden etmeyeyim, sabahları iş yerime en iyi ihtimalle 45 dakikada geliyor, bir sürü kötü yapı görüyorum. Bugün ışıklardan karşıya geçerken gördüğüm, asimetrik bir etek, sütlü kahve bir ceket, tokalı hoş bir ayakkabı giymiş, saçlarını örmüş çok hoş küpeler takmış o kadın, bütün gün görebileceğim en güzel, en estetik şeydi. Hatta büyük ihtimalle tek şey. Böyle bir yaşamda şu şehri hayal ederken biraz abartıya kaçmamın ne sakıncası olabilir? 



Dün bitmesi gereken kitabı bitiremedim elbette. Fakat başka bir makaleyi okudum, notlarını çıkarttım ve yazdım. Bebek adımlarıyla ilerlememe rağmen, ilerliyor oluşum bana minik sevinç dalgaları sunuyor. Kurulun karşısına çıktığımda şöyle demeyi planlıyorum “ne düşündüğünüz umurumda olmadan okudum ve yazdım, çok da keyif aldım!”. Umarım kovulmam.


Tüm yönlendirmelerin etkisiyle ulaştığım yer yönlendirenler tarafından beğenilmeyince sarsılmış, peki ben ne yapıyorum, diye kendime yüklenmiştim. Sonra başa dönüp “ben buraya nasıl geldim?” diye sormaya başladım. Evet, elbette kendimden yola çıkarak. Birileri birbirinden destek alarak bir grup içinde mutlu mesutken ben, nasıl oluyor da hiçbir “biz”in içine giremiyorum? Ne fiziksel olarak ne düşünce olarak. Neden ait hissetmiyorum, neden kendimi temsil ediliyormuş gibi hissetmiyorum, neden bir mücadelenin parçası olamıyorum? Tüm bu sorulara nasıl, nereden cevap bulacağım diye diye buraya geldim. Geldim ve engellendim mi? Bilemiyorum. Fakat şu sıralar çokça hemhal olduğum kavramlar, hoşuma gidiyor, bana bir yerlerden dokunuyor. Kesin yine keskin bir muhalefetle karşılaşacağım fakat kimin umurunda, zaten hep oradalar. 


İş başvurusunda bulunan hocaların demo dersleri vardı bugün. Hepsi için içimden kendimi “lütfen başarısız olma” derken buldum, özdeşim kuruyorum sanırım. Yine de eksiklikleri olanların, mesela İngilizce, başarısız olmalarını hiç istemiyorum ama için için kabul ediyorum işi alamayacaklarını. İşte o anlarda panikleyip İngilizce ders anlatma pratikleri yapmam gerektiğini düşünüyorum. Yapmayacağıma o kadar eminim ki…  


Şimdi zamanın gelmesini, eve gitmeyi, dün akşam yatmadan önce pişirdiğim etli patates yemeğini yemeyi, sonra kitabımı, Yüzüklerin Efendisi'ni alıp yatağıma tünemeyi, bu sırada bir melatonin içmeyi, sonra okurken uyuyakalmayı bekliyorum. Bazen bu kadar basit ve ulaşılabilir isteklerimin olmasından ötürü kendime gülüyorum. Fakat elbette cam çatılı bir bahçesi olan, şatodan hallice bir evle şu derenin kıyısında yaşamayı da hayal ediyorum. Aslına bakarsak bu da ulaşılabilir bir hayal ve oldukça da basit. Hah! 

Şimdi güzel bir şarkı... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder