27 Mayıs 2010 Perşembe

İkileme (!)

Olabilecek en iyi şeyi düşündüm.
Gözleri ve elleri, gözden çıkartmıştık dahası elden çıkartmıştık. Öyle deli telaşlarımız da yoktu. Ne yalan söyliyim 6 aylık çirkin bebekler gibiydi(k).

İkilemelerle başım dertteydi ve bunun için bir yapıcak en iyi şek sessiz kalkmaktı.

Sabah sabah, akşam akşam ve gece gece… Anlamıyordum ki, akşam evet akşam, tamam, sabah sabah ve gece de gece. Herkes mi şairdi?

Zaman zaman delirdik, bazen ben tek başıma, bazen de onlarca ikilemeyle birlikte.
Olan şeyler bunlar. Hatta, olağan şeyler bunlar.
Yaşamak mecburi olunca, en anlamsız ayrıntılar, eldeki tek varlık oluyor. Öyle olunca da böyle oluyor.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Edgar Allan Poe - Morgue Sokağı Cinayeti

Yürüyorsunuz, gördüğünüz şeylerle ilgili aklınıza düşen düşüncelerle oradan oraya savrulurken siz, yanınızdaki arkadaşınız, en olmadık bağlaçlarla birbirine bağladığınız düşüncelerinizin vardığı son nokta hakkındaki düşüncesini dile getiriyor. Şaşkınlık? Yo, hayır, bence çok daha fazlası.

“Hayatlarının herhangi bir çağında, düşüncelerinin vardığı bir takım sonuçları nasıl elde ettiklerini araştırmamış, böyle sıralamalar yapmaktan tat almamış kimseler pek azdır. Bu iş çoğu zaman ilgi çekicidir; hele ilk olarak deneyenler, başlangıç noktasıyla sonuç arasındaki uzaklığı, birbirini tutmazlığı görünce pek şaşırırlar. Fransızın bu sözlerini dinlediğim, söylediklerinin hepsinin doğru olduğunu kabul etmek zorunda kaldığım sırada, ne derece büyük bir şaşkınlığa kapıldığımı, artık siz kestirin. …” s.20

Ve sonrasında hayretini üzerinden atmanızın epeyce bir zaman aldığı bir cinayet ve cinayetin çözümü. Böyle bir gözlemciliğin gerçek hayatta var olabileceğine dair şüphelerim var, nasıl olmasın, Merlin bile çözemez bu cinayeti bu şekilde ya da Müfettiş Gadget.

İkinci öykü cümleleri, çözümlemeleri açısından hayranlık uyandıracak kadar iyi.

“Bitkindim –ölecek gibiydim, uzun işkence beni bitirmişti; bağlarımı çözüp oturmama izin verdikleri zaman duygularımın benden ayrılıp gitmekte olduğunu hissettim. Yargı –o korkunç ölüm yargısı- kulaklarıma parçalanmadan gelen son kelimelerdi. Ondan sonra engizisyoncuların sesleri tek kelimesi bile anlaşılmayan düşsel bir uğultu içinde erimeye başladı. Bu uğultu ruhuma dönme düşüncesini getirdi –belki de bir değirmen dolabının çıkarttığı sesi andırdığı için böyle bir düşünceye kapılıyordum. Biraz sonra o da kesildi, hiçbir şey işitmez oldum. Gerçi bir zaman daha gördüm –ama nasıl her şey büyüterek! Kara binişli yargıçların dudaklarını gördüm. …” s.70

~ ~ ~ ~

“Hiçbir şeyi doğru düzgün göremeyecek kadar şaşkın bir haldeydim. Gözüme sadece korkunç bir büyüklük, bir ululuk çarpmıştı. Biraz kendimi toparlayınca aşağılara doğru baktım. Kayığın suların üstündeki durumunu, kuyunun dibini görmeme engel olmuyordu. Dümdüz bir çizgi üzerinde ilerliyorduk. …”

“Tepedeki köpük kuşağından boşluğa ilk kayışımız, bizi epeyce aşağılara indirmişti; ama artık düşüşümüz o kadar hızlı olmuyordu. Durmadan dönüyor, dönüyorduk –öyle hiç değişmeyen, tek düzenli bir hareketle değil- kayığı bazen sadece birkaç yüz metre, bazen de burgacın bütün çevresi boyunca savuran –sersemletici sallanış ve sarsılışlarla dönüyorduk. …” s.120–121


15 Mayıs 2010 Cumartesi

Muhsin Bey...

Ne diyorduk, yarıda söndürdüğüm sigaraların pis kokusu burnuma geldikçe sinirim bozuluyor. İşte gözümü hafif hafif ortalığa damlalar savuran gökyüzüne dikmiş bakıyordum. Dalmışım, karşıdaki baharla canlanan ağacın dalına konan bir kumru, sevgilisine seslendi sanıyorum, neden sonra gözlerimi çevirdim onlara. Bir Türk kahvesi yapalım mı ne dersin Sükûnet?

Sükûnet bir yılı aşkın süredir benimle, öyle birinin görüp de sevebileceği bir çiçek değil, yaprakları var bir. Onu sabahları suluyorum, balkonun penceresini açıyorum, denizi görsün diye, önce ona dökeceğim suyla konuşuyorum, “Güzel su” diyorum, “hayat su, benim güzelimin köklerine git, yaradan vermiş ona seni içme yeteneği, git besle benim kızımı”. Sükûnet sessiz sessiz izliyor beni, bekliyor suyunu.

Öyle deli deli sevdalar yaşamayalı yıllar oldu sanıyorum, ruhumda bir dinginlik, sorma gitsin. Gözyaşı dökmüyor değilim, ama onlar bile sakin, usul usul akıyorlar, bazen ben bile anlamıyorum, bir bakıyorum gelmişler, gitmişler bile.

Sükûnet sevinir, sabahtan beri kapalıydı hava, bir dem güneş açtı, güneş açtı mı Sükûnet bir başka güzel olur, yeşili bir başka yeşil olur, bana kalırsa güzel kokar Sükûnet, çiçeği olmasa ne yazar.

Aşkı unutmuşum ne zamandır, bir şeyler de hatırlatmamış, zamanında yandı mı canım, hatırlayamadım bile, sevmiştim belki ben de, öyle coşkun coşkun sevgilime “seni seviyorum” demiştim, belki, kim bilir.

Sabah mercimek poşetini elimle açmayı beceremeyince “Bıçakla deniyim” dedim, demez olaydım, bir kestim ki parmağımı, yaşıma hiç de aldırmadan ağladım, “Anne, anne” diye. Çok derinden kesmişim ama, bir kanadı ki… Durduramayınca kanı korktum, hemen bir bant yapıştırdım, şimdi değmedikçe acımıyor. Ama bir ara kan olmuş bandı çıkarttım, derisi açılmış, “Dikiş gerek” dese biri, şaşırmam.

Türk kahvesi yapmalı Sükûnet, sonra da devam etmeli, Muhsin Bey’i izlemeye.


10 Mayıs 2010 Pazartesi

Doris Lessing - Kedilere Dair

Yazıp yazıp sildiklerimin sonu yok. Kitabımı anlatayım ben, kitabımı.
Öyle bir dönemden geçiyorum ki beni benden bir an olsun uzaklaştıracak her şeye ihtiyacım var, hepsine sıkı sıkı sarılıyorum. Ama bu kitap hayatımın hangi evresinde elime düşerse düşsün aynı ilgiyi görür, aynı sevgiyi ve ilgiyi hak eder.

Kedi sevgimin depreştiği anlar yalnızlıktan midemin bulandığı zamanlardır, eve gidemem sokak sokak yana yana kedi ararım, bir sevsem derim, tüylerinde kaybetsem bi ellerimi, bir şeyim kalmaz benim. Şimdi ki yalnızlığın bir tarifi yok, yalnızlık ama yalnızlığa hiç benzemiyor, eksiklik mi hayır değil, bir şey işte, bir şey.

Yetişti bu kitap imdadıma, her cümlesiyle her yorumuyla, bütün kedileriyle…

“Çocuklukta insanlar, hayvanlar ve olaylar belirir ve varlıkları kabullenilir, sonra ortadan kaybolurlar; hiçbir açıklama yapılmaz, hiçbir şey sorulmaz.” s.14

Bir cümle bu da; en güzellerinden biri:
“Belli bir yaşa gelindikten sonra –bazılarımız için bu çok genç yaşta olabilir- artık yeni insanlar, hayvanlar, düşler, yüzler ve olaylar yoktur: farklı giysilerle, milliyetlerle ve renklerle maskelenmiş bile olsalar, hepsi daha önce olup bitmiş, görülmüştür; artık her şey aynıdır, tıpkısının aynısı, her şey bir yankı ve tekrardır; üstelik olup bitenlerin, ölmekte olan sıska, küçük bir kedi için günler boyu dökülen gözyaşları, ihanete uğramışlık duygusu ve yalnızlık şeklinde ortaya çıkan zamandan beri hatırlanmayan inanılmaz bir acının tekrarı olmaması bile keder vermez insana.” s.19

Kedim yok evet, sokaktaki, çöplükteki kedileri saymazsak, benim olan bir kedi yok. O yüzden belki, o kadının yerinde olmak istedim. Canlandırması kolay oluyordu, tanıdıktı. Kedi seven bir kadın, ben gibi, biraz büyük, belki Çello Çalan Kedi gibi;

“Ah kedi; derdim, daha doğrusu tapınırdım: Güzeeeeel kedi! Nefis kedi! Zarif kedi! İpek kedi! Tüylü baykuş gibi yumuşacık kedi, kelebek patili kedi, süslü kedi, inanılmaz kedi. Kedi, kedi, kedi.” s.46

Sonra bütün bunları söylediği kediye bir rakip geldi, nasıl tatlı çekiştiler –onlar için öyle tatlı falan değildir eminim- nasıl komik oldu zaman zaman, anlatamam. Anlatabilir miyim, eh deniyim:

“Son eleştirisi gidip kara kedinin tabağına arkasını dönerek yeri eşelemek, tabağın üstüne hayali toprak atmaktır, bana sorarsanız bu yemek dışkıdan başka bir şey değil, demektir bu.” s.65

Derine inmeden tanıtmak istedim kitabı, görün, görünce hiç düşünmeden alın. Ben kitaplarımı birilerine okuması için bile vermem –zamanında çok sevdiğim kitabımı verdiğim kişi kaybedince böyle bir karar aldım, bir daha asla! dedim- ama bu kitabı hediye etmek istedim, her cümlede başka birine, o da okumalı, diğeri de, hepsi okumalı, gibi bir coşku... en çok aklıma Çello Çalan Kedi geldi ne yalan söyliyim, sonra D., bu cümleyi ne severdi, buna burun kıvırırdı, dedim durdum hep, Seval’in kendi kedilerini bulacağına emindim okusa, annem okusa izin verirdi kedi almama. Hicran? Bakarsın kedisever oluverirdi okuduktan sonra. Kafka okumuştur, kaçmaz ondan. En sonunda kime hediye edeceğime karar verdim, daha doğrusu o, kendi karar verdi.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Mustafa II

Başa döndüm.

Mustafa, Perec’in Uyuyan Adam’ını elime sıkıştıran adam. “Kayboluş yok şuan elimizde,” demişti, “Uyuyan Adam’ı okudunuz mu?”.
Bir sonraki gidişimde “Teşekkür ederim” dedim ona “bayıldım Uyuyan Adam’a”. O gün ilk kez -son kez- gerçekten konuştuk Mustafa’yla, sonra çağırdılar onu, halbuki konuşacaktık daha, o kadar zaman gidip gelmiştim, uzaktan bakmıştım ama çağırdılar onu, başka bir müşteri belki, benden farkı olmayan, hatırlayamadım şimdi.

O zaman o “al” dedi diye “Düşerken” diye bir roman almıştım, bir de not almıştım diğer söylediklerini, elime geçti o iki kitap, okumamışım hala;
Büyücü-John Fowles
İskambil Kağıtlarının Esrarı-Jostein Gaarder.

Mustafa’yla konuşmadım sonra, oysa göz göze geldik sonra da, bir şey söylemedim, o da söylemedi, söyleseydim belki, şimdi farklı olurdu ne biliyim, belki -en azından- nerde olduğunu bilirdim.

En son “Kasabanın En Güzel Kızı”nı sordum, arkadaşına, o da Mustafa’ya sordu, (o hali gitmiyor gözümün önünden) bakmadan suratıma, “Kasabanın En Güzel Kızı’nı bulan bana getirsin” dedi. Bulmak istedim ben o kitabı, bulup Mustafa’ya götürmek istedim, nerden bilebilirim ki, bir daha görmedim onu.

Bazen hayat ne kadar tuhaf görünüyor. Benim için o kadar anlamlı olduğunu bilmiyor o, beni de bilmiyor gerçi, ama yine de ben haftada bir kez bir umut gidip bakıyorum kitapçıya gelmiş mi Mustafa diye.

Yarın gidip Büyücü’yü almayı düşünüyorum, belki Mustafa dönmüştür hem, görürüm belki.