30 Haziran 2010 Çarşamba

Merhametin İnsafın Yok mu?

Yağmurlu bir İstanbul sabahında...

21 Haziran 2010 Pazartesi

Bukowski - Kasabanın En Güzel Kızı

Bunun seninle bir ilgisi yok. Bu benimle ilgili.
Cass, beş kızkardeşinin en küçüğü ve en güzeliydi.Kasabanın en güzel kızıydı Cass. Yarı Kızılderili. Esnek ve tuhaf bir vücudu vardı, yılanvari ve şehvetli; gözleri ise vücudu ile son derece uyumlu. Sıvı halinde akan bir ateşti. Girdiği şekle sığmayan bir ruh.Uzun, parlak, ipek gibi saçları her hareket ettiğinde sağa sola dalgalanıyordu. Ya çok neşeliydi ya da hüzünlü. Arası yoktu Cass'ta. Onun için deli diyenler vardı. İçi ölmüş olanlar. Onlar anlayamazlardı. Erkeklerin umurunda değildi deli olup olmadığı. Bir seks makinesiydi Cass onların gözünde. Cass onlarla dans eder, flört eder, ama bir iki istisna dışında iş yatmaya gelince bir yolunu bulup başından savardı.

Kızkardeşleri onu güzelliğinden yararlanmamakla, aklını yeterince kullanmamakla suçlarlardı. Oysa hem akıl vardı Cass'ta hem de ruh. Resim yapar, dans eder, şarkı söyler, alçıdan heykelcikler yapar, birileri ruhen ya da bedenen incindiğinde içinde duyardı acılarını. Pratik bir zekası yoktu işte, farklı çalışırdı beyni. Kızkardeşleri önce onu kendi sevgililerini cezbettiği için kıskanırlar, sonra da sevgililerinden yararlanmadığı için kızarlardı. Çirkin erkeklere müşfik davranır, yakışıklı erkeklerden iğrenirdi. "Hayat yok onlarda." derdi."Mükemmel kulaklarından ve burunlarından başka bir bok düşünmezler. Yüzeyseldirler. İçleri yoktur..."

Deliliğe yakın bir mizacı vardı, mizacına delilik diyenler de.

Babası alkolden ölmüş, annesi başkası ile kaçıp kızları kaderlerine terketmişti. Kızlar önce bir akrabalarının yanına sığınmış, akraba da onları bir manastıra yerleştirmişti. Manastır berbat bir yerdi. Özellikle Cass için. Diğer kızlar onu kıskanmış, kızların hemen hepsi ile dövüşmüştü. Sol kolu baştan aşağı jilet izleri ile kaplıydı. Sol yanağında da bir iz vardı, ama bu onu daha da güzelleştiriyordu.

Manastırdan ayrıldığının ertesi günü Batı Yakası Barı'nda tanıdım onu. En küçükleri olduğu için kızkardeşlerinden sonra ayrılmıştı manastırdan. Tek kelime etmeden gelip yanıma oturdu. Kasabanın en çirkin adamıydım; bu yüzden seçmişti beni belki de.

"İçki?" diye sordum.

"Tabii, neden olmasın?"

Kayda değer fazla bir şey yoktu konuşmalarımızda. Öyle bir havası vardı Cass'ın. Beni seçmişti, o kadar basitti onun için. Rahattı. İçkiyi seviyor, fazlaca içiyordu. Yaşı tutmadığı halde bara girmeyi başarmıştı. Sahte bir kimliği vardı belki de, bilmiyorum. Her neyse, her tuvaletten dönüp yanıma oturduğunda erkeklik gururum kabarıyordu. Sadece kasabanın değil, ömrümde gördüğüm en güzel kadınlardan biriydi. Kolumu beline dolayıp öptüm onu.

"Güzel buluyor musun beni?" diye sordu.

"Evet, ama başka bir şey var sende...görünümünle ilgili değil."

"İnsanlar beni güzel olmakla suçluyorlar, gerçekten güzel miyim sence?"

"Güzel sözcüğü yeterli değil."

Cass elini çantasına soktu. Mendilini alacağını sandım. Uzun bir saç iğnesi çıkardı. Davranmama fırsat tanımadan iğneyi yandan burnuna geçirdi, burun deliğinin hemen üstünden. Korku ile karışık bir bulantı hissettim. Bana bakıp güldü.

"Hala güzel buluyormusun beni?"

İğneyi çekip mendilimi kanayan burnuna tuttum. Barmen ve çevredekiler yediği haltı görmüşlerdi. Barmen yanımıza geldi.

"Bana bak," dedi Cass'a, "bir daha sapıtırsan kendini dışarda bulursun. senin oyunlarına ihtiyacımız yok!"

"Siktir git,lan!" dedi Cass.

"Ona hakim ol," dedi barmen bana.

"Sorun yok," dedim.

"Burun benim, ne istersem yaparım burnuma," dedi Cass.

"Yapma," dedim. "Canım yandı."

"Ben burnuma iğne sokunca senin canın mı yanıyor?"

"Evet. Gerçekten."

"Peki, bir daha yapmam. Neşelen biraz."

Öptü beni gülerek. Bir eliyle de mendili burnuna bastırıyordu. Bar kapanınca kaldığım eve gittik. Bira içip sohbet ettik. Sıcak ve sevecen olduğunu işte o zaman sezmeye başladım. Farkında olmaksızın sunuyordu kendini. Yine de bazen vahşi, tutarsız bir tavır takınıyordu. Schitzi. Harikulade, ruhani, kutsal bir Schitzi'ydi. Deyyusun biri günün birinde sonsuza dek mahvedecekti onu. Ben olmam inşallah, diye geçirdim içimden.

Yatağa girdik. Işığı söndürdükten sonra, "Şimdi mi istersin, yoksa sabah mı ?" diye sordu.

"Sabah," dedim ve sırtımı döndüm.

Sabah kalkıp kahve yaptım, yatağa getirdim.

Güldü. "Geceyi pas geçen ilk erkeksin," dedi.

"Boş ver," dedim. "Hiç olmasa da olur."

"Hayır," dedi. "İstiyorum. Bekle, biraz tazeleneyim."

Banyoya girdi Cass. Kısa bir süre sonra döndüğünde soluğumu kesti; uzun siyah saçları, ağzı, gözleri, her yeri pırıl pırıldı...Rahat bir tavırla sergiledi vücudunu, iyi bir şeyi sergiler gibi. Yatağa girdi.

"Hadi gel, sevgilim."

Yanına uzandım.

Kendini vererek ama telaşsız öpüşüyordu. Ellerimi teninde, saçlarında gezdirdim. Birleştik. Sıcak ve dardı. Sevişmeyi uzatmak için ağır bir tempo tutturdum. Gözlerimin içine bakıyordu.

"Adın ne?" diye sordum.

"Ne fark eder?" dedi.

Güldüm ve devam ettim. Giyindikten sonra onu arabamla barın kapısına bıraktım, ama zordu onu unutmak. işsizdim o sıralar, öğlen ikide uyandım, sonra kalkıp gazeteyi okudum. Elinde kocaman bir incir yaprağı ile geldiğinde küvete gömülmüştüm.

"Biliyordum küvette olacağını," dedi, "bu yüzden şeyini örtmen için incir yaprağı getirdim sana."

Yaprağı suyun üstüne bıraktı.

"Nereden bildin küvette olacağımı?"

"Ben bilirim."

Her gün ben küvetteyken geliyordu. Değişik saatlerde banyo yapmama rağmen. Yaprağı da unutmuyordu. Sonra sevişiyorduk.

Birkaç kez telefon etti. Bir gece sarhoşluktan ve çevreye rahatsızlık vermekten tutuklandı, kefaletini ödeyip onu çıkarmak zorunda kaldım.

"Orospu çocukları," dedi "birkaç içki ısmarladıkları için donuna girebileceklerini sanıyorlar."

"Sana içki ısmarlamalarına izin verdiğin an başına belayı sarıyorsun."

"Sadece vücudumla değil, benimle de ilgilendiklerini sanıyorum.

"Ben seninle ve vücudunla ilgileniyorum. Vücudunu aşıp seni keşfedecek erkeklerin sayısının çok olduğunu sanmıyorum ama."

Altı ay uzak kaldım kentten, eyalet eyalet dolaşıp aylaklık ettikten sonra döndüm. Gitmeden önce Cass'la tartışmıştık gerçi, ama ayaklarım karıncalanmaya başlamıştı zaten, hem döndüğümde onu bulamayacağımdan emindim. Batı Yakası'na girip bir içki söyledim, yarım saat sonra içeri girip yanıma oturdu.

"Döndün demek, it?"

Bir içki söyledim ona. Boynuna kadar kapalı bir elbise vardı üstünde. Böyle giyindiğine tanık olmamıştım daha önce. Gözlerinin altına başları camdan iki toplu iğne saplamıştı. Sadece başları görünüyordu toplu iğnelerin.

"Allah seni kahretsin!" dedim, "Hala güzelliğine zarar vermeye çalışıyorsun."

"Yok canım, moda bu," dedi.

"Delisin."

"Özledim seni," dedi.

"Başkası var mı?"

"Hayır, sadece sen. Çalışıyorum ama. Ücretim on dolar. Sana bedava."

"Çıkar şu toplu iğneleri."

"Hayır, çok moda."

"Üzüyorsun beni."

"Emin misin?"

"Lanet olsun, eminim."

Toplu iğneleri gözlerinin altından yavaşça çekip çantasına soktu.

"Güzelliğinle neden uğraşıyorsun? Kabullensene?"

"Başka bir şey gördükleri yok da ondan. Bir bok değil güzellik. Uçar gider. Çirkin olduğun için talihlisin. Biri seninle ilgilendiğinde başka bir şey için olmadığını biliyorsun."

"Pekala," dedim. "Talihliyim."

"Çirkin olduğunu ima etmek istemedim. Başkaları için çirkin olabilirsin. Harikulade bir yüzün var aslında."

"Teşekkür ederim."

Birer içki daha içtik.

"Neler yapıyorsun?" diye sordu.

"Hiç. Bir bok yapmak gelmiyor içimden. İstek duymuyorum."

"Ben de. Kadın olsaydın kendini satardın."

"Bir sürü yabancı ile o denli yakın ilişki içinde olmak istemezdim. Yılardım."

"Haklısın. Yıldırıcı, her şey çok yıldırıcı."

Birlikte çıktık bardan. Sokakta yanımızdan geçenler Cass'a bakıyorlardı. Hala çok güzeldi, her zamankinden daha güzel belki de.

Evime gittik. Bir şişe şarap açıp sohbet ettik. O anlattı ben dinledim, sonra ben anlattım. Akıcı ve rahat bir sohbet. Kendi sırlarımızı yaratıyorduk. İyi bir sır yakaladığımızda o eşsiz gülümseme beliriyordu yüzünde. Sadece o gülebilirdi öyle. Alev coşkusu. Konuşurken zaman zaman birbirimize sokulup gülüşüyorduk. O gece arzulanıp yatağa girdik. Elbisesini çıkardığında boynundaki o korkunç yarayı gördüm. Geniş ve uzundu.

"Allah senin belanı versin kadın!" diye bağırdım yataktan. "Allah canını alsın, ne yaptın?"

"Bir gece kırık şişe ile denedim. Beni beğenmiyor musun artık? Beni güzel bulmuyor musun?"

Yatağa çekip öptüm onu. Beni ittikten sonra güldü. "Bazı müşteriler on doları verdikten sonra yarayı görüp vazgeçiyorlar. Onluk ben de kalıyor. Matrak değil mi?"

"Evet,çok matrak," dedim, "gülmekten kırılacağım... Cass, deli kancık, seviyorum seni...kendine zarar vermekten vazgeç; hayatımda senin kadar hayat dolu bir kadın tanımadım."

Yine öpüştük. Sessizce ağlıyordu. Gözyaşlarını duydum. Siyah saçları ölüm bayrağı gibi yayılmıştı yatağa. Ağır, duygulu, güzel bir sevişme tutturduk.

Sabah Cass kalkıp kahvaltı hazırladı. Huzurlu, mutlu görünüyordu. Bir şarkı mırıldandı. Yatakta kalıp onu seyrettim. Sonra gelip beni sarstı. "Kalk artık, domuz! Yüzüne ve çüküne soğuk su serp, sonra da kahvaltıya gel."

Sahile götürdüm onu o gün. Yaz henüz yeni başlamıştı, hafta sonuydu, tenhaydı sahil. Harikuladeydi. Berduşlar paçavraları ile kuma uzanmışlardı. Bazıları taş banklara oturmuş şişeyi paylaşıyorlardı. Martılar telaşsız ve aptal uçuşlarındaydılar. Yetmişlik-seksenlik karılar kocaları öldükten sonra kendilerine kalacak evleri satıp satmamayı tartışıyorlardı. Her şeye rağmen huzur vardı havada. Denize doğru yürüdük. Çok az konuşarak. Mutluyduk birlikte. İki sandviç, biraz cips ve içecek bir şeyler aldım. Kuma uzanıp atıştırdık. Birbirimize sarılıp uyuduk bir süre. Sevişmekten bile güzeldi sanki. Gerilimsiz bir birlikte akış. Uyandıktan bir süre sonra eve döndük. Yemek pişirdim. Yemekten sonra birlikte oturmayı teklif ettim. Bir şey söylemeden uzun uzun baktı bana. Sonra yumuşak bir sesle "Olmaz," dedi. Onu bara bıraktım, çıkmadan önce eline bir içki tutuşturdum. Bir ambalaj fabrikasında iş buldum.Hafta öyle geçti. Dışarı çıkamayacak kadar yorgun oluyordum, ama Cuma gecesi Batı Yakası'na gittim. Oturup Cass'ı bekledim. saatler geçti. Barmen yanıma geldiğinde sarhoş olmak üzereydim. "Kız arkadaşın için üzüldüm," dedi.

"Neden?"

"Özür dilerim. Haberin yok mu?"

"İntihar. Dün gömdüler."

"Gömdüler mi?" Her an kapıdan girecekmiş gibi bir his vardı içimde. İnanamıyordum.

"Kızkardeşleri kaldırdı cenazesini."

"Nasıl?"

"Gırtlağını kesmiş."

"Anlıyorum. İçkimi tazele."

Kapanış saatine kadar içtim. Cass. Beş kızkardeşinin en güzeli. Kasabanın en güzel kızı. Arabayı eve sürerken düşünüyordum. "Hayır," dediğinde üstelemeliydim. istemişti beni, şüphe yoktu. Tembel, ilgisiz, bencilce davranmıştım. İkimizin de ölümünü haketmiştim. Köpeğin tekiydim. Hayır, köpeklerin ne günahı vardı? Evde bir şişe şarap buldum, içtim. Cass, kasaanın en güzel kızı yirmisinde öldü.

Dışarda götün teki klaksonuna basıp duruyordu. Israrla. Şişeyi fırlatıp avazım çıktığı kadar bağırdım. "ALLAHIN CEZASI OROSPU ÇOCUĞU! KES ARTIK!"

Gece üstüme üstüme geliyordu ve yapabileceğim hiç bir şey yoktu.

11 Haziran 2010 Cuma

Kaçmaya Çalıştılar...

Tek başına dolaştığın yolların haddi hesabı yok, hem de oturduğun yerde. “Olmaz ki böyle, olmaz ki…” oluyor ama, görüyorsun, yaşıyorsun, hissediyorsun, soluyorsun. Sorgulamayı bırak, bir işe yarıyor mu, nedenlerin cevabını alabiliyor musun? Sorgulamayı bırak. Bu anlamsız.

Üstünde yürüdüğün bu deniz, bu yağmur tanelerinin geçici ikametgâhı, bu saatlerce bakıp hayal kurduğun hatta en sevdiğin kitabın sayfalarını tek tek yırtıp içine attığın su cenneti artık sana gülümsemiyor. Sana hiçbir şey gülümsemiyor.

Eksiliyorsun, her gün yeni bir parçanı kaybetmiş olarak açıyorsun gözlerini, her geçen dakikada yeni bir isteğini satıyorsun içini kemiren, umudunu emen canavara. Ve en kötüsü boşuna bakıyorsun çevrene, boşuna arıyorsun Onu.

Ellerin buz kesmiş, kolların üşüyor, bütün bedenin bir ölününki kadar soğuk. Kalem tutamıyorsun, sayfa çeviremiyorsun. O kadar ağır ve başına buyruk ki bedenin senin sözünü dinlemiyor, gel ve git direktiflerin havaya savruluyor. Gözyaşların bile yüzünü ısıtmaya yetmiyor.

Gündüzlerin ve gecelerin birbiri ardında koşturup dururken sen ikisi arasında, yerini bilmeden, zamanı çözemeden sıkışıp kalıyorsun. Gözlerin boşlukta geziniyor, her an gecenin kahredici karanlığını, gündüzün kör edici aydınlığını yaşıyorsun.

Şimdi farkındalıkla kitaplarını okumaya çalışmanın, aklı başında bir insanmış gibi görünmeye çalışmanın, “eski”lere sığınmaya çalışmanın, eskilerin üstesinden nasıl geldiğini düşünmenin hiçbir şeye yaramayacağını anlamıyorsun. Bu yeni ve yabancı bir hayat, bu yeni ve ayrıntılarını hiç tanımadığın bir his, bu senin daha önce kapı aralığından bakıp geri kaçtığın karadeliklerden çok daha farklı. Ve artık içine düştün bir kez, kaçmak için yolun yok.

Ellerini şakaklarında gezdirip hissetmeye çalışıyorsun. Olmuyor. Saçlarınla oynuyorsun, oraya buraya savuruyorsun. Olmuyor. Olmayacağını biliyorsun. Kabullenmek yavaş yavaş ilerleyen bıçağın müthiş bir hızla saplanmasına sebep olacak, biliyorsun. Korkma! Ve sorgulamayı bırak. Bu anlamsız, biliyorsun. Anlamsız…

Kaçmaya çalıştılar.

Sayıklamalar içinde uzun zaman yaşanamazdı. Çok şey vadeden ve hiçbir şey vermeyen bu dünyada gerilim çok fazlaydı. Sabırlarının sonuna gelmişlerdi. Bir gün, onlara bir sığınak gerektiğini anladıklarını sandılar.
Perec, Şeyler (s.79)

10 Haziran 2010 Perşembe

Nick Cave / Warren Ellis - The Road

Neredeyse gözyaşı kadar gerçek.
https://www.youtube.com/watch?v=aye_WH0txl8

7 Haziran 2010 Pazartesi


Ahşap kapıyı usulca kilitleyeli 10 saati geçmiştir. Sıkıntı hissetmiyorum, üzüntü, bunalım, mutluluk, hiçbir şey. Sadece bakıyorum. Uyku, yok. Açlık hissi, bazen. Bakıyorum, görmek kaygısından vazgeçtim. Üzerimdeki siyah eteğin rengi solmuş, üzerimde bir o varmış gibi, tenim soğuk, dahası donuk. Olmak istediğim gibiyim.

Bir iki cümlecik dönüyor beynimde, neydi o neydi diyorum, tamamlayamıyorum. Şiirden midir, öyküden mi, anlatıdan mı, günceden mi bilmiyorum. Tamamlanmıyor bir türlü. Bırakmaya çalışıyorum düşünmeyi ama olmuyor, peynir kemiren fare misali…

Odada iki yatak var; tek kişilik. Neden, bilmiyorum. Pencerenin sağına ve soluna konulmuş iki yatak. Biri boş, diğerinde ben varım, o da boş sayılır kimilerince. İki yatak arasında kalan alan yatakların genişliğinden dar. Bir kitaplık var bir de, kitap dolu. Odayı ölçmek için adımlamaya başlıyorum. Yataktan geriye kalan kısım yedi adım, yatak boyumu biraz aşıyor, boyum yüz atmış dokuz santim, oda dikdörtgen, kısa kenarı ölçemiyorum, ölçmeye çalışmaktan vazgeçiyorum.

Küçük kâğıtlara aldığım notlar var, özellikle bir şey hissetmem için yazıyorum, yazıyorum ve okumuyorum. Okumak istemiyorum. İstek, istemek o kadar uzak.

Kimim ben, diyesim geliyor, cevaptan korkuyorum. Kimsin sen diyebiliyorum en fazla, sen kimsin? En önce bilmem gereken de cümlemdeki “sen” kimsin. Bilmiyorum.

Kitabın kapağında kadının resmi var, nasıl güzel. Gülümsemiş, hoşuma gidiyor, gülümsüyorum ben de. Ben de. Adı güzel. Benim de adım güzel. Benim de. O adam neden istedi bu kadını okumamı, biliyorum. Ondan önce okumuş olsaydım, ben de onun okumasını isterdim. Ben de. Kadının kaşları çekiyor ilgimi, doğal, alınmamış. Diğerleri gibi yapay bir ifade oluşmamış yüzünde. Bu sefer kendiliğimden gülümsüyorum. Benim de öyle, diyorum, ona mı, kendime mi, duvarlara mı, dünden kalma yarı dolu ince belli çay bardağına mı, bilmiyorum.

Ezan okunmaya başlıyor, saati tahmin etmeye çalışıyorum, martılar da bir feryat koparıyor ki ezanla birlikte. Bir şeyler duyabilmenin rahatsızlığıyla kapatıyorum gözlerimi. Beş gün, beş gün sonra gidiyorum.

Sonsuz bir döngünün içinde kendime aradığım yeri hiçbir zaman bulamayacağımı ne zaman söyleyeceğim kendime. Korkuyorum. Bu insanı çıldırtır. Ve kurmaya çalıştığım hayat, içinde debelenip durduğum hayat, bir gün hiç de beklemediğim bir anda benden alınabilir. Peki, bu insana ne yapar?


"Bir kedinin ne işlevi olabilir, okşanmaktan, mırıldanmaktan ve sobanın kıyısında uyuklamaktan başka? Sorumluluğuma gelince, her kedi kendinden sorumludur."
Ferit Edgü-Çığlık/Kedi ve Fare