22 Aralık 2010 Çarşamba

Uyuyan Kadın II

Siz Kimdiniz?

Olduğun yerde dönüyorsun. Miden bulanıyor. Gözlerini kapatıyorsun. Dişlerini sıkıyorsun. Miden bulanıyor ve dönmeye devam ediyorsun. Uzatsa elini bi, bi uzatsa tutacaksın. Ne döneceksin ne miden bulanacak. Bi uzatsa elini…

Bir yerlerde yaşadıklarını yaşayan var, biliyorsun. Bir yerlerde hissettiklerini hisseden var. Senin kadar kayıp, senin kadar yoksun, senin kadar boş, senin kadar sen, senin kadar… Biliyorsun. Ama bu seni rahatlatmıyor. Miden bulanıyor, dişlerini sıkıyorsun.

Yap dedikleri şeyleri yapıyorsun. Kitaplar okuyor notlar çıkarıyorsun. Dinliyorsun, anlamaya çalışıyorsun. Bakıyorsun, görüyorsun. Bakıyorlar ama görmüyorlar. Gözlerini kaçırıyorsun. Kaçıyorsun.

Gözlerini karanlığa dikiyorsun. Alışınca siluetler görüyorsun. Bildiğin, alıştığın eşyalar. Seninle olan, senin olmayan –olamayan- şeyler. Sıkılıyorsun. Gözlerini kapatıyorsun. Karanlığa alışınca siluetler görüyorsun. Seninle olan, senin olmayan hayaller görüyorsun. Güç arıyorsun bulamıyorsun. Miden bulanıyor, dişerini sıkıyorsun.

Düşüyorsun. Kalkmaya çalışıyorsun. Canın acıyor, alışıyorsun. Yürümeye hatta koşmaya başlıyorsun. Takılıyorsun düşüyorsun. Kalkmaya çalışıyorsun. Canın acıyor, alışıyorsun. Yürümeye hatta koşmaya başlıyorsun. Takılıyorsun düşüyorsun. Kalkmaya çalışıyorsun. Canın acıyor. Miden bulanıyor, dişlerini sıkıyorsun.

Kaçmaya çalışıyorsun.
Kaçmaya çalışanları tanıyorsun. Kaçamadılar, biliyorsun.
Kaçmaya çalışıyorsun.  
...
...
...


Uyuyan Adam'a özlemle...

6 Aralık 2010 Pazartesi

Nastasya, canım…

Ellerim üşüyor. İçim titriyor. Bu soğuk havaları ne severim ben. En güzel ağlarken dünya, bütün kadınlar gibi, bütün adamlar gibi. Hayatın içine dâhil olamamanın sancısını hissedip, yalnızlığı uzaklaştırmaya çalışmak kendinden öyle boşuna bir çaba, öyle acınası bir hal ki ölümü diliyor insan. Ölümü bile dileyebiliyor insan.

Baş ağrıları yakamdan düşmüyor. Uyuyorum. Hiç uyumamış gibi uyanıyorum. Üç yaşındaki bir çocukluğun şevkine sahibim. Ulaşılamayan bir oyuncakla alt üst oluyorum. Evimde yemek pişmiyor, yemek kokusu sarmıyor buraları. Neden, deme. Biliyorsun, bilmiyorum.

Kafama kafama vuruyorlar sanki her bir saat taktakında. İçimde müthiş bir öfke. Kötü bakışlar da atamıyorum insanlara. İnsanlar. En az ben kadar acınası boşluklar. Nerden geldikleri meçhul, nereye gittikleri meçhul. Öyle bir düzen tutturmaya çalışıyorlar, ne için olduğu belli değil. Ben yine en ufak bir ihtimalin peşine düşüp en büyük yaralarla çıkıyorum işin içinden. Beni de düşünen var mıdır bir yerlerde, “o” var mıdır?

Gönlüm sıkışıyor. Sıkılıyorum. Bir iki sayfa acımı dindirmiyor, üzülüyorum. O şarkılar, o sözler, o kadınlar, o adamlar, o sokaklar, o sokak lambaları…

Mucizeler gerçek mi Nastasya?
Sen hiç mucize gördün mü?



4 Aralık 2010 Cumartesi

Murat Uyurkulak - TOL


Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.
Saraylara merakla bakan sivil çocuklar hatırlıyorum. Geniş caddaler arşınlayan kavruk adamlar, böğürtlen yiyen kara kadınlar, sert laflar gezdiren kuru ağızlar…
Annemin ağzı fazla bozuktu.
Herhalde sadece benim korkmadan bakabildiğim, baştan başa izlerle kaplı yüzümün ortasında, buruşuk bir yaraya benzeyen ağzını açar ve her seferinde aynı şeyi söylerdi: “Bizi düzdüler. Çocuklarımızı da düzecekler. İçlerinde ne kadar tarih, dua, silah ve dahi şan varsa üzerimize kusacaklar…”
Annem biraz kaçıktı. İlkokula başlamıştım, intihar etti.
Ben babasız da bir Yusuf’tum. Konsey’i gözümle gördüğüm sabah, uslu ve yaşlı bir çocuktum. Yatağımı ıslatmıştım yine. Utangaç bir serinlikle uyandım. Perdeyi araladım ve yetiştirme yurdunun kapısında bekleyen ufak tefek askeri seyretmeye koyuldum.
O askerin üniformasında, sonradan bütün hayatımı boydan boya çizecek, haki bir bıçağın bilenmeye başladığını nereden bilecektim? Çiş kokusu hoş bir kokuydu, haki tuhaf bir renkti. Hep yarım kaldım, hiç tam doymadım, tam bağırmadım, tam dokunmadım. Bıçak ryhymda dehşet bir fısıltı gibi ilerledi ve ben tam ortamdan yarıldım. Ruhuma bir hayat yakıştıramadım.
Oysa o sabahtan önce ben, henüz ruhu bütün bir Yusuf’tum…