29 Eylül 2011 Perşembe

"Tanrı bana erdem yolunda durgun bir hayat sürme olanağını verdiği zamanlar sadece şükretmiş ve susmuşumdur."*

Düşünce suçları işliyorum. Kafamda defalarca farklı şekillerde yok ediyorum dünyayı. Tanıdık yüzlerle karşılaşınca da inkar ediyorum: Sizi daha önce hiç görmedim!

O taraklarda hiç bezim olmadı. Bazı hikayeler anlatıldı ben de inandım. Üzgün değilim. Buralara nasıl geldim bilmem.

En sevdiğim kitap Uyuyan Adam'ın son bölümünde bir adam anlatılır: Katip Bartleby! Ne şans. Hayatımda kimseyi istemiyorum. Cümle kurabilenleri. Hepsi defolu. Ben? Kendimle olan meseleleri sonraya attım.

Dil felsefesinden nefret ediyorum. Okuldan da. Okulda onu arıyorum. "Dil felsefesiyle ilgilenmek istiyorum ben" diyorum. Bazı isimler sayıyor. Onları bana yazmasını istiyorum. İnternete danışmamı salık veriyor. Sonra ofluyor. Sesli. Kırıcı. Telefonu kapatıyorum. Sevmediğim okulumun içinde bir yerlerde ağlıyorum. O an nefret etmeye başlıyorum dil felsefesinden. Ve okuldan.

Bunları neden şimdi hatırlıyorum. Ah, başım çatlıyor. Murat Uyurkulak okuğumu duyunca "Afferim!" diyor bana, diğer bütün öğrencilerinden biriymişi gibi. Bunu söylerken o kadar uzak bana o kadar yabancı. Ve kız öğrencilerinden birini çok sevdiğini söylüyor bunlardan çok önce. Kızıyorum ona, daha bana bile kurmadığın bir cümleyi başkalarına kurmana dayanamam, diyorum. İçi boşken, diyor, nasıl rahatlıkla söyleyebiliyor insan. Ona aşık olduğumu ne zaman farkediyorum bilmiyorum. Ama hayatıma taht kurması sadece yedi gün sürüyor.

Onu bana Perec getiriyor. Ben kim olduğuna hiç aldırmıyorum. Bana Fikret Kızılok'tan Yalan'ı dinletiyor. "Sözlerine takılma sakın," diyor, "tınısını duy". Benim ona Fikret Kızıkok şarkıları söylettirdiğimi söylüyor. "Aklım kayıp, kalbim şiir okuyor" diye yazıyor daha ilk günler.


Şehirler arası mekik dokurken telefonuma mesaj geliyor "Sevgilin yoldayken ve elinde Bukowski varken ona sevgi göstermelisin, yalnız sana katlanabilir."

Onunla ilgili ilk yazımı yazıyorum buraya. Geceleri onu uyuyorum, gündüzleri onu konuşuyorum, her an her daim onu düşünüyorum. Ona aşık olduğumu ilk ne zaman farkediyorum bilmiyorum.

Bana genç bayan diye hitap ediyor çoğu zaman. Sizli-bizli konuşmalarımız hoşumuza gidiyor.

Şimdi üşümeye başlıyorum. Taşma noktasındayım. Neden bu gece bilmiyorum. Onu yine yazacağımı biliyorum. Ve onunla yeni anılarımız olmayacağı için güveniyorum bir gün eskileri tüketeceğimi. Temilemeye çalışıyorum, olmuyor. Başlar ne kadar temizse sonlar o kadar kirli. Düşüncesi korkunç.

Hayatımda kimseyi istemiyorum. Cümle kurabilenleri. Hepsi defolu. Ben? Ben Gidiyorum. Ve o bana bunları söylüyor;
“Ben seni hep sevdim
Seni hep seviyormuşum
Bu duygu o kadar tanıdıkmış ki
Seni sevme duygusu
Buna alışmakta hiç zorluk çekmiyorum”

-------
*Marquis de Sade - Aşkın Suçları

Ferdinand The Bull

43.GÜN





25 Eylül 2011 Pazar

"Kumdan Kalelerime Dalgalar Vursa"

39.GÜN


Eylül hiç bu kadar kırıcı olmamıştı. Sonbahar başağrılarıma öyle iyi geldi ki bazen kafamın tek başına 20 kilo geldiğini düşünüyorum. Ödünç vereceğim oluyor, ağırlığını taşımamak için.

Anlamsızlığını koruyor herşey. Yazmak istediğim kitaplar vardı, kenara ittim. Okumuyorum zaten son bir kaç gündür. Beni heyecanlandıracak bir kitap söyleyebilecek olanınız var mı?

Yollar gözümde büyüyor. Bulutlar gözümde büyüyor. Yıllar gözümde büyüyor. İnsanlar uzak. İnsan ilişkilerim sıfıra yakın. Konuşmak gözümde büyüyor. Kırılıyorum her defasında. Ben dahil kimse kendinden başkasını düşünmüyor. Sanki bir tek kendimiz inciniyormuşuz gibi. Diğerleri... Düşünmek gözümde büyüyor.

Başından sonundan filmler izliyorum televiyonda. Merak etmiyorum başlarını ya da sonlarını. Odamın penceresi okul bahçesine bakıyor. Bazen sesleri çok güzel geliyor. Bazen pencereleri kapatıyorum.

Bir iki cümlelik ömrümüze romanlar sığdırıyoruz. Ben şarkı söylüyorum. Çok güzel bir şarkı.



Uzansam
Çocukluğuma dönsem
Derinlerde gizlenmiş yaralarımı görsem
Bir bıçak yarasıyla acısız kalsam
Oyunlar oynasam sahnesiz maskesiz
Kumdan kalelerime dalgalar vursa
Kağıttan gemilerimin tayfası olsam
Yıldızımı okşarken bir uçak geçse düşümden
Avaz avaz bağırıp sesimi duyursam

Ah çocukluğum camdan duvarlarım
Portakal çiçeği kokulu heyecanlarım
Kuş tüyüydü düşlerim umutlarım
Hani nerde arsızlığım umarsızlığım
FD-Uçak

19 Eylül 2011 Pazartesi

Ama sen başkasın anlıyor musun ?

33.GÜN

Bir keresinde birini sen sandım. Bunun için çok üzgünüm. Ama gecikiyorsun. Korkuyorum.


Darmadağın odamda ellerime bakıyorum.
Darmadağın odamda kırık bir aynada yüzüme bakıyorum.
Gözlerim, gözlerim artık görmekten yorulmuş gibi, bakamıyorlar.
Ben artık o şarkıları dinleyemiyorum. Boğazıma oturuyor birşey, kalkmıyor. Kaldıramıyorum. Sen olsan...

Elimden birşey gelmiyor. Korkuyorum.

11 Eylül 2011 Pazar

Tezer Özlü - Eski Bahçe ~ Eski Sevgi

25. GÜN
Tezer Özlü okuduğum zamanlar bu kadar rahat değildim. Kafamda oturmaya başlayan değişikliklerimle okudum kitabı. O kadında eksik birşeylar var. Bende olduğu gibi. Onu kıskandım şimdiye kadar, bu sefer ona üzüldüm, kendime üzüldüğüm gibi. Ve o kadar güzel yazıyor ki... "O cümle," diyorsunuz, "daha güzel kurulamazdı".

"Kimin kimi öldürdüğünü bilemiyorum. Ortada bir ölü var. Ya o. Ya ben." (s.14)
Öğle saatlerinde yatağımda öylece yatarken rahatsızlığımdan tüm bedenim felç oluyor. Başka bir şey dönüyor kafamda. Burda değil. Başka bir yerde. Orası başka bir yer. Tek bildiğim bu. Ölü gibiyim.

"Bütün olaylar benim dışımda olup bitti, ben yalnız günleri ve saatleri bildim."(s.25)
Nefes alıyorum. Nefes veriyorum. Nefes alıyorum ve nefes veriyorum. Dışardan temiz bir nefes alıyorum, sonra onu kirletiyorum. Dışarı veriyorum.
"uyuyamıyordum
banyodan fırladım
başkentte çalıştığım yere geldim
dünya ayaklanmıyordu
evren bomboştu
ben ayaklanıyordum
uzaya fırlatılmış gibiydim
karlı bir gündü
kitaplığın karşısındaki çiçekçi vitrinini kıracaktım
bana bakıyorlardı
öldürün beni diye bağırıyordum
artık olan oldu
olmadı işte
olmayacak da
eve getirdiler beni
bir doktor uyku ilacı verdi
tanımıyordum onu
uyumalıydım
uyandığımda ihtilal bitmedi
evden dünyayı yönettim
insanlar mutlu günlerin önüne geçiyorlar
kimse
bana ihtilal yapmadın diyemedi
unutmam gerekiyordu" (s.32-33)
Değişiyorum. Dur durak bilmeden, yıkıyorum içimdekileri, yıkıyorum içimi. Tertemizim. Tertemiz.
"İnsan ölülerin arasında ölünce yaşamamalı" (s.33)
Ben ölüyüm. Tam olarak ölü.

"Dayanılmaz başağrıları çekiyordum. Omurgamdan üç fıkra kaymış, bütün sinirlerimi sıkıştırıyordu. Başımın altında büyük bir yastıkla biraz dolaşıyor, boynumu hiçbir yöne çeviremiyordum. Çoğunlukla koltukta oturup, deniz üzerindeki beyaz dalgalara bakıyordum. Ağrılar beynimi uzun süre su altında kalmış gibi sıkıştırıyordu. Bu güzel sonbaharda böylesi başağrısı ne büyük şanssızlıktı. Kitap bile okuyamıyordum." (s.52)
Ağrı kesici içiyorum bir bardak ılık suyla.

7 Eylül 2011 Çarşamba

J. Baldwin - Bundan Sonrası Ateş

21. GÜN

Tam yitip gittiğimi sandığımda, 
Zindanım sarsıldı ve zincirlerim çözüldü. (s.17)

Küçücük olup da kocaman olan çok kitap gördüm. Bu kitap  kesinlikle onlardan biri. O kadar çarpıcı ki bazı anlar insan ne kadar kötü bir dünyada yaşadığını düşünüp sıyırmamak için hissizleşmeye başladığını düşünüyor.

Baldwin'in Ne Zaman Gitti Tren adlı kitabını okumuştum yıllar önce. Tavsiyesiz ve bilgisizdim o zamanlar ve sadece kitaba bakıyordum hoşuma giderse alıyordum. O zamanlar -ve hala- çok sevdiğim Cenk Taner şarkısı Ne Zaman Gitti Tren kitabı almama sebeptir sanıyorum. Şarkıyı şurdan dinleyebilirsiniz.

O kitabı çok zor okumuştum. Daha doğrusu zor bitirmiştim. Çok güzel bir kitaptı kuşkusuz. Hala arada bir elime alıp karıştırdığım bir kitap. Ve Baldwin'in kalemi çok hafif ve derin. Anlatımı kıskanılacak kadar güzel.

Bu kitap Baldwin'in yeğenine yazdığı mektupla başlıyor ve bir kaç sayfa olan bu mektup ciltlerce kitap ağırlığında. O kadar değerli. Siyahların amerikada yaşadığı zulmü, acıyı, ikilemi, mahvolan hayatlarını o kadar güzel anlatıyor ki... Ve ben okurken hep gözümün önüne kitap kapağında bulunan zeytin gözlü güzel çocuk geldi.

Diğer kısımda ise yol arayışları bir nevi... Ne yapmalı, seçenekler neler... Zor... Hiç kan görmeden büyümüş insanların, hiç emir almadan yaşayan insanların, narsistlikte sınır tanımayan insanların anlamayacağı türden. O beyaz amerikalılar o kadar kirli ki -hala- yüzlerinin beyazları pislik içinde.


Daha da kötüsü, ülkemin ve yurttaşlarımın, geçmişte ve bugünde, yüzbinlerce hayatı daha mahvettiğini ve mahvetmeye devam ettiğini, bundan haberleri dahi olmadığını, bilmek bile istemediklerini biliyorum.(s.14)

Yıkım ve ölüm söz konusu olduğunda bir insan sert ve filozofça davranabilir, hatta davranmak için çaba göstermelidir, insan insan olalı, çoğunluğun en iyi başardığı iş budur zaten. (Ama unutma insanlığın çoğu insanlığı tümü değildir.) Ancak, mahva neden olanların aynı zamanda masum olmalarına izin verilemez. Suçu oluşturan masumiyettir. (s.14)

Harekete geçmek adanmışlık ister. Adanmışlıksa tehlikede olmak demektir. (s.16)

Tam yitip gittiğimi sandığımda, Zindanım sarsıldı ve zincirlerim çözüldü. (s.17)

Ve eğer insan sevgisinden umudu kestiyseniz -kesmeyen var mıdır ki?- geriye kalan tek şey Tanrı sevgisidir. (s.32)

Tensel duyarlılığa sahip olmak, bence, yaşamın gücüne ve sevincine, yaşamın kendisine saygı duymak ve sevme eyleminden ekmeği bölmeye kadar yaptığımız her işte orada olmaktır. (s.39)

Kendimiz hakkında bilmek istemediğimiz çok şey var. (s.67)

Ama beyaz amerikalılar ölüme inanmıyor, derimin karanlığından bu denli korkmalarının nedeni bu. (s.69)

5 Eylül 2011 Pazartesi

Bulantı

19. GÜN
"Elif," diyor babam "hadi kalk kızım."
Saat 8 suları. Gözlerim sulanıyor. Bugün ne babam beni uyandırmak için uğraşıyor, ne de ben ona cevap veriyorum, "kalkmam, uyumak istiyorum".
Kalkıyorum. Artık koşullanmış vücudum beni banyoya götürüyor. Gözlerim yarım kapalı hala. Hala açmaya çalıştığımda sızlıyor.
Babam kahvaltıyı hazırlıyor. Çayları koyuyorum. Oturuyoruz. Kahvaltı yapıyoruz. Odama giriyorum. Annem babama beni şikayet ediyor, "Söyle bunları bunları yapsın" diyor, odama tepiliyormuşum bütün gün, babama öyle söylüyor. Babam her zamanki gibi karışmıyor. Gidiyor. Kafamı yastığa koymamla uyuyorum. Rüya görüyorum.
İlkokuldayım. Sınıfta. Mutluyum. Herşey o kadar güzel...
Kapı aniden açılıyor. Sıçrıyorum. Annem bağırıyor. Birşeyler söylüyor anlamıyorum. Ona kızıyorum. Kapımı kapatıp kitliyorum. Tekrar uyumaya çalışıyorum. Bu sürede beş-on dakika daldığım oluyor.
Annem bu kez ağbime söylüyor bana söylesin diye, şunu yapsın bunu yapsın.  Arada bi kapıma gelip vuruyor sertçe. Yatağıma oturuyorum. Ağlıyorum istemsiz: "Allah'ım bana bir yol göster, yalvarırım bir kapı aç."
Annem duruluyor sanki bir anda. Mutfağa girdiğini duyuyorum. Kitap okumaya başlıyorum. Çarpıcı geliyor kitap. O arada o siteye giriyorum. Okan'ın artık orda olmadığını farkediyorum. Mesaj atıyorum. Okan ilgisiz, soğuk. Kısa cevaplar veriyor. Susuyorum.
Annem odamın kapısını tıklatıyor. Kalkıp açıyorum. "Hani sana vermiştim ya bi' poşet, onu ver de ağbin şunu koysun" diyor, tatlı. Veriyorum.
Odamdan çıkıp mutfağa gidiyorum, yemek için ayran yapmaya başlıyorum, annem gelip cacık yapmamı söylüyor, "daha iyi olur" diyor. Yapıyorum. Babam geliyor. Yemek yiyoruz.
Odama gidip kitaba devam ediyorum. M. arıyor. Konuşuyorum. Gülümsetiyor beni M., iyi hissediyorum. Kitaba geri dönüyorum. Okan'a yazıyorum, geçti mi, diyorum. Birşey yoktu ki, diyor. Konuşuyoruz. Rahatlıyorum. Üzerimden yükler kalkıyor. Onu çok sevdiğimi biliyorum.
Yatakta devam ediyorum okumaya. Uykum geliyor yine. Açık tutamıyorum gözlerimi. Dalıyorum. Rüya görüyorum. Eski arkadaşlarımla market gibi bir yerlerdeyiz. Dolaşıyoruz. Bir ara snıftayız yine. Vidyo çekiyor birileri, vidyoda kendimi görüyorum. İnanılmaz şişman görünüyorum. Rahatsızlıkla uyanıyorum. Saat beş olmuş. Babam kadayıf yapmıştı, diyorum kendi kendime, gidip yiyorum. M. arıyor, konuşuyoruz. Gelip tekrar uyuyorum. Bu kez rüya görmüyorum.
Altı gibi açıyorum gözlerimi. Keyifsiz hissediyorum. İnternete giriyorum, maç yorumları görüp bitmiş midir acaba, diye düşünüyorum. Mutfaktan sesler geliyor. Kalkıp arka odaya gidiyorum. Televizyonu açıyorum. Bitmiş. Nasıl bu kadar boş olduğumu düşünürken annem giriyor içeri. Kendini kötü hissediyor. Midesi bulanmış, başı ağrıyor. Uzan, diyorum. Başına koyuyorum ellerimi. O da üzerine koyuyor ellerimin ellerini. Rahatlıyor biraz. Üstünü örtmek istiyorum, bunaldığını söylüyor. Gidip sofrayı hazırlıyorum.
Önce annemle ağbim yiyor. Onlar oruç. Onlar Şevval'i tutuyorlar. Büyük ağbim geliyor sonra. Sonra da babam. Babam salata istiyor. Herkes yiyor birşeyler. Bir kase dolusu siyah zeytin yiyorum ben. Çay içiyorum. Anneme ilaç içiriyorum. Uzanıyor salona, kalkma diyorum. Ona da çay içiriyorum. Bardaklar boşaldıkça ben dolduruyorum. Çay içtikçe iyi olacakmış gibi herkes, öyle hissediyorum.
Odama gelip kasvetimi tamamlamak için günümü yazıyorum. Kitabın son on sayfasını okuyayı düşünüyorum. Sonra İsmail Ağbi var, mutlu oluyorum. Çay almak için mutfağa gidiyorum. Annemle ağbimin sohbetine katılıyorum.
Ağbim yarın gidiyor.
Beni de götür, diyorum. Diyemiyorum.

Allah'ım, diyorum, seni seviyorum.

1 Eylül 2011 Perşembe

American History X

15. GÜN





Galiba size öğrendiklerimi anlattığım yer burası.
Sonuç kısmı değil mi?
Sonuç şu, öfke bir yüktür.
Hayat sürekli kızgın yaşanmayacak kadar kısadır.
Buna kesinlikle değmez.
Derek "bir yazıyı alıntıyla bitirmek iyidir" der, "birileri zaten senin söyleyeceğini en iyi şekilde söylemiştir. daha iyisini yapamıyorsan onlarınkini alır ve yazını etkileyici şekilde bitirirsin."
Seveceğinizi düşündüğüm birinden alıntı yapıyorum.

Biz düşman değiliz dostuz.
Düşman olmamalıyız.
Hırslarımız zorlayabilir ama yürek bağlarımızı koparamaz.
Hafızamızın gizemli yolları tekrar aşıldığında canlanacak ve tabiatımızın iyi yönlerinin yanında olacaktır.

Çok güzelsin be film. Çok...