31 Ocak 2013 Perşembe


Ample yatağı hazırla
Korkuyla yatağı hazırla
İçinde adaletin doğmasını bekleyeceğim.
Mükemmel ve adil
Döşeği düz olsun
Yastıkları yuvarlak
Güneşin sarı, gürültülü ışıkları
Bu toprağın düzenini bozmasın

Emily Dickinson



“Sen harika bir sevgilisin, Stingo.
Sophie



"Şimdi sizler kendinize soruyorsunuz: Bizler ne zaman zulme uğrayarak bağırdık? Bizden kim ağzını açmaya cesaret edebilir ki? Bense sizlere, ruhunuzun her gün acı içinde bağırdığını, kalbinizin her gece imdat çığlıkları attığını söylüyorum. Ancak sizler ruhunuzu ve kalbinizi duymuyorsunuz. Çünkü can çekişenler göğüslerinin hırıltısını duymazlar. Ancak ölmekte olanın yatağının yanı başında oturanlar bu hırıltıyı duyabilirler. Kesilen bir kuş homurdanarak çırpınırken iradesini zorlasa da olup biteni anlayamaz, onu seyredenlerse bilirler ne olduğunu."
Nankör Halil (s.89)
Halil Cibran-Asi Ruhlar 

29 Ocak 2013 Salı

Çarşamba!





-Bu olaydan bir hafta sonra, bir Çarşamba günü tanıştım yalnızlıkla. Sen yalnızlığı yakından gördün mü hiç?
-Efendim?
-Ben gördüm. Bahsedildiği gibi değilmiş. Ben daha iri yarı bir şey bekliyordum.
-İri yarı mı? nasıl yani?
-Biliyordum. Başından beri biliyordum. Nerden biliyordum, bilmiyorum ama biliyordum işte. Olsa olsa bir çarşamba günü olurdu bu. Zaten hep daha bir yalnız uyanmışımdır çarşamba günleri. Ne olacağı belli olmayan bir haftanın tam ortasında. Yapayalnız. 


28 Ocak 2013 Pazartesi

27 Ocak 2013 Pazar

Abbas Kiyarüstemi - Koker Üçlemesi


Farsçanın o muhteşem ses ahengine hayran olmamak mümkün değil. Hele hele köylerdeki o yaşlı insanların, çocukların konuşması bir başka güzel. Üç film boyunca bu dili dinlemek üzerimde “Farsça öğrenmek istiyorum” etkisi yarattı.

Filmlerin sıralamasına bakmadım. Ben ilk önce Zeytin Ağaçlarının Altında’yı izledim, sonra Arkadaşımın Evi Nerede? ve en son da Ve Yaşam Sürüyor… filmini. Ama sanırım sıralama şöyle, Arkadaşımın Evi Nerede?, Ve Yaşam Sürüyor… ve Zeytin Ağaçlarının Altında. (Doğrusu neymiş, diye bakmayacağım elbette).

Arkadaşımın Evi Nerede? çok güzel bir çocuğun, Ahmet’in ödevini deftere yapmadığı için azar işiten ve bir daha deftere yapmazsa okuldan atılacağı söylenen arkadaşının defterini yanlışlıkla kendi evine getirmesini, sonra da bilmediği yerlerde annesinin izni olmadan arkadaşı Muhammet Rıza’nın evini aramasını anlatıyor.



Ve Yaşam Sürüyor, Tahran’da yaşayan Arkadaşımın Evi Nerede? filminin yönetmeni ve oğlu  Koker’e bu filmin kahramanı Ahmet’i bulmaya çalışıyorlar. Depremin ardından insanların durumunu gösteren film adını da buradan alıyor; bütün o hayatları altüst olan, onlarca yakınını kaybeden insanların hayatlarına nasıl devam ettikleri, nasıl çalıştıkları abartısız bir şekilde gösteriliyor.



Zeytin Ağaçlarının Altında’da Ve Yaşam Sürüyor filminin yalnızca bir sahnesinde görünen Hüseyin’in hikayesini görüyoruz çokça. Bu filmde Ve Yaşam Sürüyor filmi çekiliyor esasen. Bu iç içe geçmiş üçlemenin her filmi ayrı bir duygu yaratıyor insanda. Hüseyin rol arkadaşı Tahereh’le evlenmek istiyor. Ama evi yok. Evi olmadığından Tahereh’in büyükannesi onunla evlenmesine izin vermiyor. Hüseyin önemli olanın akıl ve anlayış olduğunu söyleyip duruyor, sevilesi bir karakter.



Temel ortak nokta bence yalın bir merak duygusu vermesi. İlk filme Ahmet’in arkadaşını bulup bulamayacağını merak ediyorsunuz. İkincisinde babanın Ahmet’i bulup bulamayacağını ve üçüncüsünde Hüseyin’in Tahereh’i ikna edip edemeyeceğini. Olaylar silsilesi yok filmlerde. Yavaş, yumuşak, ama sıkıcı değil, dikkatiniz hiçbir şekilde dağılmıyor. İran yollarını, Poşteh-Koker sokaklarını, evleri, avluları, insanları bir şekilde sizi hep diri tutuyor.


Filmlerde en dikkat şeylerden biri İranlı kadınlar. Hiç biri boş durmuyor, sürekli çalışan kadınlar. Hepsi tuttuğunu kopartan kadınlar bana kalırsa. Ahmet’in annesi fazlasıyla otoriter. Ve Yaşam Sürüyor’da yolda karşılarına çıkan kadınlar yine öyle. Zeytin Ağaçlarının Altında’da Şiva Hanım aslında bütün işi çekip çeviren kişi.

İran gibi olmaktan korkan insanların karanlık beyinleri yüzünden İran kadar olamadık. 

25 Ocak 2013 Cuma

Ka’nın ardından Hikmet’e de veda etmek

Ka’yı arkadan vurdular.
Ka öldürüldü.



Hikmet’e başka bir şey mi oldu? Hayır! Hikmet de öldürüldü, tehlikeli oyunlar tarafından. Susmak bilmeyen bir zihin tarafından Hikmet de öldürüldü.

Biz küçükken leylak mevsiminde şehrin leylak ağaçlarına dadanırdık. Güzelim ağaçları talan ederdik. Leylakları suya koyardık elbet. Ama solardı. Ki leylak yemişliğimiz de vardır. Hikmet o balkondan kendi düşüşünü yaratırken ağzımda leylak kokusu olmasının başka bir açıklaması olamaz.

Oğuz öyle bir yazar ki, incecik bir hamleyle öldürüyor Hikmet’i. Tutunamayanlar’ın en başında söyleyivermesi gibi Selim Işık’ın intiharını. Onun için mühim olan ölüm değil. Kesinlikle. Bu yüzden insanın tüylerini diken diken eden Hikmet’in düşüş sahnesi değil, kitabın sonundaki diyalog:

Hava kararıyordu. Köşeden bir genç kızla bir genç adam göründü kol kola. Delikanlı birşeyler anlatıyordu, genç kız da başını sallıyordu. “Bana kalırsa film biraz karışıktı,” dedi genç adam. “Bazı yerlerini anlamadım.” “Canım,” dedi kız, “Sonunda çocuk ölüyor işte.” “Aptal,” dedi delikanlı, “O kadarını biz de anladık.”(s.474)

Başka ne anladık?
Bazı tehlikeli oyunlar oynandı. Hikmet’in kafasında. Hikmet Benol’un.
Bu oyunları Hikmet neden oynadı? Gerçekte yaşayamadığı için mi? Yaşadıkları onu tatmin etmediği için mi, mutlu etmediği için mi? Hikmet oyunlarla mutlu mu oluyordu? Çoğu zaman hayır. Hikmet bu oyunları yapabildiği daha iyi bir şey olmadığı için oynadı, yazdı. Hikmet, yaşamayı beceremediğini biliyordu, o zaman hayal kurardı. Gerçeğin gölgesinden kaçmayı bile düşlemiş olabilir. Öyle yaptı. Oyunlar yazdı. Tehlikeli oyunlar.

Gerçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür. (s.109)

(Belki yaşantım kolaylaşıyordu; fakat, her olayı daha yaşamadan eskitiyordum böylece. Üstelik hayallerimin içine itirazlar karışıyordu: Kafamda gerinerek uyuyan arkadaşım, kadınlar her şeyi başka türlü yapar, diyordu.) (s.23)

İnsanlarla olan ilişkilerini de kontrol edemiyordu ki Hikmet. Hatırlayamıyordu ne yaşandığını, belki bilse Hikmet “tutunabilecekti”. Yapamıyordu.

Fakat hatırlamıyorum albayım, Allah kahretsin hatırlamıyorum. Bir takım bağırmalar, ağlamalar duyar gibiyim; bir öfkenin, sebepsiz bir öfkenin yükseldiğini görür gibiyim. Peki ne yaptım ne söyledim? (s.388)

Ben, tek başıma yaşamalıyım; başkalarını zehirlememeliyim. (s.258)


Hikmet’in sözcüklerinden başka birşeyi yoktu, ve dahi Hikmet’i yok eden, tüketen de sözcükleriydi. Hikmet çok konuştuğundan, geriye düşünülecek bir şey bırakmadığından yakınmasını bile sayfalar dolusu anlatıyor, Sevgi sandığı kendine. Sonra bıkkınlık, ve bana kalırsa öfke. Kendine engel olamamaktan kaynaklanan bir öfke:

Kedime söyleyecek söz bırakmadım. (s.384)

Fakat kelimeler insana ihanet ediyor, insan kendine ihanet ediyor. Kendinden nefret ediyor. (s.385)

Ben böyleyimdir albayım: Önce, akıl almaz bir tutukluk gelir üstüme; daha yaşamadan, büyük bir yorgunluk çöker.(s.30)

Hikmet’in iç hesaplaşmalarına ve düşüncelerine ortak olan birinin olmasını ve o kişinin gerçek olmasını neden istemiş Oğuz Atay? Pekala Hikmetin oyunlarından biri de olabilirdi albay, sonunda öğrenirdik ki böyle biri hiç yokmuş. Ya da bu adam neden emekli bir albay? Neden tarihe meraklı? Neden hiç itirazsız oturup Hikmet’in aklına düşen tüm hayalleri yazıyor, oyunlara, Hikmet’e ortak oluyor?

Şimdi günlerce konuşmaz. Belki havadan sudan söz eder, nasılsınız albayım, der. İlk günlerde onu da söylemez. İnsanı canından bezdirir. (Bana da kimse iyi davranmadı, ne yapalım?) öfkesi geçtiği halde susar. “Sizinle ve zavallı şiirinizle ilgisi yoktu albayım,” demeye üşendiği için susar. Bilge’ye gücü yetmez, susar; albaya gücü yeter, gene susar. Bütün dünyaya karşı susar. Dünya bu susuşu dinlemez. (s.99)

Veya, neden hayatlarının en yakınındaki kadın bir dul? O da bu iki adam gibi donanımlı, düşünmeyi, yazmayı, okumayı becerebilen bir kadın olabilirdi? O hepsinden mahrum, bolca çocuğu olan dul bir kadın. Neden?

Sonra koca bir bölüm ayrılmış olan Sevgi. Başka kimseden bahsedilmiyor bu kadar. Sevgi’nin nasıl bir kadın olduğunu bildiriyor bize Oğuz, Hikmet’i gönderiyor Sevgi’ye Oğuz, “Seni seviyorum” bile dedirtiyor. Ama sonra birden bire kafası karışıyor insanın. Bilge’nin gidişi dan! diye vuruyor Hikmet’i;

Ona korkunç şeyler söylediğimi hatırlayacak albayım. Neden beni bu kadar üzmüştü? diyecek. Fakat, oyunları unutacak albayım, yaşamak istiyorsa unutacak. Sadece ağladığını ve bir zamanlar çok mutsuz olduğunu hatırlayacak. Bir zamanlar uzak bir gecekonduda tehlikeli oyunlar oynanmıştı, bile demeyecek. Neresi tehlikeli? diyecek. (s.455)

Vuruyor vurmasına da, tam da kendisinin söylediği gibi son yemekte yok Bilge. Yaşanmışlığının içine tam olarak dahil edilmeyişinden mi, yoksa bütün o tanıdık, arkadaşların ardından bambaşka bir dünya olduğunda mı? Sevgi orada. Bilge’yi dahil etmese bu kadar romana Oğuz, ne olurdu? Niye böyle bir kadını sokuveriyor Hikmet’in hayatına palaspandıras?

Hikmet’in kendini aşağılayarak yüceltmesini de bilerek sinsice sağlıyor Oğuz, bana kalırsa. Hikmet anlaşılmadı. Hikmet’e hakettiği değeri verecek insanlar yok çünkü insanlar yüzeysel. Hikmet yalnız kaldı, acı çekiyor çünkü Hikmet bu dünyada mutlu olabilecek kadar basit bir insan değil. Bunların bizi zehirlediğini (biz kim düpedüz beni!) de biliyor. Bilerek yapıyor.

Ben ve benim gibi, kabuslarından başka kaybedecek bir şeyleri olmayan ruh proletaryası, bu dünyadaki yerini ancak büyük bir oyunun içinde bulabilir. (s.349)

Hikmet’in eski karısı,  Hikmet’in meyhaneden arkadaşları, Hikmet’in sevgilisi, Hikmet’in oyunları, Hikmet’in son yemeği, Hikmet’in albayı, Hikmet’in düşüşü. Koca bir kitap boyunca zihninde dolaştığım Hikmet. Oyunlarını gerçeklerle karıştırdığım Hikmet. Anlattığı insanların gerçek olup olmadığı merak ettiğim Hikmet.

Hikmet düşerken beni niye çekiyorsun?


Oğuz Atay’ı tamamen anlamanın mümkün olduğunu düşünmüyorum. O çok karmaşık bir adam. Sorduğum bütün soruların bence bir yanıtı var. Bir çoklarınca da vardır. Üzerine yüzlerce sayfa inceleme de yazılabilir. Cümle cümle bile inceleyebilirsiniz onu. Sadece onu kenarından tutan bir yorum yapmış olursunuz en fazla. Bu yüzden de üzerine yazılmış hiçbir şeyi okumak istemiyorum. Cümlelerinin bende yarattığı yankı esas olan.


22 Ocak 2013 Salı

"Mutsuzluktan hiçbir şey yapamaz olunca, mutluluğu düşünmeye başladım."


"Bekleme acısıyla, aşkı birbirinden ayıran şey nedir? Tıpkı aşk gibi bekleme acısı da Ka’nın midesinin üst kısmıyla, bu merkezden göğsünü, bacaklarının üst kısmını ve alnını işgal ederek yayılıyor, bütün gövdesini uyuşturuyordu. Otelin iç tıkırtılarını dinleyerek İpek’in şu anda ne yaptığını tahmin etmeye çalıştı. Sokaktan geçen ve ona hiç benzemeyen bir kadını İpek sandı. Kar ne güzel yağıyordu! Bir an beklediğini unutmak ne güzeldi! … Buraya gelmekle ne büyük hata etmişti! Şimdi şiir bile gelmiyordu aklına. Boş sokağa yağan kara bile acıdan bakamıyordu. Gene de kar yağarken bu sıcak pencerenin önünde durmak güzeldi; ölmüş olmaktan daha iyiydi bu durum, İpek gelmezse ölebilirdi de çünkü."
 
 İpek o gün Ka’nın odasına geldi. Ve İpek odadan içeriye girdiği an –bana kalırsa- Ka hissettiği o bekleme acısını unuttu. Unutmamalıydı. Unuttuğu için…

Kaybolmak zamanları geldi mi kaybolmalı insan ve bekleme acısını yok etmek için kendini kandırmaya çalışmamalı, paşa paşa çekmeli acısını.