29 Eylül 2013 Pazar

bilinç.

bir film gibi düşünelim. ben "zamanı geri alalım" dediğimde o kaseti sarmak gibi bir ses çıksın, sahnedeki insanlar geri geri yürüsün ve playe basalım. dur!

kadın kitabın sayfasını çevirir. cümleyi okur, ve ölür.

devam.

bir takım bilmeceler vardı ama ben hatırlamıyorum tek cümlelik çözmek saatler alıyordu hani o ikinci dünya savaşında ama ikinci miydi evet ikinciydi o adamı çok tatlı bir yahudi olarak canlandırmışlardı da bilmecelerden anlıyordu çünkü bilmecelerden anlamak diye bir meslek olmalıydı bence bilmecelog ki ben hep bilmecelog olmak isterdim ama hiç olamazdım çünkü tembellik benim en zehirli hastalığım bunu sık düşünüyorum sanırım aklıma ikinci ya da üçüncü sınıfta bir matematik sorusunu bilemeyince telaşlanmam artık eskisi kadar zeki değil miyim diye hayıflanmam geliyor bir de o zamanlara dair hatırladığım şey suluğum çünkü o zamanlar okulumuzu tamire -evet tamire- almışlardı biz de yukarki mahallenin ama çok pis bir mahalleydi okuluna göndermişlerdi ve ne alakaysa o suluğu hep o okulda kullandığımı hatırlıyorum görünüş olarak çok büyük görünmemesine rağmen dünyanın suyunu alırdı ya da bereketliydi çünkü sınıfın diğer üyeleri, öğrenciler, aman sınıf arkadaşlarım işte, onlar suluklarındaki suyu, sulukta su olur, ama bi keresinde suluğuma kola koymuştum, ama o başka bir suluktu çünkü onun hortumu vardı, kola koyunca açar açmaz sıçramıştı hep çok üzülmüştüm ve her yerim kola olmuştu, ve işte neydi, hah onların suları bitmesine rağmen benimki hiç bitmiyordu ve o suluğun kapağının üstünde bir kapak daha vardı bardak şeklindeydi bütün herkese su veriyordum o bardak kapakla iyiydi o zamanlar sanırım sınıfımda da herkes beni severdi, gavatlar, neyse ne diyordum, evet, zeki olmadığımı düşününce çok üzülmüştüm, çünkü zeka benim için herşeydi, ama sonra zaten zeki olmadığımın farkına vardım acım azaldı.

devam.

takip ediliyormuşum hissine kapılıyorum hayır korkunç değil çünkü ben aylak adamı okuyup fena halde etkisinde kalmışım yaşım on dokuz ve henüz aşık olmamışım en sevdiğim istanbul sokaklarını turlayıp o adamın ayakkabılarıma bakarak beni tercih edeceğini değil beni tanıyacağını düşünüp evime dönüyorum ve bu şekilde takip edildiğim hissine kapılıyorum ve zaten o zamanlar henüz aşık olmamışım büyümemişim ölüp ölüp bir adamın hayaliyle dirilmemişim zaten o zamanlar ezginin günlüğü çalıyor söylüyor ama eksik yeni türkü falan hepsi haybeye çalıyor bana seviyorum tamam ama anlam olarak kayıp çünkü henüz aşık olmamışım o dönem neyse işte ben takip ediliyorum hissine kapılıp kafamda hayallerle evime dönerken arkamdan kimse gelmiyor.

dur.

ödün kopar ödün! ödün ne demek? bilmiyorum. ama kopar! sessizlik. biraz. yorgunum. ve tatlı değil. ölsün herkes. ben tanrıyla biraz başbaşa kalayım.


12 Eylül 2013 Perşembe

diya-log.

-hiçbir zaman başaramamış olman hiçbir zaman başaramayacak olduğun anlamına gelmez. ... çay bitti mi?

-bitmedi. yalnızca bir ay. bir ay sıkamaz mıyım dişimi? başarabilir miyim gerçekten. başarmak istiyorum. gerçekten. bunu kendime göstermek istiyorum.

-neydi o kitap?

-rüya günlüğü.

-sana her baktığımda eksik parçalarını görebiliyorum. bunu bakışlarından da anlayabiliyorum. karar vermek konusunda bir sıkıntı yaşamıyorsun da uygulamak konusunda neden bu kadar kısırsın onu anlayamıyorum.

-insanlar ölüyor.

-ölmeyenler de ölüyor, her gün, defalarca. bir çığlık dışarı çıkamadığından boğazına sarılıyor. sarmalıyor. nefes alamana engel oluyor. dışarıya çıkmasına izin vermiyorsun. neden? bırak gitsin.

-bir çığlığın dışarı çıkmasında hiçbir sakınca görmüyor musun?

-hayır?

-yani sence öylece çıkar ve gider mi?

-elbette!

-yani o boğazı yırtmaz, o gözleri karartmaz, öyle mi?

-pek tabii.

bardakları alıp mutfağa götürmek yerine mutfaktan çaydanlığı getirip bardakları doldurdum. çaydanlığı tekrar ocağa koyup altını yaktım.

-insanların aynı havadan nefes alıp vermesine karşın bunca farklı şeyler hissetmesi içeride.. ne bileyim.

-insanlarla neden bu kadar uğraştığını kavrayamıyorum. onları, bizi, sevmediğini söyleyip duruyorsun. ama onların sevgisini de istiyorsun, ilgisini de. yine de aşağılamaktan geri duramıyorsun. bunu neden yapıyorsun? insanlarla neden barışmıyorsun?

-bunu bilmiyorum. kendime bunları defalarca söyledim. bu içimdeki kızgınlık belki de gerçekten sevilmediğimdendir. neden sevilmiyorum ki...

-sevilmeyeceğine kendini inandırdığın gibi "insanlar"ı da inandırıyorsun çünkü. sana yaklaşmanın ne kadar zor olduğunun farkında değil misin? insanları korkutuyorsun!

-sigara ver.

-bitti.

5 Eylül 2013 Perşembe

Balkon.

O gün "Elif hiç gitmesin!" diyerek uyanmıştım.
Gözümü açtığımda Elif'in gidecek olmasının ağırlığını hissettim sanırım. Elif orada uyusun mesela ben çayı demlerken. Elif mahmur mahmur yatağını toplasın ve "Niye dürtmedin beni?" diye sorsun. Elif kahvaltısını bitirmeden ben sigara yakayım. Uzun uzun konuşalım. Ya da o anlatsın. Arada bir dalsın gözleri. Bekleyeyim. Devam edeceğini bileyim misal. "Ya da..." diye başlayan cümlelerini "bilmiyom" diye bitirsin. Elif güldüğünde gerçekten mi gülüyor yoksa içindeki acıyı perdelemeye mi çalışıyor anlayayım yüzünden. İçeride olsun Elif. İstanbul'a yerleşmezden evvel geldiklerimde hep yattığım yerde uyusun, bileyim. Benim yaptığım gibi bir müddet ışıkları, sonra gökyüzündeki bembeyaz martıları seyrettiğini düşünüp gülümseyeyim. En sevdiğim arkadaşılarımın yanına götüreyim Elif'i, onu seveceklerini bile bile izleyeyim onları, "ne güzel manzara bu böyle!" diye keyifleneyim.

İnsanın güzel parçaları oluyor. Başka bir kelimeyle ifade edemiyorum, Elif benim parçam. En güzellerinden biri.
Keşke gitmek hiç olmasa, ya da hep "birlikte" olsa.


Kothbiro by Ayub Ogada on Grooveshark

4 Eylül 2013 Çarşamba

Sitem yok, sitem yok.

Ödü kopuyor mutlu olacak diye.
Yazar çizer tayfası bunlar, boş işler.
Boşuna okumuyorsun ya bu kitapları, entelektüel kimliğin için bir doğu dili öğren.
Benim suçum neydi?
Ateşin var mı?
Açılım süreciyle ilgili kişisel fikirleriniz neler?
Şeftali yer misin?


Cevap aradığım sorular bunlar. Diyaloğun devamı için hayati önem taşıyor. Şeftali yerim soyarsanız, dokunamıyorum da. 



"İstediğim denizi yazmak. Zümrütlerin, gökyakutların sabrını; ağaçların tarihsizliğini... Bir tek kıyısını kavrayabildiğimiz, anlamını ancak bir tek kıyısıyla kurduğumuz denizin öyküleri yoktur bir kara adamı için. Yolculuklara, ister gerçek ister düşsel olsunlar, yakıştırdığımız son, öbür kıyıda bitse bile, deniz gene tek kıyılıdır, üzerinde yaşayıp çalışan biri olmadıkça. Deniz, kara adamının yalnız sınırlarını kaldırışını değil, sınır düşüncesini içinden çıkarıp atıvermesidir. Her şeyin bir aradalığının bir yerde başlaması ya da bitmesidir. İstediğim, denizi yazmaktı. Her şeyin bir aradalığına yenik düşeceğimi bile bile." 

Ethem Razi'nin D.H.A.'ya yazdığı mektup. Öldürsenize beni. Öldürün beni ya.

Sonra bu Panait Istrati'nin Akdeniz kitabını elime kim verdi!


3 Eylül 2013 Salı

Bir takım işler.

Sahiplik ekinin güzelliği çok nadirdir. Onu o kadar çok seviyorum ki ismimim sonuna getirdiği -im eki güzelleşiveriyor. Güller açıyorum.

Bir adamın en saf hali heyecanlı olduğu zaman mıdır? Yalnızca yazdıklarını okuyorum. Zihninin karmaşasına beni karıştırıyor. Oradan oraya koşuşturup duruyoruz. Yıllardır tanıdığım bu adamın bir çok güzel halini gördüm, sanırım en güzeli bu. Arada bir bana "aferin!" diyor. Gülümsüyorum.

Kafasının içindeyiz. Sahnelerini birleştiriyoruz. Biz, değil aslında. O yapıyor, bense ona bakıyorum, yüzümdeki gülümseme hiç kaybolmadan. O bir takım olayları gözünde canlandırmaya çalışırken, ben onun yanımda anlattığı halini canlandırıyorum. Gözlerinin içi gülüyor. Elleri ordan oraya gidip geliyor. Görebiliyorum.

Çoğu zaman düşünmeden yazdıklarımın üzerine düşünüyor o. Kendimden uzaklaşıp kendime yakınlaşmaya çalışıyorum. Bir hayalden oluşan kelimeler ete kemiğe bürünüyor. O anda kendim bir yabancı oluveriyorum kendime. Biri. Bir kadın.

Hayat.