29 Mart 2010 Pazartesi

Mustafa

—Burada böyle oturup denizi izlemek seni bir yere götürmez, dedi Mustafa gözünü denizden ayırmayarak. Ne demeye çalıştığını hiç düşünmedim, sadece bir yere gitmeye çalıştığımı düşünmesi huzursuz etmişti beni. Ona doğru döndüm hafiften. Rüzgâr sık kıvırcık saçlarını savuruyordu oraya buraya. Arada düşen yağmur damlaları da kayboluyordu onda. Ben bankta oturuyordum. O ise yanımda çömelmişti, her an kalkıp gitmeye hazır bir çömelişti bu.
—Neden benim yanımda olduğunu düşünmüyor değilim, ama sana sormaya korkuyorum, dedi. Sessizliğinden bir şeyler anlamaya çalışıyorum ama olmuyor. Sanki bir hüzün dalgasını üzerime yıkmaya çalışıyorsun. Sonra beni burada böylece bırakıp gideceksin. N’oldu, söyle hadi.
Cevap borçlu muydum ona?
—Mustafa, dedim. Kimi zaman dakikalara yetişemiyorum ama çoğu zaman onlar bana yetişemiyor. Neden biliyor musun? Çünkü bin parçayım, aklımı yakalasalar ruhum kaçıyor, ruhumu yakalasalar zihnim, zihnimi ele geçirseler duygularım kayboluyor. Bu yüzden dinmiyor aramızdaki savaş, bu yüzden yorgun açıyorum gözlerimi yeni güne, ya da yeni dedikleri güne.
O an Mustafa’nın aklından neler geçtiğini bilmeme imkân yoktu tabi. Ama bütün gece kitap okumuş havası taşıyan şiş gözlerini kaçırmadı gözlerimden, anladım ki anlamaya çalışıyordu beni, yardım etmeye çalışıyordu, benimle tam burada bu zamanda karşılaşmaya çalışıyordu.
—Neden benlesin? dedi, cevabımdan korkuyordu, biliyordum.
—O’na benziyorsun, dedim. Hareketleri yok onun, duruşu, gülüşü, bakışı yok; ama senin var, o yüzden seninleyim, dedim.
Kaçırdım yine de gözlerimi. Önümüzden gelip geçen onca yabancıya hiç aldırmıyordum. Bir Mustafa vardı yanımda, bir de uçuşup duran martılar.
—Birden başlayıp biter her şey. Sadece birkaç deli insan devam ettirmeye çalışır bitmiş şeyleri. Hâlbuki imkânsızdır bu, delirtir adamı. Dalgaları üstüne çek, uyu. Kimse rahatsız edemez seni. Hem o zaman zihnin, ruhun ve duyguların usulca bedeninin içine girer. Zamanla savaşın biter, ateş diner.
Yana kaydım, banka oturdu, başımı omzuna dayadım.
—Yine de sen benim bir hayal olduğumu unutma, dedi.
—Ah! dedim, Mustafa, hiç unutur muyum?

21 Mart 2010 Pazar

Albert Camus - Yabancı

Dünyadaki herhangi bir kuralı kabul etmedim, herhangi bir birliğin yeminini içmedim, o halde bana kural koyamazsınız, yaptırım uygulayamazsınız.

Ve idam cezası verirler Mersault’a. o kadar beklenmedik bir anda öldürür ki arabı, ben oturduğum yerde ne olduğunu anlayamam birkaç saniye, sonra “Belki yine dalmışımdır” diye geçirip içimden tekrar okurum o sayfayı, gerek yokmuş oysaki Mersault o arabı öldürmüştür. Sebepleri vardı elbet, güneş çarpmıştı onu, sıkılmıştı bunalmıştı, bir de o bıçağa yansıyan güneş ışını gözünü almasaydı, yapmazdı kesin.

Ve ben o an fark ediyorum, “çok güneş vardı” diyorum kendi kendime. Bunalmışım onla beraber. Havanın soğuk olmasına aldırmadan ter dökmüşüm oturduğum yerde. Sonrasında üzülmedim ama, Mersault gibi adamlar fazla bu dünyaya, onun gibiler çok fazla bu dünyaya.

Kaldırdım ama ben sonra kafamı, biraz insanlara baktım, yada Üstad’ı anarak İncancıklara. Acı vermedi bana gördüklerim, acı vermez bana gördüklerim, bana en çok hissettiklerim acı verir, bana bir tek hissettiklerim acı verir.

Bir iki kare fotoğraf kurtarır mıydı beni Mersault’un hissettikleri hissetmeye çalışmaktan, denedim…


...s:74
"O zaman şunu anladım ki, bir tek gün dışarda yaşamış bir kimse, hiç zahmetsiz yüz sene hapiste kalabilir."
...s:107
"Fakat herkes bilir ki, hayat yaşanmak zahmetine değmeyecek bir şeydir."
...s:117
"Herşeyin tamam olması ve kendimi daha az yalnız hissedebilmem için, idam günümde çok az izleyici bulunmasından ve bunların beni hınç dolu haykırışlarla karşılamalarından başka isteyecek bir şeyim yoktu."

17 Mart 2010 Çarşamba

Kılavuz - Bilge Karasu

Kılavuz. Bilge Karasu. Uğur var bir de İhsan. Mümtaz Bey desen, öyle böyle değil. Ama Uğur’a takılmışım ben, biraz da İhsan’a. Uğur’u sevdim, İhsan’ı Uğurdan dolayı daha çok, başlarda. Sonra İhsan başlı başına sevgimi kazanıyor. Uğur’dan daha çok ilgimi çekmeye başlıyor, sözleri, yaptıkları, tavırları. Hatta bir ara İhsan’a Uğur’un gözüyle baktığımı bile unutuyorum.

Sarsılıyorum romanın sonunda. Hatta ne olduğunu anlayamıyorum birkaç saat. Çevreden bir boyut yukarda geziniyorum, Uğurlayım ben İhsanlayım. Sarsıntım uzun sürüyor, rüyalara girecek kadar derinlerde dolaşıyor. Sonra çıkıp gidecek olsa da benden izin alamıyor. Seviyorum üzerimdeki etkisini, aklımda bıraktığı soruları seviyorum. Durup durup İhsan’la uğraşmayı seviyorum. Uğur’un gerçekte Bilge Karasu olup olmadığını düşünmeyi seviyorum.

Kalemlerimi masaya diziyorum, kurşun kalemlerimi. Bir bir açıyorum sırayla hepsini. İlk kâğıda değdikleri an küçücük kırılıyorlar. Kırılmalarını seviyorum. Kırıldıktan sonra kâğıt üzerinde bıraktıkları gölgeli izi seviyorum. Kırıldıktan sonra yazarken çıkarttıkları sesi seviyorum. Sonra bir an düşünüyorum, acaba kırılmadan önce mi kırıldıktan sonra mı daha çok seviyorum?

Uçlu Bucaklı Bir Yağmur Çölü / Que Por Al Non Devess

Bir şarkı içinizi titretiyorsa, gözlerinizin dolmasına sebep oluyorsa, kaçıp gitmişlik hissi yaratıyorsa, kimsesizliği hissettiriyor, yalnızlığı özlettiriyorsa, o şarkı dinlenmelidir, dinlenmelidir ki ruh arınsın.

          

16 Mart 2010 Salı

Islak Sevgili

Her bir bıçak darbesinden kurtulma ihtimalimin iki katı seni veriyor. Cümlelerden kaçıp, kelimelere sığınıyorum. Acı verenleri eleyip, umut verenleri arkama saklıyorum. Sonra minicik kalmış, tahta kalemimle sana şiirler yazıyorum, şarkılar söylüyorum. Bilsen de seviyorum, bilmesen de seviyorum.

Hayaller ve Etler II

Adını getiremiyorum şimdi ama bir gözü yeşil bir gözü mavi, ağzı üstte burnu altta, sarı saçlı, oldukça hoş bir kadındı. Suratında, sanki sonunda güleceğine emin olduğu bir fıkrayı dinliyormuş gibi, gülmeye hazır bir ifade vardı, güzelliğine gülümsemezdiniz onu görünce, gözlerinin ışığına ve her an kahkaha atacakmış gibi duran ifadesine gülümserdiniz.

Eski tahta bir evde otururdu, kimine göre bir köpek besliyordu onu, arada beraber dışarı çıktıkları oluyordu. Uzun tüylü, kahverengi-beyaz bir köpekti kadının sahibi. Cömert bir köpekti, kadınına bile bir kez olsun bağırdığını gören olmamıştır sanıyorum.

Bazen tahta evin tek demir direğine, bu direk evi ayakta tutan direkti, yaslanıp üç gün gökyüzünü seyrettiği olurdu. O kadar ki ev, yaslandığı yere doğru eğilir yere yapışacak duruma gelirdi. O zamanlar köpek gelir başını okşardı kadının, sakince çekerdi onu geriye, evi eski haline geri dönerdi o zaman.

Ben bu kadınla bir gündönümünde tanıştım. Yorgun bir hali vardı. Eve köpeğin siparişlerini taşıyordu. “Seni de mi böyle çalıştırıyor o huysuz kedi?” dedi. “Hayır,” dedim, “benimki bana iyi davranır. Bir de ciğerleri pişirerek yedirse…”

14 Mart 2010 Pazar

Pazar


Kulağıma yapacağım domatesli makarnanın kaynamak üzere olan suyunun uğultusu geliyor, hafiften üşüyor ayaklarım, ince battaniyeme sarılıyorum. Resimler geliyor gözümün önüne, D.’nin yanında olduğum kocaman gülümsediğim resimler, olmasa bile. Düşüncesi beni gülümseten bir adam var, diye düşünüyorum. Elimde “Allah Senden Razı Olsun Bay Rosewater” var, cümleler uçuşuyor kafamda. Kedili bardağımdan bir yudum daha kahve içiyorum. Küçük notlar alıyorum küçük not defterime, yaşadığımı hissediyorum o zaman. Huzuru hissediyorum.

13 Mart 2010 Cumartesi

Hayaller ve Etler - I

“Immm...” dedi yaşlı kadın, buruşuk ellerinden pırasa vari uzanan buruşuk parmaklarının kırmızı ojeli tırnaklarını neredeyse bardağa batıracakmış gibi duruyordu. Bardaktan bir yudum daha aldı, “Nedir bu?” dedi karşısındaki cüce adama. “Özel tarifim bayan, özel kişiler için hazırladığım özel bir tarif.” Bunun üzerine gülümsedi kadın, dudaklarına kadar uzanan derin çizgiler büzüldü, gevşedi. Bilmiyordu tabi içtiği şeyin, karşısında duran adam tarafından çiğnenmiş etle, kanlı et suyunun karışımı, gerçekten çok özel bir içecek olduğunu. Bilseydi, kim bilir, karşısında öylece dikilen çirkin cüceye kocaman bir öpücük verirdi.

11 Mart 2010 Perşembe

Doğrusu Şık Kadındır Şık Latife

Bir anda geriye döndü kadın. Nefesi savruluyordu havaya, özensiz, telaşlı. Rüzgâra doğru esiyordu bazen, bazen salıveriyordu kendini, her nasıl olursa, diye. Ve hiç dinlenmeden koşuyordu, belki bir kısrak gibi birden ölmek için koşuyordu, belki varmak istediği yere bir an önce ulaşmak için koşuyordu. Savrulan saçlarını kimse önemsemiyordu benim kadar. Benimki de hepi topu bir karelik. Bir anda geriye dönmeseydi güzel kadın, nefesi savrulmazdı havaya, rüzgâra doğru esemezdi, bazen salamazdı kendini ve hiç dinlenmeden koşamazdı savrulan saçlarıyla bir benim ilgilendiğim güzel kadın. Ama bir anda geriye döndü kadın. Sonrası malum.

10 Mart 2010 Çarşamba

-İnan ki- Masal

Hangi masalı anlatsa inanırdım bana.
Sonra bi gün “Masal bilir misin?” dedi. “Evet” dedim. Alice ilk geldi aklıma hiç nefes almadan bir anda “Pinokyo!” dedim.
Cümleler gelirler ve giderler.
Sadece akılda ne kadar iz bıraktığına mı bakmak gerek yoksa o cümleden geriye kalan harflere mi, bilemedim.
Şimdi ben bir karanlığın içinde gömülüyüm.
O ona anlattığım masallarla büyümeyi isteyebilirdi.
Ben ona masal anlatırken büyümek isteyebilirdim.

pek iyi olmadı şarkı en iyisi
gel ‘ortaçgil’ dinleyelim
sıcaklığını verirken sen bana
sızayım aniden kollarında

4 Mart 2010 Perşembe

Yetmişdokuz - Seksen !

Önce biraz sol yanağım üşüdü, ya da sağ, hatırlamıyorum şimdi. Hani kendi kendineyken şarkı da söylersin, aynanın karşısına geçip oynarsın da. Herkes yapar da mevzusunu kendi açıp kendi kendini ele vermez ama işte ben tam olarak o an 79. sayfadaydım, 78den 79a geçmiştim işte, o an fark ettim ki son birkaç paragrafı duvarlara okumuş gözlerim zira usum sana doğru çıkartma yapmış.


Hani bir an düşünürsün, telefon çaldıktan sonra mı aklıma geldi acaba diye, öyle bir tesadüftür çünkü bu, sen henüz onu düşünmeye başlamışsındır ki o çıkıp gelmiştir. O kadar ilgisiz olduğunu söylemiş durmuştum içime doğru iki gündür, ama bir bakış, sevdiğin adama ait bir bakış bütün söylenenleri yok ediyor.

Sonra İhsanlı Mümtaz Beyli romana döndüm ben, önceki üşüyen yanağım sağsa eğer sol yanağım, solsa sağ yanağım da üşümeye başlamıştı şimdi. İnceden bir titreme sarmış olabilir vücudumu, sana doğru da hiç bakmadım, fark etmişsindir, ama zaten üstüm başım kedi kılı, bir de boynumda binbir renkli kolyem varken sana ne diye bakayım. Bir şarkı mırıldanmaya başladım sadece ve yanımdaki pos bıyıklı adama “N’aber” dedim, hem de neredeyse yarısını içtiği sigarasını ağzından çekip alarak, “N’aber?”.

Sana söylediğim onca laftan sonra gelip seni öpemezdim, senin gelip beni öpmen gerekirdi. Ağzımı da bozmuştum hem, üstüm desen kedi kılı. Ağzım da kokuyordur, gelseydin de öpseydin beni.

Sonra da 79 bitti 80e geçtim.


3 Mart 2010 Çarşamba

Keşke Yalnız Bunun İçin...


Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgiyeydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evelsi günlerdeki yoksulluğumuz
Sanki hiç olmamıştı



Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu
Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı İstanbullar
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken



Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik



Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya
Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız
Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu
İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük
Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde
Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra
Sonrası iyilik güzellik.



(1954-Cemal Süreyya)