19 Haziran 2012 Salı

Paul Auster - Kilitli Oda / New York Üçlemesi 3


Bir hikayeyi okutmak için başvurulan yegane yöntem merak duygusu uyandırmaktır. Çok okunan kitapların hepsi merak üzerine kurulan hikayeler anlatır dururlar. “Ne olacak acaba!” dan başka bir şey söyletmezler insana. Cümleler yalın değil basittir. “Geldi, kapıyı açtı, içeri geçti, oturdu” gibi sizi anlam açısından hiçbir zorluğun içine atmazlar. Oysa iş yapmış olmanın temel ilkesi –benim fizik dersim çok kötüydü be- enerji harcamaktır. Sadece gözlerle okunan bir kitap bir insana ne katar bilemem, unutulur gider ona şüphem yok. Ama öyle bir hale geldik ki toplum olarak, birşeyler okusun da, diyorken buluyorum kendimi, hiç okumamaktan iyidir. Öyle midir gerçekten?

O kadar yavan –yalın değil ama yavan- günler geçiyorum ki yok böyle bir saadet. Günler okuyup, izleyip, uyumakla geçyor. Bense başka bir şey yapmak için hiç çaba harcamıyorum. Bir hafta sonra Ege’nin sularına karışacağımı hatırlayıp gülümsüyorum.

Sonra Auster’ın Tüyap’tan aldığım kapağının rengi sevilesi kitabını okurken buldum kendimi. Bir ara yine okumak istemiştim de o kadar çok konuşuluyordu ki hakkında adamın, popüler şeylere olan uzaklığım sarıverdi beni, okumadım. Bunu bilerek, isteyerek yapmıyorum. İçim almıyor. Neyse.

Merak demiştim ya, işte bu kitabın da temelinde merak var. Ancak Auster kalemi güçlü bir yazar, kestirip atılmıyor. Aşıladığı merakı aşmaya çalışırken zevk alıyorsunuz. Cam Kent’i okuyalı epey zaman oldu, onda da aynı duyguları hissetmiştim. Sevmesem ne diye başka kitaplarını da alayım, değil mi? Evet Kilitli Oda’yı da sevdim. En çok adını sevdim, sonra kitabın rengini, hardal.

Ölümle birlikte herşey ölür, ölüm de başımıza her gün gelebilir. (s.7)

Öyküler ancak onu anlatabilecek olanların başından geçer. (s.30)

 “Ve yazmak istemediğini düşlediğinde, yazmak istediğini düşleme gücünden yoksundur; ve yazmak istediğini düşlediğinde de, yazmak istemediğini düşünme gücünden yoksunsundur.” (s.55)

 Hiçbir yaşam anlatılmaz. Ne denli çok gerçekten söz edilse, ne denli çok ayrıntı verilse, asıl söylenmesi gereken bir türlü söylenemez. (s.58)

 … hükümet karşı çıkmayacaktı çünkü bilmediği bir şey ona zarar veremezdi. (s.61)

 Bir de tüfek imalatçısının dul karısı Bayan Winchester var: kocasının tüfekleriyle öldürülen insanların hayaletlerinin gelip onun canını alacağından korktuğundan evine sürekli olarak yeni odalar ekleyen, gizli koridorlar ve saklanacak bölmeler oluşturan, bu sayede hayaletlerden kaçmak için her gece başka odada uyuyan bir kadın. Bu olayda komik olan şu: 1906’daki San Francisco depreminde bu odalardan birindeymiş, uşaklar onu bir türlü bulamadıkları için de neredeyse açlıktan ölüyormuş. (s.65)

 Sonuçta asıl sınav herkes gibi olabilmekti. Bunu başardığında, tek başına kalmışlığını sorgulamayı bırakacaktı. Yalnızca başkalarından değil, aynı zamanda kendisinden de kurtulmuştu. (s.84)

17 Haziran 2012 Pazar

Tomris Uyar - Yaz Düşleri Düş Kışları

"Bahar, yüzünü bir gösterse, gelinciğe keserdi bu bayır,
papatya kesilirdi tepeden tırnağa. 
Her gün bir daha bir daha biten ama hiç sona ermeyen, 
böyle içini karartan şeyler gelmezdi aklına. 
Düşlerden arta kalan tedirginlikler, havaya karışıp giderdi. "

Elif evime geldiğinde usulca elime sıkıştırıverdi Tomris Uyar'ın Yaz Düşleri Düş Kışları öykü kitabını. Nasıl sevinmiştim. Daha önce Tomris öyküsü okumamıştım ben ve Tomris benim için İkinci Yeni Akımı'nın karısıydı. Çok güzel gözleri vardı. Şüphesiz çok güzel bir kadındı. Turgut Uyar'ın soyadını taşıyordu, öyle anılıyordu, daha ne olsundu. Sanırım o ana kadar da daha fazlasını merak etmedim onun hakkında, ne yazmış, nasıl yazmış hiç düşünmedim.



Bir zaman sonra dün gece kitaplıkta dolaşan parmağım onun üzerinde durdu. İncecik narince bir kitap. Bir solukta okunurverir de öykü kitapları korkutmuştur beni hep. Öykü roman gibi sahiplenilesi bir tür değildir bana göre. Çok geç başladım öykü okumaya. Aramızda fazlasıyla mesafeli bir ilişki olmasının sebebi ben değilim, öykü türünün bizzat kendisidir. Öyküde okura çok fazla hakeket alanı yoktur çünkü, bize kalan çoğu zaman hayranlık duymak ya da "hadi beh!" demek olur. Daha fazla bir etkinlik alanı olmaz. Bunu bildiğimden ve öykü ağırlığının nicelikle değil nitelikle hesaplandığını düşündüğümden, o incecik -80 sayfalık- kitabı elime çekinceyle aldım. 

Uyuyakalmadan önce ilk iki öyküyü okudum, kahvaltıdan sonra da kitap bitti. Genel olarak hayal kırıklığı kadar yoğun olmasa da bir önce kaydımda belirttiğim o kitap bittikten sonra hissedilen doyum'u hissedemedim. 

Önyargım var mıydı, önce kendimde bunu sorgulamam gerekir. Turgut'u bilip de Tomris'i kıskanmayacak bir kadın var mıdır? Hele Cemal Süreya sonra Ülkü Tamer. Bir kadın bunu bilince önce bir durup "ne var bu kadında" diye düşünür. Ben kitabı bitirip kapattıktan sonra düşündüm. Gözlerinin çok güzel olduğunu söylemiştim. Çok iyi eğitim almış, edebiyat konusunda fazlasıyla donanım sahibi bir kadın Tomris. Eğer yaz gününde olmasaydık, güneş gözümün içine böyle akın etmeseydi de, o ışığı Tomris'in öykülerinde bulabilirdim sanırım. 

Tomris deniz ve yaz aşığı bir kadın. Bazısı gece'ye kaçar, bazısı kış'a, kar'a kaçar, Tomris deniz'e kaçmış. Yaz'ı sevmesinin tek nedeni olarak denize ancak bu mevsimde kavuşabiliyor olması gibi geliyor bana. Yoksa ışıl ışıl bir kadın değil o, Edgü'nün söylediği gibi o bir uyumsuz ya da aykırı. Yine aynı yazıda bu aykırılığın başka bir ülkede olmasıyla değişecek bir şey olmadığına değiniyor Edgü, öyledir, bazı insanlar muhalefet olmaktan beslenirler, hep yanlışları görürler. Bunun sonunca kimi içine kapanır, hatta intihar bile edebilir. Tomris elinden geleni, yazmak uğraşını seçmiş. Öykülerinde bir muhalif kimlik görmesem de kendini rahatlatma ya da gerçekleştirme yolu demek daha doğru olur bana göre. 

Kitapta içimi gıcıklayan şeylerden biri Tomris'in kahramanlarının çevresindeki insanları aşağılaması. 1950lerde Demokrat Parti'nin iktidar olmasıyla kırsaldan kente büyük bir göç başlıyor, ardından kültür karmaşası yaşayan bu insanların imdadına arabesk müzik yetişiyor. Tomris Uyar bundan fena halde rahatsız olmuş olacak ki sürekli bir aşağılama peşinde, bu insanlar ne anlar, demekten kendini alamıyor. Tepkisini gözümün önüne getirdiğimde o insanlarla konuşmak anlamak yolunu seçen bir kadın görmüyorum, bıyık altından laf yetiştiren gözlerini bayan bir kadın görüyorum, hiç hoşuma gitmiyor. 

Dokuz öyküden en çok kalbime yerleşen Oyun adlı öykü oldu. Kurgusu da, karakterleri de, başlangıcı da bitişi de, karakter arasındaki iletişim de çokça hoşuma gitti:
Hep aynı anlamda tökezleyen ilişkiler: Sen, sen olmasan. 
Rus Ruleti ise Tomris'e özgü nesir mi şiir mi olduğu biçimsel ve içerik olarak insanı zorlayan, ama kitabın en çekici öyküsü.

Tomris'i tanımaya başlamak çok güzel. Ve biten bir öykü kitabının ardından yazarı daha çok merak etmek ve diğer kitaplarını okumak telaşı içine düşmek de...

-Yalan söylemezsem çok korkuyorum, dedi Türkan. Yalnızlıktan korkuyorum. Sen akıllısın Mona Lisa. Bir yol göster bana.
Demin düşünüyordum da, bizim ülkemizde geçmişler ne kadar kısa süreli. Bizler, tarihimizi hep on ya da on beş yıllarla düşünürüz. 
Diyeceğim, bizim haklımız, sokağa on yılda bir dökülür. İnançları ve parası değer düşünüme uğratıldığında. 

Tomris Uyar - Yaz Düşleri Düş Kışları,
YKY, Mart 2008 

16 Haziran 2012 Cumartesi

Babil Kitaplığı - Jack London - Midas'ın Müritleri





Hayatın Kanunu adından anlaşılacağı üzre hayatın özeti bir nevi. Hem çok yalın çok da çarpıcı bir özeti. Bu kısa öykünün tamamını buraya yazmak gerçekten çok isterdim. Yaşam mücadelesi veren bir kavmin -desem doğru olur sanıyorum- göç etmek zorunda kalışı ve yaşlılarından biri olan KosKoosh'u geride bırakmalarını, Koskoosh'un hayatının ateşi için yanına bırakılan odunların bitmesi süresine bağlı olmasını anlatan bir öykü. Koskoosh hayatını, bir zamanlar neler yaptıklarını hatırlayıp, yaşamla ölüm arasında kalmış saatlerinde hayatın ne olduğunu düşünen bir bilgedir bana kalırsa.

Yüz Karası ise bir başka göndermesiyle sağlam öykü. Polonya bağımsız olsun diye mücadele veren bir guruptan gelmiş kürk ticareti yaparken işçilerine işkence eden, kırbaçlarken sakat bırakan ve hatta öldüren adamların gurup ellerinde işkencelerle can verişini anlatan bir hikaye. Son kişi olan Subienkow işkenceden kurtulmak için çok zekice bir yola başvurur. Bir ilaç formülü bildiğini, bu ilacın sürüldüğü yere bıçağın, hançerin, baltanın işlemediğini söyler. İlacı onlara verme karşılığında sadece canını istemez, balık ister misal, bir kız ister onunla gidecek, iki kayık ister. İlacı yapacak, ensesine sürecek, ensesine baltayla üç kez vurulacaktır. Hikaye çok hoş bir sonla bitiyor.

7 Haziran 2012 Perşembe

Gözaltı Torbaları ve İbrahim Arasındaki Müthiş İlişki

Kurgudur...

Ulan İbrahim, gözümdeki yaşları hiçe sayıyorsun, hala bana dönmüyorsun ya, Allahından bul İbrahim! Gözün yaşlarla dolsun İbrahim, sonra boğazına bir sızı yerleşsin, çay içerken bile için yansın İbrahim!

Gidişinin bilmem bu kaçıncı günü. Aslında biliyorum da İbrahim “deli karıya bak günleri tek tek saymış” deme diye bilmezden geliyorum. Senin o alaycı gülüşlerinin kurbanı olmaktan kaçmıyorum İbrahim, saçmalama! Yalnızca benden uzakta gülmeni istemiyorum.

Hani biz ayaktayken başım tam göğsüne denk gelmeseydi, güldüğünde dudağının kenarlarında çizgiler oluşmasaydı, sonra ellerin bir erkeğin sahip olabileceği en güzel eller olmasaydı ya da ne bileyim sakalların bu denli yakışmasaydı sana bunca mektup yazmazdım elbet. Ama Allah senin belanı versin İbrahim, herkesin bir kusuru var senin yok! Dönüşünü ummaktan başka bir şey gelmiyor bu yüzden elimden.

Dünya güneşin etrafında dönerken aynı zamanda kendi ekseni etrafında da dönüyormuş İbrahim, bunu biliyor muydun? Madem biliyordun benden neden sakladın? Dünyanın seni bana bir getirip bir götürmesinin, beni bir mutlu edip bir mutsuzluğun dibine itmesinin sebebi buymuş, dünyanın başı dönüyor midesi bulanıyor İbrahim. Bir sigara yakıp dünyanın ağzının tam ortasına oturtmak istiyorum. “İç birader iç! İyi gelir!!” deyip de sırtına pat pat vurmak istiyorum İbrahim. Dünyanın sen gittikten sonra bu denli ilgimi çekmesinin sebebini merak ediyorsan dön gel, anlatmazsam anam babam ölsün İbrahim.

Okuyor musun İbrahim? Bu yazdığım kaçıncı mektup. Postahaneye mektubu atmaktan geri geldiğimde posta kutusuna bakıyorum İbrahim, cevap gelmiş mi diye. Ama hiç cevap gelmiyor İbrahim, elleri mi kırıldı, düşünme, yazma, kalem tutma yeteneğini mi yitirdi acaba bu gerizekalı diye düşünmüyor değilim İbrahim. Sonra bir sigara daha yakıp posta kutusuna üflüyorum. Ben nasıl efkarlanıyorsam o da efkarlansın pezevenk! diyorum İbrahim.

Bizim sokağa çıkarken küçük çirkin bir camii var İbrahim, hatırlıyor musun? O camiide bir de bayrak dalganıyor hiç görmüş müydün? Hah işte o camii kadar çirkin, o bayrak kadar ait olmadığım bir yerde duruyorum İbrahim. Gel alsana beni burdan. Boğazım yanıyor, içimde bir yerler deli deli kanıyor, bir mendil bassana yarama İbrahim.

Putların hepsini ben kırdım, işin kalmadı yapacak, bana geri gelsene İbrahim. 

5 Haziran 2012 Salı

"Kurbağalara bakmaktan geliyorum"

Siz hiç akordeon sesiyle uyandınız mı?
Ben uyandım hem de çokça zaman. Neredeyse haftada birden fazla kez, eğer erkenden uyanıp okula gitmek zorunda kalmadıysam.
Dün gece birşey oldu. Bir sürü şey yazdım kafamda ben dün gece. Nedense gelip de bunları yazabiliyorum ama kaç gündür Bilge Karasu-Gece'yi yazmak istediğim halde yazamadım. Sonra harika bir film izledim, Emir Kusturica-Underground (Yeraltı)'ı yazamadım. Yine görmenizi istediğim fotoğraflar vardı, koyamadım. Bu arada çok güzel mektuplar aldım, onları bile yazamadım da gelip uyandığım anda günler öncesinde kaydettiğim sese bugün yenisini ekleyip buraya koyuyorum. Tuhaf değil mi?
Dün gece de tuhaftı. uyandığım anda başka bir şeydim. Nasıl demeyin öyleydim. Dün o dizi bitince uzun süre -ama saatçe değil, kendimce- yerimden kıpırdayamadım. Sonra düşündüm, düşündüm, düşündüm. Düşünürken evrildim sanıyorum. Odama geldim çünkü, pencereler açık yatmaya başladığımız zamanlar başladı da daha yorganı götürüp atamadım, üzerinde uyumaya başladım. Gece üzerimdeydi, esintisini, boşluğunu, karanlığını Gece'nin her bir zerresini üzerimde hissettim. Gece başımda nöbet bekliyordu. Hadi! der gibi. Tamam, dedim ben de, kabullendim, evet haklısın dedim kendime, haklıydım çünkü, bomboştu yaşadıklarımın hepsi. Saman alevi gibi. Telefonuma bakıp bakıp durmama sebep olan bir ayda sönen sözümona bir sevgiydi. Yıllar yıllar süren bir sevgiyi ararken karşıma bir ayda biteni çıkıyordu, delirmiş olmalıydım. Sevgi öyle birşey değil, dedim kendime, sonra hak verdim yine kendime. Aşık olduğum adam diye andığım adam aradıktan bir dakika sonra telefonu kapatabiliyor, hiç de umursamıyordu bu durumu. Tekrar aradığında ben yine açıyordum ona kapıları, ben çok seviyordum çünkü, ama onunki içinde bir yerlerde kaybolmuş birşeydi, belki sevgi bile değildi. Kendime bu konuda tek kelime edemedim bile, etmeye utandım, bu kadar olmazdı sahiden. Kendim çok haklıydım yine.
Neden sonra uyumuşum. Yine akordeon sesiyle uyandım. Baktım kendime. Şu an hayatımda olan hiçbir şey değişmesin, ben değişeyim, huzurlu olayım. Bu blog hayatımın son dört senesine şahit, birşeyler aradığım şu son dört yıl boyunca bulduklarımın hepsi ne kadar anlamsız. Ya yanlış şeyi arıyorum, ya yanlış yerde arıyorum. Sanırım her ikisi birden...

Bu arada bana mektup göndermek isteyen var mı? Varsa mail bana: aylakkedi-@hotmail.com , oradan adresi yazarım ben size.