3 Aralık 2009 Perşembe

Bir Cevabın Var mı?

          Bir anda deli gibi usanmadan bıkmadan yazan herkesin yazma yeteneği yok olsa. Hatta o kişiler de yok olsa.
        
          Bomboş defterlerim var benim. Utansam da bu durumdan elimden geleni düşünmek “evet, aslında yapabilirim” demek dışında hiç bir şey yapamıyorum. Nedenini çok düşündüm. Bulamadım. Ölü gibiyim, tam olarak ölmüş gibi. Bir insan ihtirasla bir şeyi istemiyorsa, bir amacı yoksa yorulmadan çalıştığı onu elde etmek için, duyguları belli belirsiz esen rüzgârla insanın gözüne kaçan ve bir an önce kurtulmak istediği toz gibiyse o insan ölmüş demektir.
        
           Size düşen soruyu bu cevaplamak;
          “Nasıl bilirdiniz?”

22 Kasım 2009 Pazar

Bekleyiş

                                           "Kulağına eğildim Elisa'nın, bukle bukle gür saçları omuzlarından, her zaman her elbisenin içinde muhteşem görünen omuzlarından aşağı iniyordu. Fısıltıyla 'birazdan yıldız yağmuru başlayacak' dedim. 'ilk düşen yıldızı senin için tutacağım, sen bir yıldız tutana kadar o, senin yıldızın olacak' sıcacık gülümsedi bana, kocaman gözlerini göğe kaldırdı. Dikkatle bir yıldız düşmesini bekliyordu belki, belki yalancılığımı ustaca yüzüme vuruyordu, bilemiyorum ama öylece, sakin ve olabildiğince huzurlu bakıyordu gökyüzüne. Hafifçe kavramıştım belinden, elimizde bu akşamki yemeğin üzüm suları vardı, terasın demirlerinden aşağı sarkıtmıştık ayaklarımızı, hiç bir kaygısı olmayan çocuklar gibiydik. Belki içten içe kapının açılmasını ve dadımızın gelip bizi azarlamasını bekliyorduk. Belki o zaman başımızı öne eğer birbirimizi suçlardık, belki o zaman alttan alttan bakmaya çalışırdık dadının gözlerine, belki o zaman fiziksel yakınlıkla yetindiğim Elisa'mın, ruhuna yaklaşırdım. Belki kalbine dokunurdum, kim bilir belki o zaman kayacak yıldızları bekleyen iki yabancı değil, kayan iki yıldız olurduk. Gözlerimi Elisa varî gökyüzüne dikmiş düşünürken, omzuma Elisa'nın kafası usulca düştü, yorulmuştu, artık onun için gün bitmişti de yeni bir günü yasayabilmek için harekete geçmişti bedeni. Biraz da öyle durmak istedim, onun nefesini boynumda hissederken baktım gökyüzüne, üzüm suyumu normalden daha yavaş içtim, sonra usulca kaldırdım onu, kucağıma aldım, yavaş yavaş indik merdivenleri, beyazlar içindeki yatağına bıraktım onu. Bir an yüzüne baktım. Kimse inandıramazdı beni o an. İnanmazdım bu melek yüzlü kadının yıllar sonra bana hayatimin acısını yaşatacağına. Aklından kötülük geçeceğine inanmazdım, gözlerimin içine bakıp beni tanımayacağına, öylece ilgisiz çekip gideceğine inanmazdım."
"Elisa'yla Akşam Yemekleri"den...




Cehennem kimdir demiştiniz?
Keder kuşlarını ben de gördüm
Flütün ucundan bir oraya bir buraya
Evet, biliyorum, herşey benim düşgücümün
Şeyi, nasıl söylenebilir, bu kelimeler
Böyledir işte:Tam tutacakken...


Yağmur yürüyüşüne çıkmıştık o gün,
Unutmam ben ayrıntıları, kimdi
Hatırlayamıyorum tabii, ne önemi olabilir
İsimlerin, evet yüzünü de getiremiyorum
Gözümün önüne, eylüldü, eylüllerden
Biri, cehennem kimdir diyordunuz?
Enis Batur-Bekleyiş

13 Kasım 2009 Cuma

Merhamet Edin...

Fazla gelirsiniz ya hayata bazen.. Hiç bir kalbe girememişsinizdir, hiç bir göz aramaz sizi.. Batarsınız insanların gözüne, her sözünüz rahatsız eder, hissedersiniz hani. Dünya size düşmanmış gibi döner. Neresinden tutsanız elinizde kalır. Neresinden baksanız karanlıktır, dumanlıdır. Bu kez siz istiyorsunuz diye değildir siyahlığı, siz istemediğiniz halde siyahtır. Size inat siyahtır. Açtığınızda müziği en çok kalbinizi acıtan şarkı çalar.. Bütün kediler hüzünlü bakar, uzak durur sizden. O her zaman aynı sokakta sevdiğiniz kediyi bütün araba altlarında ararsınız, bulamazsınız. Gözlerinizi rüzgâr doldurur. Herkesin isminin yanına yazılan isim sizinkinde yoktur. Olmasını istediğinizde, en olmadık kişiler gelir, ihtiyaç duyarsınız sevgiye, bağlanmaya. Ve gideceğini bile bile sarılırsınız, gidince açılan yaralara tuzlar basılır, her elele gezenlerden gelen. En yakınızı kırmışsınızdır da, kızgınsınızdır. Suçunuzu en çok kendinizden saklarsınız. Anneniz uzaktadır, sırtınızı babanıza dayayamazsınız. Aksi gider her şey. Güzellikten payını alamaz tek bir an. Küçücük bir gülümseme uğramaz yüzünüze. Ufacık bir sıcaklığı bulamazsınız hiç bir ateşte.


Merhamet edin hata yapıp özür dileyenlere.
Merhamet edin gözlerine yaşlar inenlere.
Merhamet edin varlığınıza ihtiyaç duyan kişilere.
Merhamet edin her bir anı zindan olanlara.
Merhamet edin gücü yaşamaya yetmeyenlere.
Merhamet edin…

6 Kasım 2009 Cuma

Bütün Hissizliğinize Rağmen...

Siz bütün hissizliğinizle yatağa yatıp, başınızı yastığa koyuyorsunuz.. Yıpranmış ruhunuzdan mı, kafanızda hiçbir şekle girmeyen düşüncelerinizin ağırlığından mı, bilemiyorum, hemen uyuyakalıyorsunuz.. Yine o aynı düşüncelerin hayatınıza verdiği hasar hiç bitmiyor, bu kez hayaller görüyorsunuz; hani dinlenecektiniz ya, hani hafifleyecektiniz ya, yalan oluyor. Bu kez hayallerle savaşmaya başlıyorsunuz. Komik olan bu ya, bu hayallerde başarıya ulaştığınız, zafer kazandığınız hiç görülmüyor. Üstünüze kilo kilo taşlar koyuyorlar da, size bir ömür uğraşsanız bu taşlar altından çıkamayacakmışsınız gibi geliyor, öldürmüyor da… Labirentlerle karşılaşıyorsunuz bu kez, her yanı demir, her yanı buz gibi karanlık dolambaçlarla. Bir tuş arıyorsunuz belki, basacaksınız, peyniriniz düşecek… O tuş kaybolalı yıllar olmuş, derinlerde bunun bilincindesiniz, ama umut etmek daha kolay görünüyor. Ve size eziyet eden düşleriniz en son raddeye ulaşıncaya kadar siz, durmuyor. Kurtulduğunuzda ya boğazınızda bir acı, yada yatsınızı sırılsıklam yapmış bir yüzünüz oluyor. Ama ışık görüyorsunuz uyandığınızda. Gece siz bütün hissizliğinizle yatağa yatıp, başınızı yastığınıza koysanız da, dünya durmuyor. Gözünüzü açtığınızda yeterince dönmüş buluyorsunuz onu… Bütün hissizliğinize rağmen…

Ürkerim kendi hayâlâtımdan,
Sanki kandır şakağımdan akıyor;
Bir kızıl çehrede âteş gözler
Bana güya ki içimden bakıyor.

Bu cehennemde yetişmiş kafaya
Kanlı bir lokmadır ancak mihenim,
Ah ya Rabbî, nasıl birleşti
Bu çetin başla bu suçsuz bedenim?

30 Ekim 2009 Cuma

Sonsuzu Aramak...

"Dünyayla aramda alıp veremediğim bir şey varmış gibi… Hayata kopmaz bir bağla bağlamışım da, bağ zedelenecek diye ödüm patlarmış gibi… Uyuyordum ölümle buluşurmuş gibi…"


Gözümde bir şeyler beliriyor. İçime çekemiyorum sanki havayı, boğazımı bir şey tıkıyor. Ellerim boğazıma gidiyor, kendi kendimi boğuyorum... Arkasından kanlar terler içinde uyanıyorum.

Kâbuslarım hiç bitmiyor. Her gün yeni bir tane görüyorum. Çoğu zaman elime birkaç ince kitap alıyor, bir bir sokakları caddeleri dolaşıyor, tanıdık, en azından bildik birkaç iz taşıyan yüzlerinde, insan görüp, geldiğim yoldan, elimde aynı ince kitaplarla geri dönüyorum. Bazen şarkılar mırıldanıp, kuşlarla konuşuyorum. Arada bir yerden taş alıp, cebime koyuyorum.

"Şarkıların senle benim aşkımdan hiç haberleri yokmuş gibi… Sözler bize atıfta bulunmuyormuş, melodiler canımızı yakmıyormuş gibi... Biz hiç yaşamamışız, birbirimizi hiç tanımamışız gibi…"

Ellerimde bir soğukluk hissediyorum, karıncalanıyor. Ayaklarımı oynatamıyor, hareket edemiyorum. İnce ince titriyor içim, yavaş yavaş kararıyor hava. Sakin sakin donuyorum. Çığlıklarla uyanıyorum.
İnsanlarla konuşmuyorum. Kulaklarımı kapatıyorum bazen, bazen de kendimle konuşuyorum. Gözlerim açık, saatlerce karanlığı dinliyorum. Kesif bir koku geliyor burnuma. Korkuyorum. Ölümü koklamaktan korkuyorum. Kaçıyorum. Uzaklaşamayacağımı bilerek kaçıyorum.
Kâbuslarım hiç bitmiyor.
Her gün yeni bir tane görüyorum.

3 Eylül 2009 Perşembe

sana gül bahçesi vadetmedim.



Ne kadar dürüst olduğumu düşündüm.
Her an ağzımdan çıkma potansiyeline sahip 'küçük' yalanların bedenime ve ruhuma verdiği zararları ...
Ah bazen nasıl da dürüst olabiliyorum..
"Deborah D koğuşundaki ilk günlerinde, salt akıl hastanesi -saldırganlar koğuşu- olsunu düşünerek, zihninde kendi durumunu bir dram biçimine dönüştürebiliyordu."

h


Kaosların belki de en mükemmeli buydu. Sonsuz gücün çıkışına olanak sağlayan kimine göre bir basit kimine göre yaşamsal önem taşıyan bir emeldi. Şaşkınlık dalgası ölülerin üzerinden geçip, ölü olmayı dileyenlerin üzerinde duruyordu. Göz alabildiğince geniş bir alana santim santim dağılmış Enlia cesetleri ve cesetlerin o dayanılmaz kokusu... Ne kalmıştı geriye, yok olmuş bir halkın hazin görüntüsü, hala kimi yerlerde patlayan bomba sesleri yada bunun gibi ele avuca gelmeyen ayrıntılardan başka?

Hakura binikiyüzyetmişiki yıl önce, yine Enlialarla yapılan Tuşa Savaşında esir alınmış, ikiyüzseksenyedi yıl Enlialarla yaşamak zorunda kalmıştı. Köle olarak satılmış, orduda eğitmen olarak kullanılmış, Kralların kibirli karılarının hizmetkarı olmuş, bilgelere hizmet etmişti. Çok şey öğrenmişti Enlialar hakkında, ülkesine geri döndüğünde kahraman gibi karşılandı, beşyüz yıllığına ordunun başına getirildi, kralın danışmanı oldu. Hakura bilgelerin yanındayken ona çok özel davranıyorlardı, bir savaş kazancı gibi değil, bir efendi gibi. Ona neredeyse hizmet ediyorlardı, efsanelerden bahsediyorlardı, zaferlerin, yenilgilerin yaşandığı efsanelerden. En son geldiği yer bilge tapınağıydı zaten, sonra da aklının almadığı bir biçimde salıvermişlerdi onu.

Bazen bütün Enlia halkının saygı duyduğu bilgeler önünde iki büklüm duruyor, merakla anlattıkları konuda fikrini soruyorlardı. Onu tuhaf sınavlara sokuyor, kafasında oluşan sorulara cevap arıyorlardı. Kesinlikle özeldi Hakura, yaşadığı her yerde herkes ona kendini böyle hissettirmişti, özel.. Esirken bile el üstünde tutulmuştu. Şimdi ise yüzü asıktı, en başından beri karşıydı bu savaşa, ve bugün başında bulunduğu ordu büyük bir savaş kazanmıştı, çok büyük bir savaş... Çatık kaşları belki de kafasında oluşan kara bulutların bir sonucuydu, anlam veremiyordu; Enliaların birden bire böylesine kolay yok olmalarına anlam veremiyordu. Ülkesinde herkes amaçsızca eğleniyordu, soru işareti yoktu kimsenin kafasında ve kimse korkmuyordu kötü birşey olmasından. Hakura, Gru kapısına geldi, diz çöktü, onu kabul etmelerini diledi, kapıya elini yapıştırdı, tüm gücüyle itti. Kapı açılmadı, tekrar diz çöktü tekrar elini yapıştırıp tekrar itti, devasa kapı tüy gibi hafifledi, açıldı.

nokta


Aslında belli bir miktar suçu üstlenebilirdim,
ama yapmadım.
Bu demektir ki vicdanımda bir sızı yok,
rahatlatmaya ihtiyaç yok.

19 Haziran 2009 Cuma

kayıp.. olacak...

'Susun Allahın cezaları!' susmuyorlar. Nasıl bir kavgaysa şiddetli sessiz ilerliyor. Uyuyor herkes, yere kadar uzanan perdeden gördüğüm kadarıyla bomboş sokak. Martı seslerini saymazsak hiç ses yok. Sadece bu üç kadın. Bir de ben. Olayları carpitmakla suçlanan ben. Fazla duygusal olmakla suçlanan ben. Her gördüğüne hemen alışan sonra kopamayıp üzüldüğü idda edilen ben. Oysa sadece karnım ağrıyor diye göz yaşı döktüm. Bütün gün başım ağrıdı diye üzüldüm. Bir de üç ay başka yerlerde nefes alıcam diye burukluk hissettim, biraz da unutulmaktan korktum. Bu savaşa başka katkım olmadı. Beni destekleyen bir sümsük fırladı içimden, 'ah nasıl zordur bu hayat, yeni başladın öğrenmeye' dedi. Arkasından bir gaddar 'kesin zırlamayı' diye böğürdü. Sessizlik istesem mi diye düşündüm, isteyemedim. Birikmiş bir volkan varmış da patlamış sanki, napalım, diyorlar, mecbur kaldık. Iki farklı aşırılık mı varmış içimde.. Sadece güzel bir kadın var sanıyordum. Köşede öylece oturmuş, 'tünel' okuyan kadın.

Yüzüme alaylı alaylı bakıp, uyu artık sınavın yok mu senin, diyor. Tablo, sessiz ve sabit. Yok, diyorum, ben onu kaale almıyorum. Farklı değil ki yaşadıkları benden, iki üç gün sonra o da gitmeyecek mi burdan. Ne oldu diyor o uzun saçlı hisli adama, bu şehir mi yuttu onu, sen mi? Her hafta uğradığın yerler vardı hani, yalnız, kimlere degistin oraları, mutlu oldun mu? Diğer ikisi benden de hani, bu çok yakıyor canımı, güzel olan tablo olan.. Uyumak istemiyorum. Başka kimseye söyleme diyor, söylüyorum. Komik cevaplar almama gülüyor dalga geçiyor. Kimse anlamıyor seni de mi, diyor. Kimse hissetmiyor gözyaşlarının akarken çizdiği yolun sıcaklığını, kimse bilmiyor o gözlerin nasıl sızladığını, kimse bilmiyor bir sır gibi neler yaşadığını, kimse bilmiyor canan'in öldüğünü, buna günlerce ağladığını... Boşuna uğraşıyorsun diyor, o da bilmeyecek, hiç bir zaman anlamayacak, farklı senden, uzak oldukça, ne görüyor bakınca sana seni, ne de duyuyor söylediklerini.

'ben susup dinlerim seni uykum yok çünkü, ama şu ikisi tartışıp duruyor onlarla uğraş' diyorum, çekip alıyorum elinden 'tünel'i. Ne kadar hassas olup ne kadar katı olmam gerektiğini tartışıyor diğer ikisi. Güzel olan ne yapıp ne edip susturuyor onları, içime ait oldukları yere sokuyor onları, çözüm yok. Bu gece uyu yarın hallederiz, diyor içeri girerken sümsük kadın. Gülümsüyorum. Iyi de ben yıllardır çelişkilerle yaşıyorum, diyorum tabloya. Burnumun da içine s*çtım, mide ve kafa az geldi diye ekliyorum. 'yeter bırak da yat kitabı' diyor. 'yarın bir istiklal yaparız, üzülme' diyor. Üzüldüğüm bu mu diye düşünüyorum ama söylemiyorum, uyusun sussun diye. Uzun saçlarını savuruyor, iyi geceler diyor. 'sahi geri geldiğinde seni kim karşılayacak'. Işığı kapatıyorum. 'telefon sesinden rahatsız olur musun? Birşeyler yazmak istiyorum'.

16 Nisan 2009 Perşembe

Bir Günün Sonunda Arzu

Saat sekiz gibi giriyorum eve. Kulağımda hala müzik çalıyor. Her dinlediğimde beni eğlendiren, hayaller kurmama sebep olan şarkı, şimdi anlamsız geliyor, etki etmiyor. Evde birileri olsa da tek başımayım. Sessiz ve sakin çekiliyorum köşeme. İçimde çıkan kıyametten kimsenin haberi yok. Eve dönen yolun köşesinde sevdiğim kedi, mutlu sanmıştı belki beni, 'iyi akşamlar' dediğim ev sahibinin gözünde her zamanki gibiydim belliki...
Yine de sessiz sakin çekildim köşeme. Herkesin baktığı ama herkesin göremediği bana ait izler taşıyan, kitaplarım, müziklerim, sabah bıraktığım gibi duran yatağım, yatağım üzerine ilgisizce atılmış bordo gömleğim beni bekliyordu. Oturup duvara verince sırtımı, duruluyorum. Duvarda belli belirsiz kitaplık görünüyor, sonra kayboluyor, önce yanda mutfak var zannediyorum içinden annemin sesi geliyor, sitemli, sonra mutfak yok oluyor kedi sesleri alıyor yerini annemin sesinin. Sızlıyor yine burnum, ne işim olduğunu soruyorum kendime, burda, bu benden uzak, beni ben yapan şeylerden kişilerden uzak ne işim olduğunu soruyorum. Cevap kocaman bir sessizlik oluyor. Sokaklar geçiyorum her gün, saç rengini beğendiğim kadınlar, kokusu içimi okşayan erkekler geçiyor yanımdan. Annemin çorbasını öyleyerek hazır çorba içiyorum bazen. Bazen 3 lira verdiğim tavuk-ekmeği özleyerek hamburger yiyorum. Kocaman bir şehrin küçücük bir parçası olarak kayboluyorum içimde. Gözlerim dolsada bir çok kez, çekiniyorum bana bakan gözlerden ve ağlayamıyorum. Bazen yanlış yerine oturup vapurun, içime işleyen soğuk rüzgara direniyorum, bazen babamın varlığını özleyerek sorular not ediyorum bir yerlere, üç ay sonra cevabını alırım o dünya kadar bilgisi olan adamdan diye. Ve eve dönen yolun köşesindeki kediyi seviyorum her gün. Pis görünüyor bazen. Bazen uykulu. Ama hep ben seviyorum onu, ve hep ben dikkat ediyorum hali nasıl diye. Bu kocaman şehrin küçücük bir parçası olmadığımı anlıyorum sonra. Bir toz parçası bile değilim belki, varlığını birinin eninde sonunda farkettiği ve onu almak için bir toz bezi kullandığı bir toz parçası bile değilim. gözlerimden yaşlar hergün aynı yolu takip edip boşalıyor. Sadece hergün farklı bir sebeple buluyorum onları, yine de en derinde yalnızlık yatıyor. Bir ecel gibi kıyıda köşede beni bekleyen bir ben buluyorum her defasında. Bir de eve dönen yolun köşesindeki kedi. Bir hüzündür alıp gidiyor başını. Kalp çarpıntısı, heyecan, mutluluk yada herhangi başka bir duygu yok. Sessiz ve sakin çekiliyorum köşeme. Ilgisizce atılmış bordo gömleğimi kenara çekiyorum. Yastığımı çekiyorum kendime, saçlarımı toplayıp en tepeden, hızla gömüyorum kafamı.
Bu kez sessiz değil, içimden değil hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Bu kez kendi halinde yanağımdan akmıyor gözyaşlarım. Ve bu kez bir sebep uyduramadım. O yok bu yok şu yok diyemedim. Annemi özledim babam nerde diyemedim. Kendi kendime yalan söylemedim. Şimdi sadece ağlıyorum. İçimde biriktirdiğim herşeyi dışarıya dökmek için. Gözlerim ağırlaşıp, yorgunluk basınca susuyorum. İşığa nefret edercesine bakıp, kırmızı tüylü defterimi çekiyorum kendime doğru. İlk açtığım sayfada okuyorum daha önce defalarca okuduğum, bu kez kendimi bulduğum satırları. Aşkı geceye duyulan, ve yalnızlığı paylaşan bir adam geceyle. Duygularımı, hece hece kelime kelime geceye işleyen, geceyi alıp kağıda döken adamı anlıyorum. ...




****

7 Nisan 2009 Salı

gecenin körü

Anlatacaklarım, bir borunun eğilmiş kısmıda tıkalı kalmış. Düzlemeye çalışıyorum olmuyor. Ayaklarım üşüyor, ve titriyorum, sözcükler ağzımdan titrek titrek çıkıyor. El birliğiyle karar vermiş vücudumun her bir parçası ve isyan ediyor, özgür kalmak istiyor. Ama ben bağımlıyım, duygularıma bağımlıyım, hiç bir zaman gerçek olmayacak düşlerime bağımlıyım. Hem o kadar bağımlıyım, yaşam gücü veriyor onlar bana, sanki destek oluyorlar ayakta durmam için. Bulamadığımda içime çekecek bir oksijen, onlar üflüyor, tertemiz bir oksijen olmasada.. Bir çift göz arayıp, her gece uyuya kalıyorum, soğuk serin bir yerlerde. Bir göz bulursam beni ciddiye alacak yardım isteyeceğim boruyu düzeltelim diye ama görünenler bana, buraların terkedilmiş olduğunu söylüyor, kimsenin yıllardır uğramadığını, tek aptalın, ben olduğumu. Yine zorlaşıyor nefes almak.. Yine bir yerlerden içime geliyor karbondioksit içine karışmış oksijen parçaları..

hiç çarem yok çekiyorum içime deli gibi onları.. Birileri bana masal anlatmayalı sahi ne kadar oldu? Ne kadar oldu düş kurmayalı? Ne zaman düştüm bu yıllar önce kurduğum hayallerin peşine, ne zaman tıkandı bu boru hayatım gibi, ne zamandır ağlamıyorum, içimi döker gibi. Zaman zaman içimi bir korku sarıyor ve ne kadar sözcük geliyorsa dilimin ucuna salıyorum hepsini, gitsinler diye uzaklara, bazen bir gece dolusu sözcük çıkıyor bazen bir heceyi geçmiyor. Gök yüzüne bakıyorum, gök yüzüme bakıyor. Birbirimize ne kadar uzağız diyorum ve ne kadar yakınız birbirimize. Ve ne kadar aidim bulunduğum yere ve ne kadar çok istiyorsun almayı beni içine? Sadece sorular mı birikmiş sözcüklerle tıkalı boruya başka duygularda var mı umutsuzluktan başka... Gök yüzüne bakıyorum ve gök yüzüme bakıyor, sonra ben soruyorum ne kadar zaman oldu ay gideli ve ne zaman geldi güneş...?

10 Şubat 2009 Salı

Ahşap Kapı


Yemyeşil bir yol uzanıyordu köy evini andıran, anayolun kenarında sakin ve terk edilmiş gibi hüzünlü duran evin önünden. İki katlıydı, ilk katının camları kırılmıştı. Ahşap, oymalı kapısı tarihin zerrelerini taşıyordu. Ben gibi yorgun bakıyordu, ben gibi bezgin, ben gibi yıkılmak üzere.

Çamura düşen kâğıdı temizlemeye çalışırsan eğer, yırtılır. Kalbim de o misal. Baktım ki yırtılmaya yüz tutmuş, bıraktım temizlemeyi.

Yol ilerledikçe ve o ahşap kapılı evi geride bıraktıkça içim burkuldu. Geriye dönüp onu yakından görmek istedim.

Ürkütücü kapı gıcırtıyla açıldı. Uzaktan daha sevimli göründüğüne hiç şüphe yoktu. İçeri adım attım. Zulada sakladığım cesaretimi çıkarttım ortaya. Odalara görmek için ilerledim.
-Kim var orda?
Yaşlı bir kadına ait olduğunu düşündüğüm sesle irkildim. Kalbimin gümbür gümbür atışını dışarıdan duyabilirlerdi. Geri gitmek mümkündü. Üç adım atmış olmalıydım en fazla. Geriye baktım. Kapı benden uzaklaştı. Bir karadeliğin içine sürükleniyordu sanki.

Kapının karşısında uzanan merdivende bir kadın belirdi. Elinde bastonu vardı. İki büklüm olmuştu. Bana bakıyor tanımaya çalışıyordu. İnmek istedi bir an merdivenlere baktı ama göze alamadı.
-Sen kimsin? Dedi

Cevap vermek istiyordum. Kolay bir soru gibi duruyordu. Zihnimin içine girdikçe cevabı derinlere gömülen kolay bir soru.

Kimdim ben? Bir anne, bir yazar, bir fotoğrafçı, bir gezgin, bir Türk…
Cevabı bulamadım. Ne geldiyse dilime söyleyiverdim.
-Ben yürüyüşe çıkmıştım. Eski evi görünce fotoğraf çekmek istedim, dedim elimdeki fotoğraf makinesini ileri doğru uzatarak.
-Bende aşağı köyden yemek getirdiler sandım, dedi. Çek bakalım ne istiyorsan, deyip umursamaz bir tavırla arkasını döndü. Yavaşça çıktığı odaya girdi.

Evine giren bir insana bu kadar ilgisiz davranması tuhafıma gitmişti. Gıcırdayan merdivenleri çıktım. Odaya girdim. Güneş ışığı vuruyordu oturduğu koltuğun üzerine. Yüzünü bana doğru döndü. Sırtımdan çantamı indirdim. Dikkatle izliyor olmalıydı beni, bakışlarını hissediyordum. Yemeğimi koyduğum kabı çıkarttım.
-Taze değil ama yemeğini getirecekleri zamana kadar idare et, dedim.
Kabı eline verdim. Yüzüme minnetle baktı. Çok aç olduğu belliydi. Beni unutmuş gibi kabı açıp yemeğe başladı.

Odadan çıkıp merdivenleri indim. Ahşap kapıyı açıp dışarı çıktım. Biraz uzaklaşıp, arkamı döndüm. O evi unutmayayım diye fotoğrafını çektim.

üstüne ne iyi gider:Yasmin Levy-La Alegria

26 Ocak 2009 Pazartesi

N.

eskiden kalma alışkanlıklarımı terkettim şu günler. herşeyim değişti ve değişti herşey..
sakin sessiz ıssız ve anaç bir tarafı kabarmıştı kalbimin
engel olmamıştım ben de ve N. onaylamıştı beni
takdir etmişti bir de cesaret vermişti