20 Kasım 2013 Çarşamba

Aman!



Kırmızı gözlerle uyanıp Genet okumaya çalışmak bana özgü bir saçmalık. Sonra ajandaların arasından çıkan kağıtları okuyup hiç değişmediğimi görüyorum. Üzülüyor muyum? Sadece biraz Aylak Adam'ı hatırlayıp üzülüyorum. Sonrası Fikret Kızılok. ..

11 Kasım 2013 Pazartesi

Durağan Zamanlar

Çok üzgünüm. Elimde Kierkegaard-Ölümcül Hastalık Umutsuzluk kitabı var, bu yüzden iyi şeyler söyleyemeyeceğim. Birşeyler duyuyorum da duymamazlıktan geliyorum. Ayıp mı, ayıp tabii sussalar ya insanlar belli ki dinlemek istemiyorum.

Umutsuzluk üzerine birşeyler söylemeyeceğim, hayır! Mutfağımı toplayıp Fransızca kursuna gitmem gerek. Hayatın içine bunca dahil olmuşken, öyle kocaman, ağız dolusu laflar edebileceğimi sanmıyorum. Gerçi ben, eline yüzüne kelime çorbaları bulaştırmayı alışkanlık edinmiş bir insan olarak dışlanmam. Bu da böyle zaten, der geçersiniz. Demezseniz de demeyin, kimin umurunda! Hah!

Sonra bir takım akşamüzerleri üzerime üzerime geliyor. Bu karanlıkla aydınlık arası hali, akşam ezanı ha okundu ha okunacak zamanlarını sevmiyorum. Bak yatsıya söz söylüyor muyum? Söylemiyorum. Tabii..

Nedim, bir şair adıdır. Öyle kalmalıdır.

Ne demiş şair:
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.

Nedim değil. Kavafis. Olsun.

8 Ekim 2013 Salı

Büyülü.


"Şimdi bağımızı yeniliyoruz, önemli olan özü korumak. Bunu vurgular, bazı şeylerin üzerine sünger çeker ve her şeyi yeniden düzene koyarız."

Bergman ömrümden ömür çalan adam. Bugüne dair planlarım Büyülü Fener adlı kitabının bir şekilde elime kurulmasıyla yok oldu. Ben başka şeyler okumayı düşünmüştüm. Sonra Bergman geldi ve zaman durdu. 

Düzenden bahsetmeyelim şimdi. Benim göz kapaklarım ağır ve kendi kendime konuşuyorum. Kendime deli bile diyorum. 

Güzel olacak değil mi, özü koruduktan sonra zaten, düzenler gelir geçer. Özü korumak.. Öz.

29 Eylül 2013 Pazar

bilinç.

bir film gibi düşünelim. ben "zamanı geri alalım" dediğimde o kaseti sarmak gibi bir ses çıksın, sahnedeki insanlar geri geri yürüsün ve playe basalım. dur!

kadın kitabın sayfasını çevirir. cümleyi okur, ve ölür.

devam.

bir takım bilmeceler vardı ama ben hatırlamıyorum tek cümlelik çözmek saatler alıyordu hani o ikinci dünya savaşında ama ikinci miydi evet ikinciydi o adamı çok tatlı bir yahudi olarak canlandırmışlardı da bilmecelerden anlıyordu çünkü bilmecelerden anlamak diye bir meslek olmalıydı bence bilmecelog ki ben hep bilmecelog olmak isterdim ama hiç olamazdım çünkü tembellik benim en zehirli hastalığım bunu sık düşünüyorum sanırım aklıma ikinci ya da üçüncü sınıfta bir matematik sorusunu bilemeyince telaşlanmam artık eskisi kadar zeki değil miyim diye hayıflanmam geliyor bir de o zamanlara dair hatırladığım şey suluğum çünkü o zamanlar okulumuzu tamire -evet tamire- almışlardı biz de yukarki mahallenin ama çok pis bir mahalleydi okuluna göndermişlerdi ve ne alakaysa o suluğu hep o okulda kullandığımı hatırlıyorum görünüş olarak çok büyük görünmemesine rağmen dünyanın suyunu alırdı ya da bereketliydi çünkü sınıfın diğer üyeleri, öğrenciler, aman sınıf arkadaşlarım işte, onlar suluklarındaki suyu, sulukta su olur, ama bi keresinde suluğuma kola koymuştum, ama o başka bir suluktu çünkü onun hortumu vardı, kola koyunca açar açmaz sıçramıştı hep çok üzülmüştüm ve her yerim kola olmuştu, ve işte neydi, hah onların suları bitmesine rağmen benimki hiç bitmiyordu ve o suluğun kapağının üstünde bir kapak daha vardı bardak şeklindeydi bütün herkese su veriyordum o bardak kapakla iyiydi o zamanlar sanırım sınıfımda da herkes beni severdi, gavatlar, neyse ne diyordum, evet, zeki olmadığımı düşününce çok üzülmüştüm, çünkü zeka benim için herşeydi, ama sonra zaten zeki olmadığımın farkına vardım acım azaldı.

devam.

takip ediliyormuşum hissine kapılıyorum hayır korkunç değil çünkü ben aylak adamı okuyup fena halde etkisinde kalmışım yaşım on dokuz ve henüz aşık olmamışım en sevdiğim istanbul sokaklarını turlayıp o adamın ayakkabılarıma bakarak beni tercih edeceğini değil beni tanıyacağını düşünüp evime dönüyorum ve bu şekilde takip edildiğim hissine kapılıyorum ve zaten o zamanlar henüz aşık olmamışım büyümemişim ölüp ölüp bir adamın hayaliyle dirilmemişim zaten o zamanlar ezginin günlüğü çalıyor söylüyor ama eksik yeni türkü falan hepsi haybeye çalıyor bana seviyorum tamam ama anlam olarak kayıp çünkü henüz aşık olmamışım o dönem neyse işte ben takip ediliyorum hissine kapılıp kafamda hayallerle evime dönerken arkamdan kimse gelmiyor.

dur.

ödün kopar ödün! ödün ne demek? bilmiyorum. ama kopar! sessizlik. biraz. yorgunum. ve tatlı değil. ölsün herkes. ben tanrıyla biraz başbaşa kalayım.


12 Eylül 2013 Perşembe

diya-log.

-hiçbir zaman başaramamış olman hiçbir zaman başaramayacak olduğun anlamına gelmez. ... çay bitti mi?

-bitmedi. yalnızca bir ay. bir ay sıkamaz mıyım dişimi? başarabilir miyim gerçekten. başarmak istiyorum. gerçekten. bunu kendime göstermek istiyorum.

-neydi o kitap?

-rüya günlüğü.

-sana her baktığımda eksik parçalarını görebiliyorum. bunu bakışlarından da anlayabiliyorum. karar vermek konusunda bir sıkıntı yaşamıyorsun da uygulamak konusunda neden bu kadar kısırsın onu anlayamıyorum.

-insanlar ölüyor.

-ölmeyenler de ölüyor, her gün, defalarca. bir çığlık dışarı çıkamadığından boğazına sarılıyor. sarmalıyor. nefes alamana engel oluyor. dışarıya çıkmasına izin vermiyorsun. neden? bırak gitsin.

-bir çığlığın dışarı çıkmasında hiçbir sakınca görmüyor musun?

-hayır?

-yani sence öylece çıkar ve gider mi?

-elbette!

-yani o boğazı yırtmaz, o gözleri karartmaz, öyle mi?

-pek tabii.

bardakları alıp mutfağa götürmek yerine mutfaktan çaydanlığı getirip bardakları doldurdum. çaydanlığı tekrar ocağa koyup altını yaktım.

-insanların aynı havadan nefes alıp vermesine karşın bunca farklı şeyler hissetmesi içeride.. ne bileyim.

-insanlarla neden bu kadar uğraştığını kavrayamıyorum. onları, bizi, sevmediğini söyleyip duruyorsun. ama onların sevgisini de istiyorsun, ilgisini de. yine de aşağılamaktan geri duramıyorsun. bunu neden yapıyorsun? insanlarla neden barışmıyorsun?

-bunu bilmiyorum. kendime bunları defalarca söyledim. bu içimdeki kızgınlık belki de gerçekten sevilmediğimdendir. neden sevilmiyorum ki...

-sevilmeyeceğine kendini inandırdığın gibi "insanlar"ı da inandırıyorsun çünkü. sana yaklaşmanın ne kadar zor olduğunun farkında değil misin? insanları korkutuyorsun!

-sigara ver.

-bitti.

5 Eylül 2013 Perşembe

Balkon.

O gün "Elif hiç gitmesin!" diyerek uyanmıştım.
Gözümü açtığımda Elif'in gidecek olmasının ağırlığını hissettim sanırım. Elif orada uyusun mesela ben çayı demlerken. Elif mahmur mahmur yatağını toplasın ve "Niye dürtmedin beni?" diye sorsun. Elif kahvaltısını bitirmeden ben sigara yakayım. Uzun uzun konuşalım. Ya da o anlatsın. Arada bir dalsın gözleri. Bekleyeyim. Devam edeceğini bileyim misal. "Ya da..." diye başlayan cümlelerini "bilmiyom" diye bitirsin. Elif güldüğünde gerçekten mi gülüyor yoksa içindeki acıyı perdelemeye mi çalışıyor anlayayım yüzünden. İçeride olsun Elif. İstanbul'a yerleşmezden evvel geldiklerimde hep yattığım yerde uyusun, bileyim. Benim yaptığım gibi bir müddet ışıkları, sonra gökyüzündeki bembeyaz martıları seyrettiğini düşünüp gülümseyeyim. En sevdiğim arkadaşılarımın yanına götüreyim Elif'i, onu seveceklerini bile bile izleyeyim onları, "ne güzel manzara bu böyle!" diye keyifleneyim.

İnsanın güzel parçaları oluyor. Başka bir kelimeyle ifade edemiyorum, Elif benim parçam. En güzellerinden biri.
Keşke gitmek hiç olmasa, ya da hep "birlikte" olsa.


Kothbiro by Ayub Ogada on Grooveshark

4 Eylül 2013 Çarşamba

Sitem yok, sitem yok.

Ödü kopuyor mutlu olacak diye.
Yazar çizer tayfası bunlar, boş işler.
Boşuna okumuyorsun ya bu kitapları, entelektüel kimliğin için bir doğu dili öğren.
Benim suçum neydi?
Ateşin var mı?
Açılım süreciyle ilgili kişisel fikirleriniz neler?
Şeftali yer misin?


Cevap aradığım sorular bunlar. Diyaloğun devamı için hayati önem taşıyor. Şeftali yerim soyarsanız, dokunamıyorum da. 



"İstediğim denizi yazmak. Zümrütlerin, gökyakutların sabrını; ağaçların tarihsizliğini... Bir tek kıyısını kavrayabildiğimiz, anlamını ancak bir tek kıyısıyla kurduğumuz denizin öyküleri yoktur bir kara adamı için. Yolculuklara, ister gerçek ister düşsel olsunlar, yakıştırdığımız son, öbür kıyıda bitse bile, deniz gene tek kıyılıdır, üzerinde yaşayıp çalışan biri olmadıkça. Deniz, kara adamının yalnız sınırlarını kaldırışını değil, sınır düşüncesini içinden çıkarıp atıvermesidir. Her şeyin bir aradalığının bir yerde başlaması ya da bitmesidir. İstediğim, denizi yazmaktı. Her şeyin bir aradalığına yenik düşeceğimi bile bile." 

Ethem Razi'nin D.H.A.'ya yazdığı mektup. Öldürsenize beni. Öldürün beni ya.

Sonra bu Panait Istrati'nin Akdeniz kitabını elime kim verdi!


3 Eylül 2013 Salı

Bir takım işler.

Sahiplik ekinin güzelliği çok nadirdir. Onu o kadar çok seviyorum ki ismimim sonuna getirdiği -im eki güzelleşiveriyor. Güller açıyorum.

Bir adamın en saf hali heyecanlı olduğu zaman mıdır? Yalnızca yazdıklarını okuyorum. Zihninin karmaşasına beni karıştırıyor. Oradan oraya koşuşturup duruyoruz. Yıllardır tanıdığım bu adamın bir çok güzel halini gördüm, sanırım en güzeli bu. Arada bir bana "aferin!" diyor. Gülümsüyorum.

Kafasının içindeyiz. Sahnelerini birleştiriyoruz. Biz, değil aslında. O yapıyor, bense ona bakıyorum, yüzümdeki gülümseme hiç kaybolmadan. O bir takım olayları gözünde canlandırmaya çalışırken, ben onun yanımda anlattığı halini canlandırıyorum. Gözlerinin içi gülüyor. Elleri ordan oraya gidip geliyor. Görebiliyorum.

Çoğu zaman düşünmeden yazdıklarımın üzerine düşünüyor o. Kendimden uzaklaşıp kendime yakınlaşmaya çalışıyorum. Bir hayalden oluşan kelimeler ete kemiğe bürünüyor. O anda kendim bir yabancı oluveriyorum kendime. Biri. Bir kadın.

Hayat.

25 Ağustos 2013 Pazar

Kafamın içinden sevgilerle...

Markete gidip sigara almak istiyorum. Markete gitmek istemiyorum. Sigara içmek istiyorum. İki dal içtim uyanır uyanmaz. Kahvaltı etmeliyim. Hiçbir şey hazırlamak istemiyorum. Yemek istiyor muyum? İstiyorum. Kendimi böyle sıkmakla ne elde edeceğim? Bilmem. Kafamı toparlayamıyorum. Çünkü sigara içmek istiyorum. Çok fazla acı var. Çok fazla. Neden ölüyor bu insanlar. Neden öldürüyorlar onları? Nefes almakta zorlanıyorum. Çünkü sigarayı çok içiyorum. Çünkü sigara içmek istiyorum. Kendimi terkedilmiş hissediyorum. Kimsem yoktu daha önce de. Neden böylesi çaresiziz? İnanç. İnancın varlığı da sorun yokluğu da mı. İnanç. Neyim ben. Bir etiketim olmalı. Herkesin vardır. İnanç. Kahveyle başlamak güzel olurdu. Böylece kafamı bir nebze olsun toparlarım. İnanç. Çok fazla ses var. Evet kafamın içinde. Bana ne oluyor böyle. Hiçbir şey. Tam olarak h i ç b i r ş e y  . Tanrım. Tanrım. 



19 Ağustos 2013 Pazartesi

Garcia Lorca'ya Güzellemeler

Güzel bir adam gördüğümde onu tanırım. Onu tanırım. Gözlerine bakmam yeterli olur.
Bugün, 19 Ağustos. 1936'da İspanya'da faşistler tarafından katledilen o güzel adamın gözlerine bakıp şiirler okuyorum. Ne şiirler. İçime umut doluyor.

Faşizm iğrenç birşeydir. İçinizi yoklayın, herhangi bir grup insana, herhangi bir sebepten dolayı, nefret duyuyor musunuz, duyuyorsanız onu yok edin, faşizm sizi yok etmeden siz o nefreti yok edin.

Akşamın Ninnisi

Ninni söylüyor akşam,
portakallara.

Kız kardeşim şarkı söylüyor:
Dünya bir portakaldır.

Ay ağlıyarak diyor:
Bir portakal olmak istiyorum.

Olamaz kızım,
pembeleşsen de.

Olamaz dönsen bile
küçücük bir limona.
Yazık!

Federico Garcia Lorca



Federico Garcia Lorca'ya Yanık Şiir / Pablo Neruda

Issız bir evde, / Korkudan ağlayabilseydim; / Gözlerimi çıkarabilsem de,
Yiyebilseydim; / Senin sesin için yapardım / Bunları,
Yaşlı portakal ağacı sesin; /Senin şiirin için yapardım
Bunları, /Çığlık çığlığa fışkıran şiirin. /Baksana,
Maviye boyuyorlar hastaneleri, /Senin için;
Kıyıdaki kenar mahalleleri / Ve okullar,
Senin için büyüyorlar; /Tüy salıyorlar, /Yaralı melekler;
Pullar örtünüyor, / Düğün balıkları; / Deniz kestaneleri,
Göğe uçuyorlar; / Siyah tülleriyle terzi dükkanları:
Kanla doluyorlar, kaşıklarla, / Senin için; / Ve, /Yutuyorlar,
Yırtılmış kurdeleleri; /Öz canlarına kıyıyorlar, /Öpüşe öpüşe;
Ve ak sadeler giyiniyorlar. /Bir şeftali ağacı /Giyinip de,
Kuş gibi seğirtirken sen; /Kasırga gibi fırıl fırıl,
Bir pirinç gülüşüyle gülerken; /Türküler çağırdığında;
Allak bullak ederken, / Atardamarlarını, /Dişlerini, gırtlağını,
Parmaklarını; /Vay ne şirindin, /Kahrolurdum ben
Kahrolurdum ben / Kızıl göller için: / Güz ortasında bir şahbaz at
Ve kana belenmiş bir tanrıyla, / Beraber yaşadığın.
Kahrolurdum ben, / Mezarlıklar için: / Gece, sesi kısılmış
Çanlar arasından, /Suyla, mezarlarla küllenmiş
Nehirler gibi geçen; /Nehirler: /Hasta asker koğuşları sanki,
Tıklım tıklım dolu; /Ve matem yağlı ölüme,
Çürük taçlı mermer şifreli ölüme, /Nehir nehir gelen ölüme doğru;
Birdenbire taşıveren nehirler. /Gece, ayakta, ağlaya ağlaya,
Boğulmuş çarmıhların geçişini / Seyrederken sen;
Kahrolurdum seni görmek için: / Bak,
Ölüm nehrinin önünde ağlıyorsun / Perperişan;
Garip kalmış köşelerde başın, /Durmaz ha, durmaz gözlerin
Ağlar yaşın yaşın. /Gece ve çıldırasıya yalnız,
Külleri ısıra ısıra; /Dumanı, gölgeyi, unutmayı:
Siyah bir huniyle yığabilseydim, / Trenlerin, gemilerin üstüne;
Filizlendiğin ağaç için, /Yapardım bunları, /Topladığın,
Yaldızlı su yuvaları için; /Sarmaşık için, /Yapardım bunları;
Gecenin sırrını sana ileterek, /Kemiklerini saran
Sarmaşık için. /Islak soğan kokusu gelen
Şehirlerden, /Seni bekliyorlar; /Boğuk bir sesle, /Şarkı söyleyerek
Geçesin diye. /Yeşil kırlangıçlar, /Saçlarının arasına yapıyorlar,
Yuvalarını; /Dilsiz sperma sandalları, /Peşin sıra geliyorlar;
Sümüklü böcekler, haftalar, /Yelkenleri düşürülmüş serenler,
Kirazlar da, /Dönüveriyorlar ossaat: /Gözükünce solgun başın,
On beş gözlü başın, /Al kan içindeki ağzın. /Şehrin otellerini,
İsle doldurabilseydim; /Hıçkıra hıçkıra, /Yok edebilseydim
Çalar saatları; / Ezik dudaklarıyla yaz ayı, /Evine nasıl gelecek,
Göreyim diye /Yapardım bunları; /Yığın yığın insanların,
Melil mahzun tantanalarıyla /Ülkelerin,
İşlemez sabanların, /Gelincik çiçeklerinin; /Mezar kazıcıların, süvarilerin,
Kanlı haritaların, gezegenlerin, /Evine nasıl geldiklerini
Göreyim diye; /Yapardım bunları. /Küllerle örtülü dalgıçların,
Uzun bıçaklarla delik deşik olmuş /Meryem Ana tasvirlerini
Sürüte sürüte gelen maskelerin; /Damarların, köklerin, hastanelerin,
Karıncaların, su gözelerinin, /Evine nasıl geldiklerini
Göreyim diye; /Yapardım bunları. /İçine kapanmış atlının
Örümcekler arasında öldüğü / Bir yatakla,
Gecenin; /Kinden, dikenlerden bir gülün, /Sarıya çalan bir geminin,
Rüzgarlı bir günle, bir bebeğin; /Evine nasıl geldiklerini
Göreyim diye: /Yapardım bunları.
Ben, Oliverio, Norah, /Vicente Aleixandre, Delia, /Maruca, Malva, Marina,
Maria Luisa, Larco, La Rubia, /Rafael Ugarte, Cotapos, /Rafael Alberti, Carlos,
Manolo Altolaguirre, Bebé, /Molinari, Rosales, Concha Méndez,
Ve daha da unuttuklarım; /Evine nasıl gelecektik, /Göreyim diye
Yapardım bunları. /Gel de taçlar takayım,
Gel, sağlık esenlik delikanlısı, /Gel, kelebek kıravatlı civan;
Sen ey, /Sonsuz hür siyah bir şimşek gibi: /Pırıl pırıl insan;
Madem, geç vakitlere dek, /Kalınamıyor daha kayalıklarda;
Bari aramızda konuşalım, /Gel, /Şöylece bir, olduğumuz gibi;
Çiğ için olmadıktan sonra, /Şiirlerde n'olacak yani?
Bir ağu hançerin, / İçimize işlediği bu gece için
Olmadıktan sonra; /Şiirlerde n'olacak yani? /Bu tan kızıllığı için,
Olmadıktan sonra; /İnsanın vurulmuş yüreğinin,
Ölüme hazırlandığı, /Şu viran köşe için olmadıktan sonra
Şiirlerde n'olacak yani? /En çok gece, geceleyin:
Kıyamet gibi yıldızlardır, /Dolmuşlar hepten ırmağa;
Bir kurdele gibiler, /Fakir fukara dolu evlerin /Pencerelerindeki..

Bir ölen var, /Onların evlerinde; / Bürolarda, hastanelerde belki,
Belki asansör ve madenlerde, / İşlerinden oldular.
Onulur şey değil yaraları, /Yaratıklar, /Acı çekiyorlar.
Her yanda dert yanış, /Her yanda, /Vay şuymuş vay bu;
Pencereler, /Göz yaşıyla dolu, /Aşınmış eşikler,
Göz yaşından; /Yüklükler ıslak, /Bir dalga gibi
Halıları dişlemeye gelen /Göz yaşından,
Oysa ki yıldızlardır akar /Uçsuz bucaksız bir nehirde.
Federico, /Dünyayı görüyorsun.
Yolları görüyorsun, /Sirkeyi görüyorsun;
Birkaç ayrılıştan, /Taşlardan, raylardan gayrı,
Kimseciklerin kalmadığı, /Köşeden: /Duman ha deyince,
Zalim tekerleklerine; /Hoşça kalları görüyorsun, /İstasyonlardaki..

Her yanda, sorunlar koyuyorlar, /Çeşit çeşit insan var:
Kanlı bıçaklı kör var, /Öfkelisi, ümitsizi var,
Yoksul var, tırnak ağaçları var; /Şunun bunun sırtından,
Geçinmek sevdasıyla; /Harami var.

Hayat böyle, Federico, /Ey babayiğit,
Ey kara sevdalı adam. /Sana, /Dostluğumun sunabileceği şey
İşte bunlar.. /Sen de epeyce şey biliyorsun
Şimdiden. /Yavaş yavaş, daha da,

Öğreneceklerin var.


Federico Garcia Lorca İçin Üç Şiir / Turgut Uyar

Ah işte her şey orda...
Ben severim omuzlarımı bir gün
Sırmaları, apoletleri olmasa da.

Ben severim omuzlarımı bir gün
Göçen bir maden direğinin altında

Su akar kendir tarlalarından
Ah her şeyim...
Ben severim omuzlarımı bir gün
Savaşta bir başka omuzun yanı başında
Yatakta bir ince omuzun yanı başında

Yol uzun, hava sıcak
Kırbaçlarım atımı varırım Kurtuba ya...

İndiğini görürsem bir gün sığırcıkların
ve sürüler halinde,ovaya
İnsanların dünyayı bölüştüklerini hatırlarım
Bir gün daha...

Sevişirim ölürüm, savaşırım ölürüm
Doldururum çantama kara ekmek ve peynir
Varırım Kurtuba ya...
"saat beşte
akşamleyin"

Ah ellerim ve kalbim
Her şey orada kaldı.
Keçeler keçeler ve portakallar
Kireç döktüler yere. Kara gözlüm, kalbim,
Halkımın fakir akşamlarıdır, biliyorum
Kanlı bir mendil diye bağlanan gözlerime
Kireç döktüler yere,
Bir duvarın dibinde
Bir deppoy un önünde
Kiraz ağaçlarına ve sığırcıklara karşı
.......
Bir halkın gösterişsiz, sessiz cömertliğinde
Ölüm nasıl söylenirse öyle
İspanyol dilinde
ve her dilde...

obra
completas

Artık kat iyen biliyoruz;
Halk adına dökülen kan
Sapı güldalı güzelliğinde bir bıçaktır.
Dişlerin arasında...
İspanya da

ve her yerde...


şiirler: epigraf.fisek.com.tr , antoloji.com

17 Ağustos 2013 Cumartesi

Ölülerin gölgesi olmaz.


İnsanlar ölüyordu, biz sigara içiyorduk.
İçiyorduk çünkü bırakmıştık, Tom amca böyle buyurmuştu.

Kaçmaya çalışmak biraz da yakalanmayı ummaktır. Böyle düşününce insan olduğu yerde kalıyor. Bakın bana.. Sonra değişti herkes. Pekala. Hiçbir şey değişmedi, değişmiş gibi görmek hoşuma gitti.

Sabahları uyandığımda günleri karıştırıyorum. Pazar mı bugün, sonuçları açıklamışlar mıdır?
Hayır. Kimse pazar sabahı gidip de, meraklanıyordur bu insanlar, sonuçları açıklayayım bari demez, dahası bugün pazar değil.

Korkulu rüyam haline gelen bu bekleyiş benim biricik uykularımı kaçırıyor.
Belki de kahvedendir.
Belki de sigaradan.
Düşük bir ihtimalle Feyyaz da olabilir. Canım.

İnsanlar ölüyor. Ben bir sigara içene kadar bir adam gidip o caminin kapısına asılan listedeki ölüler arasında kardeşinin ismini görebilir. İçeri girip onun cansız bedenine sarılıp gözyaşı dökebilir. Rabbine birşeyler söyleyebilir. Biliyor mudur, kardeşini öldürenlerle aynı rabbe iman ettiğini. Peki ya soruyor mudur rabbine neden izin verdi diye. Sonra o rab, duyuyor mudur bunları?

İnsanlar öldü. Müslümanlar da, Hıristiyanlar da, Yahudiler de. Ortak özellikleri insan olmalarıydı.
İnsanlar insanları öldürdü.
N'olur durun artık.
Durun.

15 Ağustos 2013 Perşembe

Yusuf nefes nefese...

Yusuf nefes nefese içeri girip "Polisler peşimde!" diye bağırıyor.
Yatağımda bir an doğruluyorum şiddetle. Sonra kendimi tekrar uykuya bırakıyorum.

Yusuf nefes nefese içeri girip "Polisler peşimde!" diye bağırıyor. Ona dönmeden çünkü artık fazlasıyla alışmış olduğum bu durumdan sıkıldım, "Yusuf onlar senin mesai arkadaşların seni eve bıraktılar, sen de bir polissin Yusuf" diyorum, sakince. O kadar sakinim ki..

Hayır hayır Yusuf bir polis olamaz, ben polisleri sevmem.

Yusuf nefes nefese içeri girip "Polisler peşimde!" diye bağırıyor.
"Şşşş!" diye karşı çıkıyoruz üçümüz birden. Dün geceki çatışmada yaralanan Funda henüz uyuyabilmiş, uyanmasını istemiyoruz.

70'leri yaşamak için yeterli bilgim yok, komünist değiliz, biz 90'ların çocuklarıyız.

Yusuf nefes nefese içeri girip "Polisler peşimde!" diye bağırıyor.
Siktir git! diye böğürüyorum Yusuf'a. Yeter! Uyumak istiyorum. Bir hikayenin kahramanı yazarına böyle işkence etmez!
Siktir git!

14 Ağustos 2013 Çarşamba

"Lâleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız"



Kahve yaptım.

Bu kötüye işaret. Günün bu saatinde kahve benim için bir keyif değildir. Hayır ben geceleri severim. Kahveyi geceleri içerim. Tıpkı sigara gibi. Ne yemek yapsam?

Havanın sıcaklığı, tokat etkisi yaratan bu boşluk, bir takım filmler, bir takım trenler ve dahası sonrası olmayış, bir diyalektik kurmak için çabalayışım, tez bulsam antitezsiz kalışım, güneş ışığı altında içilen sigaralardan tiksinişim ve tabii kendimden tiksinişim ve tabii herkesten tiksinişim. Noktasız kalayım! Ama bir bilsem keşke bir ay sonramı, nerede ne yapıyor olacağımı. Bir bilsem.

Hayaller görüyorum. Hayaller kurmuyorum, hayaller görüyorum. Bir takım kimseler. Yusuf mesela. Hayır şimdi bundan bahsetmeyeceğim. Sonra...

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Sabah Halleri


"Bir yandan küreselleşme, diğer yandan da yeni-toplulukçuluk, tutumlarımızı ve rollerimizi ele geçirmeye başladığında, birer özne, yani kendi kendine dayalı bir kendi kendinin bilincini edinebilecek ve ortaya koyabilecek varlıklar olarak -ki bu, özneyi başkalarının benim hakkımdaki imgelerinin içselleştirmesiyle oluşan benden ve hatta bireyin herhangi bir arayış içinde olmayan kendi kendisi olgusundan ayıran şeydir-, kendi içimizdeki birliği aramaya yöneldik. Birey ya da grup, sıradan birtakım davranışların üzerine kurulduğunda özne olmaz. Özne, özerkliğini ve neyse o olmak ve öyle kabul edilmek için kendini bütün bir varlık olarak algılama ya da en azından bu yolda mücadele verme becerisini tehdit eden saldırılara karşı kendini savunduğunda, daha güçlü ve kendinin daha bilincindedir." 
 -Alain Tournie - Bugünün Dünyasını Anlamak İçin Yeni Bir Paradigma

Uyanmak tuhaf. Sekiz saat hiç açmıyorsun gözlerini ve sonra bir anda açıyorsun ve bitiyor uyku. Uykuya olan bağımlıktan hep rahatsız olmuşumdur. Uyumaya verilen vakitlerde ne çok şey yapabilirdim, diye düşünüyorum bazen. Heme gece-sever bir insan oluşumun da etkisiyle, bir uyku düzeni yaratabilmek için epey uğraştım diyebilirim. Sonuç: hayır olmadı. İnsanın zorunlukları, gece uyuyup gündüz yaşayan bir toplum tarafından belirlenmiş zorunlulukları özgürlük alanını bir hayli sınırlıyor. Bu tuhaf bir bencillik ya da gelişmiş bir bireysellik duygusundan ileri gelen bir duygu mu? Toplumun diğer fertleri -yani ben olmayanlar- de özgür olsunlar. O zaman işler yürümez, yürümesin.

Bazen uyandığımda kendinle konuşur buluyorum kendimi. Ya da bir konu hakkında kafa yorarken. Bunun uyanır uyanmaz başlaması mümkün değil, bir öncesi olmalı. O halde uyurken akla gelen şeyler.. Uyumak üzerine yazılan şeyleri sever buluyorum bu noktada kendimi.

Edebiyattan bir hayli uzaklaşmış geçirdiğim son iki ayda kendime uzaklaşmış hissetmem çok normal. Edebiyat beni kendime, dolayısıyla yaşama bağlayan bir uğraş. Ama yine de sabah kalkıp Modernleşen Türkiye Tarihi'ne kaldığım yerden devam ediyor, sonra da Touraine'in Bugünün Dünyasını Anlamak İçin Yeni Bir Paradigma kitabını karıştırmaya başlıyorum. Bunları yatağımı topladıktan sonra yapıyorum. Camın hafif arasından gelen esintiye yol sesleri eşlik ediyor bir tek. Ev halkından ses gelmiyor şimdilik. Üst katta olmanın güzelliğini yaşıyorum.

Yine de içimde oluşan bu eksikliğin ve boşluğun bir roman olduğunun farkındayım. Cesaret edip de Orhan Pamuk'un babamın kitaplığından çıkıp da benim kitaplığımda dinlenen Cevdet Bey ve Oğulları romanına başlayamıyorum. Bir hayli kalın ve burada bulunduğum süre içinde bitmesi mümkün değil. Başka birşeyler.

Hayır! Dur!

Girmem gereken bir sınav bir de mülakat var. İçim el vermiyor. Hayır, başarısızlıktan korkmuyorum, pişman olup da "bekleseydi ya o roman n'olurdu" demekten çekiniyorum.
Bu yüzden bu ay sonuna kadar bu şekilde devam edeceğim.

Böyle...

6 Ağustos 2013 Salı

Kışa Övgü



İnce bir müzik eşliğinde taze çekilmiş kahvenin sütsüz sertliğine kendini bırakan somurtkan bir kadının görüntüsünü pencere camından görüyorum. Niçin somurtuyor? Çünkü eksiklikleri tamamlamaktan aciz. Bu acziyet bilinenin aksine, ya da kullanılagelenin diyelim, gerçek bir acziyet. Görüntüdeki kadının yazlarla arası hiçbir zaman iyi olmadı. Sonbaharın o serinliğinin ve belki yağmurunun eşliğinde çektirseydi o kahveyi, ya da kendisine kakaolu kek pişirebilseydi, o müzik dünyanın en güzel müziği olurdu, o kahve enfes... Fakat kahveyi içerken ter döküyor oluşunun, bıraksın kek yapmayı fırının yanına bile yaklaşamıyor oluşunun sorumlusu yaz, kusursuz güneş, işte böyle bir somurtuşa sebep oluyordu. Apaçık bir çirkinlik görülüyordu yansımasında.

Oysa karlı yolları da bir hayli severdi. Kardaki ayak izlerini severdi, kar kokusunu, kar soğuğunu, karın zifiri karanlık gökyüzünü aydınlatışını severdi. Çatıdan sarkan buzları kırmayı severdi. Ellerinin kardan kızarmasını yine de kar topu yapmak isteyişine engel olmayışını severdi. 

Sıcacık yatağından çıkmak istemeyişle, yatakta sıcaktan bayılmak farklı şeylerdi ve bu kadın, hani az önce pencere camından yansıması görülen, bu farklılığı katlanılmaz buluyordu. Yağmur duasına, sonunda sel olsa dahi çıkabilecek kudreti hissediyordu. 

Kışa yazılan övgülerin en güzelini yazmak için düşünmeye koyuldu sonra. 

1 Ağustos 2013 Perşembe

Köpek ve hayatlarımız

Çünkü adam konuşmamı istiyor. Çünkü ben konuşmak istemiyorum ve hemen yanı başımda bir köpek uyuyor. Köpeğe bakıyorum. Bir korna sesiyle irkilmesi bir insan gibi. Gerinmesi, uyanacak gibi oluşu, sonra kafasını tekrar -sanki bir insanın diyelim ki yastığına- yerleştirmesi beni şaşırtıyor. Daha önce hiç köpek görmediğimi düşünenler olacaktır elbette fakat saçmalamayalım elbette bir köpek gördüm. Ama daha önce bir köpeğe bakmamış olabilirim. Ona baktım. Uzun uzun baktım. Kafamın içinde bir kapı açılıp Yusuf içeri dalıyorken ben köpeğe bakıyordum, ve hayır Yusuf kapıyı açmamalısın hatta içeri dalmamalısın, kafamın içinden defolmalısın Yusuf çünkü bu başka bir hikaye ve sen buraya ait değilsin. Köpekle Yusuf'u karıştıracak gibi olurken kendimi yazdığı kahramanlarla kavga eden bir yazar gibi duyumsayıp yüzümü buruşturuyorum. Çünkü alt tarafı bir köpek insana benziyor ya da bir çok insan yanı başımda uyuyan köpeğe benziyor diye ve Yusuf zırt pırt kadraja girip "Polisler peşimde!" diye anırıyor diye yazar olmuş sayılmam.

Hayır.


30 Temmuz 2013 Salı

Şarkısız Gecelerin İlki


Bilge'li bir gece olsun bu o zaman. Şarkısız olsun. 

Şarkısız Gecelerin İlki. 

16 Temmuz 2013 Salı

Sevgili Franz,

 Aşağıda romanının bir bölümü var. Kaç kere okursam metnin bütün sırrına vakıf olurum? Bir çok kere denediysem de hala kendimi tam anlamıyla başarılı hissetmiyorum. Tavsiyene ihtiyacım var.  
Sevgiler..
Senin, Elif. 


Franz Kafka-Dava
Dokuzuncu Bölüm

....


"Adaletle uğraşanlar arasında bulunmaz birisin. Bir çoğunu tanırım, hiçbirine senin kadar güvenmiyorum. Seninle açıkça konuşabilirim."
"Yanılgıya düşme," dedi rahip.
"Ne konuda yanılıyor olabilirim ki?" diye sordu K.
"Adalet konusunda yanılıyorsun," dedi rahip. Yasanın giriş kısmında bu yanılgı konusunda şöyle denir:
"Yasa önünde nöbet tutan bir bekçi vardır. Taşralı bir adam bir gün ona gelip yasaya girme izni ister. Ancak bekçi, o anda izin veremeyeceğini söyler. Adam düşünür ve daha sonra girip giremeyeceğini sorar. 'Belki' der bekçi, 'ama şimdi olmaz.' Bekçi, her zamanki gibi açık duran kapının önünden çekilir ve adam içeriye bakmak için eğilir. Bunu gören bekçi güler ve şöyle der:

'Madem ki girmeyi bu kadar çok istiyorsun, beni aşarak içeri girmeyi dene bakalım. Ama bil ki ben güçlüyüm. Üstelik bekçilerin en küçüğüyüm. Her bir salonun girişinde git- gide daha güçlü bekçilere rastlayacaksın. Üçüncüsünden itibaren, onların görüntüsüne ben bile katlanamıyorum.' Taşralı adam bunca zorluk çıkacağını beklememiştir. Yasanın herkese her zaman açık olduğunu sanmıştır. Oysa şimdi, bekçiyi daha iyi inceledikçe, onun kürkünü, kocaman sivri burnunu ve uzun, seyrek ve Tatar tarzı kara sakalını gördükçe, girmesine izin verilinceye dek beklemeye karar verir. Bekçi ona bir iskemle verip kapının yanına oturtur. Adam günlerce, yıllarca oturur.
İçeri girme iznini koparabilmek için girişimlerini sürdürür ve yalvarışlarıyla bekçiyi yorar. Bekçi arada bir onu küçük sorgulamalara tabi tutar, köyü ve daha bir sürü konu hakkında sorular sorar, ama bunlar büyük toprak ağalarının sorduğu türden suya sabuna dokunmayan sorulardan ibarettir ve her sorgunun sonunda, içeri girmesine izin veremeyeceğini söyler. Yolculuk için yanında çeşitli malzemeler bulunduran adam, çok değerli olsalar da, bekçiye rüşvet vermek için hepsini kullanır. Bekçi her şeyi alır, ama bir yandan da, 'Sırf bir şeyleri ihmal ettiğini sanmayasın diye kabul ediyorum' der. Adam, yıllar boyu beklerken sürekli olarak bekçiyi inceler.

Diğer nöbetçileri unutur, onun Yasa'ya girmesine izin vermeyen ilk ve tek kişi olduğunu düşünür. İlk yıllarda, talihin zalimliğine yüksek sesle lanetler okur. Sonraları, yaşlandıkça, homurdanmakla yetinir. Çocuklaşır ve bekçiyi incelediği uzun yıllar boyunca, sonunda kürkünün yakasındaki bitleri bile tanıdığı için, onlardan bekçiyi yumuşatmasına yardımcı olmalarını rica eder. Sonunda gözleri zayıf görmeye başlar ve etraf gerçekten karanlık mı, yoksa gözleri mi onu yanıltıyor, bilemez hale gelir. Şimdi de, karanlığın içinden, durmadan parlayan bir ışık seçmektedir. Artık ölüme yaklaşmıştır. Ölmeden önce, beyninde toplanan tüm anıları, bekçiye henüz sormadığı bir soruya dönüşür. Kaskatı kesilen bedenini doğrultamadığı için de, bekçiye yanına gelmesi için bir işaret yapar. Bekçi üzerine iyice eğilmek zorunda kalır, çünkü aralarındaki boy farkı alabildiğine değişmiştir. 'Daha ne öğrenmek istiyorsun? Bir türlü doymak bilmiyorsun' der. 'Herkes yasayı öğrenmek istediği halde, nasıl oluyor da uzun süredir benden başka hiç kimse içeri girmek istemedi?'
Bekçi adamın hayata veda etmek üzere olduğunu görür ve kaybolan işitme duyusuna ulaşabilmek için kulağına gürler: 'Bu kapıdan girme hakkı yalnız sana tanınmıştı, bu giriş sırf senin için yapılmıştı. Ben artık gidiyorum, kapıyı da kapatıyorum.'"

"Demek bekçi adamı aldatmış," dedi K. hemen. Konu ilgisini çekmişti.
"Yargılamak için acele etme," dedi rahip. "Yabancıların fikirlerini düşünmeden benimseme. Ben sana yazılanları anlattım. Orada adamın aldatıldığı söylenmiyor."
"Ama bu çok açık," dedi K. "Bekçi gerçeği, iş işten geçtikten sonra açıklamış."
"Daha önce kendisine sorulmamış ki," dedi rahip. "Ayrıca unutma ki o yalnızca bir bekçiymiş ve bekçi olarak üzerine düşen her şeyi yapmış."
"Neden üzerine düşen her şeyi yaptığına inanıyorsun?" diye sordu K.
"Bence yapmamış. Görevi yabancıları uzaklaştırmak olsa bile, kendisi için yapılmış giriş kapısından adamın geçmesine izin vermesi gerekirdi."
"Metne yeterince saygı göstermiyorsun," dedi rahip. "Öykü içinde, Yasa'ya giriş konusunda bekçinin iki önemli açıklaması var, biri başında, diğeri ise sonunda yer alıyor. İlkinde, adamın o an ; girmesine izin veremeyeceğini söylüyor, ötekinde ise 'Bu giriş sırf senin için yapıldı' diyor. Bu iki açıklama birbiriyle çelişkili olsaydı, belki sana hak verebilirdim, o zaman bekçi adamı aldatmış olurdu. Ama çelişki yok. Tam tersine. Hatta ilk açıklama, ikincisinin habercisi. Bekçinin, adamın daha sonra içeri girme olasılığını göz önünde bulundurmasına izin vererek görevinin dışına çıktığı bile söylenebilir. Anlaşılan, o anda görevi sadece adamın girmesini engellemektir. Birçok yorumcu, bekçinin bu tür bir imada bulunmasına hayret etmiştir çünkü o, kesinlikten hoşlanan biri gibi görünmekte ve görevini titizlikle yapmaktadır. Uzun yıllar boyunca, yerinden ayrılmadan gözetlemiş ve kapıyı ancak en sonunda kapatmıştır. Görevinin önemli olduğunun bilincindedir; 'Ben güçlüyüm' der ve 'Bekçilerin en küçüğü benim' sözlerinden de üstlerine karşı saygılı olduğu anlaşılır. Geveze değildir; metinde de belirtildiği gibi, yalnızca suya sabuna dokunmayan sorular sorar. Açgözlü değildir; armağanları alırken, 'Sırf bir şeyleri ihmal ettiğini sanmayasın diye kabul ediyorum' der. Görevini yerine getirirken ne duygusal olarak etkilenir ne de öfkelenir; oysa metinde adamın bekçiyi yorduğu söylenmektedir. Son olarak da, dış görünüşü bilgiç kişiliğinin habercisidir; kocaman sivri bir burnu ve uzun, seyrek, Tatar tarzı kara sakalı vardır, bundan daha sadık bir kapıcı bulunabilir mi? Ancak kişiliğinde, giriş izni isteyen kişinin yararına olan özellikler de vardır. Az önce de söylediğim gibi, taşralının ileride Yasa'ya girebileceği imasında bulunması bunu açıklamaktadır. Onun biraz saf ve gururlu olduğu -ki bu da saflıktan kaynaklanır- yadsınamaz. Görüntüsüne bile katlanamadığını belirttiği diğer bekçilerin ve kendisinin gücü konusunda söyledikleri her ne kadar doğru olsa da, bunu ifade etme şekli, saflık ve gururun bakış tarzını bulandırdığını göstermektedir. Yorumcular, bu konuyla ilgili olarak, bir şeyi anlarken aynı zamanda onun hakkında yanılmanın mümkün olduğunu söylüyorlar. Her şeye karşın, söz konusu saflık ve gurur belli belirsiz olsa da, bunların kapı bekçiliğine zarar verdiğini kabul etmek zorundayız. Bekçinin karakterinde boşluklar var. Yine de, kapıcının sevecen bir yapısı olduğunu eklemeliyiz. Her zaman resmi davranmıyor. Daha ilk baştan, adamı kendi savunmasını aşarak içeri girmeye davet ederek şakalaşıyor, sonra da onu kovmak yerine, metinde söylendiği gibi bir iskemle verip kapının yanına oturtuyor. Yıllarca adamın ısrarlarına sabırla katlanması, ayrıca sorduğu sorular, kabul ettiği armağanlar ve bizzat kendisinin temsil ettiği kötü rastlantıya onun lanet okumasına cömertçe izin vermesi de, acıma duygusuna sahip olduğunu gösteriyor.
Herkes böyle davranmazdı. En sonunda da, adamın işaret etmesi üzerine, son sorusunu sormasına olanak tanımak için onun üzerine eğiliyor, değil mi? 'Doymak bilmiyorsun' sözlerinden başka sabırsızlık işaretine rastlanmıyor. Üstelik, bekçi o anda her şeyin sona erdiğini biliyor. Bazı kişiler yorumlamada biraz daha ileri gidip, bu sözlerin aslında hafif bir küçümseme içerse de, dostça bir hayranlık belirtisi olduğunu söylüyorlar.
Sonuçta, bekçinin kişiliği senin düşündüğünden çok farklı görünmekte."
"Sen bu öyküyü benden daha iyi ve çok daha uzun süredir biliyorsun," dedi K.
Bir süre sustular, sonra K., "Demek ki sen, adamın aldatılmadığını düşünüyorsun, öyle mi?" diye sordu.
"Söylediklerimi yanlış anlama," diye yanıtladı rahip. "Ben sadece çeşitli görüşleri sunmakla yetiniyorum. Yorumları çok fazla önemseme. Metin değişmez, yorumlar ise çoğunlukla yorumcuların hissettiği umutsuzluğun ifadesinden ibarettir. Hatta bu vakada, aldatılanın bekçi olduğunu ileri sürenler bile var."
"Bu kadarı da fazla," dedi K. "Peki bunu nasıl kanıtlıyorlar?"
"Gerekçelerini, kapıcının saflığına dayandırıyorlar," dedi rahip.
"Yasa'nın içeriğini değil de, yalnızca kapının önünde gidip geldiği yolu bildiğini söylüyorlar. İçerik hakkında edindiği fikri çocuksu buluyorlar ve adamı korkutmak istediği şeyden çekindiğini, hatta ondan çok daha fazla çekindiğini düşünüyorlar, çünkü korkunç bekçilerden söz edildiği halde adam yine de içeri girmek istiyor, kendisi ise istemiyor, en azından bunun sözü geçmiyor. Başkaları ise, onun Yasa'ya hizmet ettiğini ve anlaşma ancak içeride yapılabileceği için, içeri girmiş olması gerektiğini söylüyorlar. Anca k buna şu yanıtı verebiliriz: Kendisi girmeden, içerden göreve atanmış da olabilir, hem zaten üçüncü bekçinin görüntüsüne bile katlanamadığına göre pek fazla uzağa gitmiş olamaz. Üstelik, adam yıllar boyu beklerken, kapıcının bekçiler hakkında söyledikleri dışında içerisi hakkında herhangi bir şey anlattığına da hiçbir yerde değinilmiyor. Bundan söz etmesi yasaklanmış olabilir elbet, ama bu da bir şey ifade etmiyor. Bütün bunlardan, gerek içerisinin görüntüsü, gerekse önemi hakkında bilgisiz olduğu ve bu konularda yanıldığı sonucu çıkıyor. Taşralı adam konusunda da yanılıyor, çünkü kendi düzeyi onunkinden daha düşük ve bunun farkında bile değil.
Onu küçük gördüğü pek çok şeyden anlaşılıyor, bunları sen de anımsıyor olmalısın. Ancak benim burada sana sunduğum görüş, aslında kendi düzeyinin daha düşük olduğunu açıkça gösteriyor. Her şeyden önce, özgür kişi bağımlı olandan üstündür. Adam gerçekten de özgürdür, nereye isterse gidebilir; yalnızca Yasa'ya girişi yasaklanmıştır, hem de bunu tek bir kişi, kapıcı yasaklamıştır. Kapının yanında bir iskemleye oturup ömrünü orada geçirir, ama bunu isteyerek yapar, öyküde buna zorlandığı belirtilmiyor. Bekçi ise görevi gereği yerine bağlıdır. İstese bile, ne uzaklaşabilir ne de görüldüğü kadarıyla içeri girebilir. Ayrıca Yasa’nın hizmetindedir ve hizmeti yalnızca bu kapıyla ilgilidir; demek ki bu adamın hizmetindedir, çünkü kapı sırf onun için yapılmıştır. Bu da ondan aşağı düzeyde olduğunu gösteren bir diğer unsurdur. Yıllarca -bir yaşam boyu- boş yere çalıştığını kabul etmek gerekir, çünkü bir adamın, olgun bir insanın geldiği söylenmektedir; yani, bekçi görevini yerine getirmek için uzun süre, canı istediği an çıkagelen adamın keyfine göre beklemek zorunda kalmıştır. Hatta görevi ancak, adamın ölümüyle sona erer, demek ki sonuna kadar ona bağlı olmuştur. Oysa metinden, bekçinin bundan habersiz olduğu anlaşılır. Yorumcular bunda şaşılacak bir yan görmüyorlar, çünkü onlara göre bir başka konuda, kendi mesleği konusunda çok daha büyük bir yanılgı içindedir. Öykünün sonunda, 'Artık gidiyorum ve kapıyı kapatıyorum' der. Ama başlangıçta, Yasa kapısının her zamanki gibi açık olduğu belirtilmiştir. Oysa kapı 'Her zaman', yani içeri alacağı adamın yaşam süresinden bağımsız olarak açık duruyorsa, bekçi onu kapatamayacaktır. Burada farklı görüşler ortaya çıkıyor. Bazıları, kapıyı kapatacağını söylerken bekçinin yalnızca bir yanıt vermek istediğini, bir kısmı görevini vurgulamak istediğini, diğerleri ise adamı son bir kez pişmanlık ya da üzüntüye boğmaya çalıştığını söylüyorlar. Ancak yorumcuların büyük bir bölümü, kapıyı kapatamayacağı konusunda birleşiyorlar. Hatta, en azından sonuna kadar, bekçinin bilgi açısından adamdan geri kaldığını, çünkü adamın Yasa kapısından çıkan parıltıyı gördüğünü, bekçinin ise görevi gereği kapıya sırtı dönük olarak durduğunu ve bir değişiklik fark ettiğini gösterecek bir açıklamada bulunmadığını düşünüyorlar."

"Doğrusu, gerekçeler sağlam," dedi, rahibin yaptığı açıklamaların bir kısmını alçak sesle tekrarlayan K. "Gerekçeler sağlam ve artık ben de bekçinin aldandığına inanıyorum. Ancak bu, şimdi edindiğim görüşle kısmen uyuşan ilk görüşümü geçersiz kılmıyor. Aslında, bekçinin her şeyi açıkça görüp görmediği pek önemli değil. Adamın aldatıldığını söylemiştim. Bekçi her şeyi açıkça görüyorsa, bundan kuşku duyulabilir; ama eğer yanılıyorsa, bu yanılgının adama da bulaşması gerekir. Bu durumda, bekçi aldatan biri olmaktan çıkar, ama saflığı nedeniyle hemen işten atılması gerekir. Unutma ki, içine düştüğü yanılgı kendisi için pek zararlı olmasa da, adam için çok zararlıdır."

"Karşıt görüşe değiniyorsun," dedi rahip. "Bazı yorumcular, aslında öykünün kimseye kapıcıyı yargılama hakkını vermediğini belirtiyorlar.
Bize nasıl görünürse görünsün, kendisi Yasa'nın hizmetindedir; Yasa'ya aittir; yani, insani yargıdan uzaktır. Bu durumda, onun adamdan aşağı düzeyde olduğuna da inanılamaz artık. Çünkü, görevi gereği Yasa'nın tek girişine bağlı olması, dünyada özgürce yaşayan adama karşı onu üstün kılmaktadır. Adam Yasa'ya ilk kez gelmektedir, bekçi ise zaten oradadır.

Onu görevlendiren Yasa'dır; bekçinin itibarından kuşku duymak, Yasa'dan kuşkulanmak demektir."
"Ben aynı fikirde değilim," dedi K. başını sallayarak. "Çünkü bu görüşü benimsersek, bekçinin söylediği her şeye inanmamız gerekir. Oysa bu imkansız bir şey, nedenlerini uzun uzadıya kendin anlattın."
"Hayır," dedi rahip, "söylediği her şeye inanmak zorunda değiliz, gerekli bulmak yeterli."
"Üzücü bir görüş," dedi K. "Yalanı bir dünya kuralı düzeyine çıkarabilir."
K. bu sözlerden sonra sustu, ancak son yargısı bu değildi. Bu öyküden doğacak tüm sonuçları ele alamayacak kadar yorgundu, üstelik düşüncesini alışılmadık yollara götürüyordu. Bunlar gerçek dışı, kendisinden çok mahkeme üyeleri tarafından tartışılmaya uygun şeylerdi. Basit bir öykü tanınmaz hale gelmişti, artık tek istediği bunu unutmaktı. Rahip de büyük bir incelik göstererek onun düşüncesine katlandı ve kendi görüşüne hiç uymadığı halde bir şey söylemedi.
Bir süre sessizce yürümeye devam ettiler. K. nerede bulunduğunu bilmediği için, rahipten bir adım olsun uzaklaşmıyordu. Elinde tuttuğu lamba çoktan sönmüştü. Bir an, büyük bir azizin gümüş heykelinin, tam karşısında parıldadığını gördü, hemen ardından da karanlığa gömüldü. Rahibe tam anlamıyla teslim olmamak için sordu:
"Ana giriş kapısına yaklaşmadık mı?"
"Hayır," dedi rahip. "Uzaktayız. Artık gitmek mi istiyorsun?"
K. o an bunu düşünmemiş olsa da, "Elbette," dedi. "Gitmek zorundayım. Ben bir banka şefiyim, beni bekliyorlar. Buraya yalnızca, yabancı bir müşterimize katedrali gezdirmek için gelmiştim."
"Peki öyleyse!" dedi rahip, ona elini uzatarak.
"Ne var ki, karanlıkta yolumu tek başıma bulamam."
"Soldaki duvara doğru yürü ve sürekli onu izle, çıkışı bulacaksın."
Rahip henüz birkaç adım uzaklaşmıştı ki, "Lütfen biraz bekle," diye haykırdı K.
"Bekliyorum," dedi rahip.
"Bana soracağın başka soru yok mu?" diye sordu K.
"Hayır," dedi rahip.
"Az önce bana karşı çok sevecendin," dedi K. "Her şeyi açıkladın, şimdi ise umursamıyormuş gibi beni bırakıyorsun."
"Ama gitmen gerektiğini söyledin," diye karşılık verdi rahip.
"Evet, anlamaya çalış."
"Önce sen benim kim olduğumu anla."
"Cezaevi rahibisin," dedi K. onun yanına yaklaşarak.
Bankaya dönmek için söylediği kadar acele etmesine gerek yoktu. Biraz daha kalabilirdi.
"Yani mahkemenin adamıyım," dedi rahip. "Öyleyse, senden ne isteyebilirim ki? Mahkeme senden hiçbir şey istemiyor. Geldiğinde seni alıyor, giderken de bırakıyor."

***


8 Temmuz 2013 Pazartesi

İnşallah!

İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan Soğuk Savaş ki bazı siyasi tarihçiler başlangıç tarihini daha öteye götürürler, Avrupa’yı bir anlamda ikiye bölmüştür: Doğu ve Batı Bloğu. İkinci Dünya savaşının asi çocuğu Almanya ise başta dörde sonra ikiye bölünmüş, devletin başkenti Berlin ise yine aynı şekilde ikiye bölünmüştür. Sovyet politikalarıyla ilerleyemeyen, Sosyalizmle birlikte kişisel olarak zenginleşemeyen Doğu Berlin halkı 1950li yıllarda Batı Berlin’e kaçmaya başlamıştır. Bunun önüne geçmek için 1961’de Sovyet Hükümeti Doğu ve Batı Berlin arasına bir duvar örmeye başlamış, Batı Berlin tarafı, yani ABD de Sovyetlerin kötü şöhretinin desteklenmesi için buna karşı çıkmamıştır.



Yıllarca “Utanç Duvarı” olarak anılan Berlin Duvarı 1990’da yıkılmış büyük bir zaferle kutlanmıştır. Bu ayrıca Soğuk Savaşın bitiminin bir sembolü, Batı Bloğunun zaferidir.
  
***

19. yüzyıla kadar bir devleti olmayan Yahudiler bu yüzyıl içinde Vadedilen Topraklar içinde bir İsrail Devleti kurmak için Filistin topraklarına göç etmeye başladı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi soykırımından kaçan Yahudilerin Filistin’e göçü hızlandı. Bu göçlerden rahatsız olan Araplar engel olmaya ve hatta Nazi Devletiyle işbirliği yapmaya giriştiyse de göçleri durduramadı. Zamanla Filistin toprakları içinde nüfusu artan Yahudilerin durumu Birleşmiş Milletlere götürülüp bir çözüm bulunması istendi. Filistin Toprakları içinde bir Yahudi Devleti kurulması kararı Araplar tarafından tepkiyle karşılandı. Yine de 1948 İsrail Devletinin kuruluşu olarak kabul edildi. Bu tarihten itibaren bölgede kan hiç durmadı.

2002’de Güvenlik Duvarı adı altında gündeme gelen duvarın yapımı bir tampon bölge oluşturmayı amaçlıyordu. 2003 yılına kadar 110 kilometresi inşa edilmişti bile. 8 metreyükseklikteki duvarın üzerine elektrikli tel döşendi. Duvar için gerekli alan yüzünden binlerce ev yıkılmış, on binlerce ağaç yerinden sökülmüş, sulama alanları zarar görmüştür. 



İsrail’in Filistinli teröristlerden İsrail halkını korumak için ördüğü bu duvar şu anda yaklaşık 700 kilometredir. İki devlet arasındaki resmi sınırdan kilometrelerce uzaktadır. Devletin bağımsızlık haklarına saldırıdır. Uluslararası hukuk kurallarına aykırı olan bu uygulama için bir çok tepki gösterilse de somut hiçbir adım atılamamaktadır.

***
Chloe sinemada çok sık görülen bir kadın tipi, onu farklı yapan konumu. Ramallah ve Kudüs arasında mekik dokuyan, sürekli İsrail-Filistin arasındaki kontrol noktasından geçen bir doktor. Kadın sağlığı merkezinde çalışan Chloe hamile olan Rand’la tanışır hatta arkadaş oluyor. Batı Şeria Duvarının iki yanını da yaşayan Chole üzerinde bunun etkilerini yoğun olarak gösteriyor yönetmen bize, farklı ruh halleri, depresif tavırlar, genç kadının gözlerinde görülen o huzursuzluk. 

Chloe’nin karşısına duvarın öte yanındaki arkadaşı Rand çıkıyor. Hamile, kocası hapiste, onun mahkeme kararını bekleyen diğer genç kadın. Film boyunca Rand’ın o hayat dolu gözlerini görüyor izleyici, her şeye rağmen hayat dolu oluşuna şahitlik ediyor. 

Filmin insan üzerinde yarattığı etki tek kelimeyle yıkıcılık! Kendimi avutamadım filmin bir film oluşuyla, çünkü her karesi gerçek. İnsan çaresizlikten dişlerini sıkıyor. Ağlamaksa bu filmde acıdan değil, daha çok öfkeden.

Filmde bir şarkı var. Bir adamın çaldığı bir kadının söylediği bir şarkı. İnsanın içini dağlayan bir şarkı.  Bulabilsem bile tekrar dinlemeye cesaret edebilir miyim bilmiyorum...

Bu filmi görün. Gözlerinizi sonuna kadar açın ve bu filmi izleyin.
Ben, Rand Sabah.
Görünmeden yaşamaktansa, ölümle var olmayı tercih ederim. Bir daha hiç kimse, var olmak için  haklarımı benden alamayacak. Ben, ne bir duvarım, ne de bir kaya. Bebeğimle buluşmaya,  başım dik gidiyorum. Dostlarım, hikayemi anlatın. Selâmün aleyküm sevdiklerim. Cennette tekrar görüşmek ümidiyle... İNŞALLAH.


9 Mayıs 2013 Perşembe

Yaşamdan çok ölüme yakın olduğum içi

Ölsek kimsenin umurunda değil İbrahim. Ölsem umurunda olur mu İbrahim? İçimde birşey büyüyor, durduramıyorum İbrahim. Kaçmanın bir yolunu aramaktan bile vazgeçtim, diplere batıyorum İbrahim. Denizlerin derinleri gibi değil, kapkaranlık ve rengi güzel balıklar yok İbrahim, ışığın yok İbrahim, gecenin en kör noktasında isminin fısıltısından yanacak bir ışık zerresi büyüyecek büyüyecek kocaman olacak ama sen yoksun İbrahim, isminin fısıltısı yok. Ölüme aç, ölümlülere düşman bedenler içinde tanrıcılık oynamaktan yorgun düşüyorum. Düşüyorum da aklıma bir uyurken nasıl göründüğün geliyor İbrahim. Bütün kızgınlıklarımdan, kızgınlığımdan doğan kırgınlıklarımdan arınıyorum. Bir çocuk saflığına bürünüyorum İbrahim. Bir müddet sonra nefessiz kalıyorum. Kalakalıyorum da bir an olsun durmuyorum, ağlamaktan kendimi alamıyorum. Gözyaşlarının, gözyaşlarımın kutsallığından bahsetmeyeceğim İbrahim, henüz o kadar çiğleşmedim, yine de içimden sıcacık birşeyler akıyor İbrahim, gözle görülür, elle tutulur, tadına bile bakılır. Ama sen görmüyorsun İbrahim, uyurken masumluğun çöküyor suratına, ağlarken masumluğum akıyor suratıma. Ne ben senin uyumanı görebiliyorum ne sen benim gözyaşlarımı. İbrahim. Sana yeni bir isim vermek çabam yok, nasıl bir isyan sözcüğü kullanayım, Allah kahretsin İbrahim, sana yeni bir isim, yeni bir beden, yeni bir uyumak görüntüsü aramıyorum. Neyin varsa ve ne kadar eskimişse hepsine hasretim İbrahim. Yüreğinin bir yıldız gibi bağlanmasını anlatan bir şair gelmedi gözümün önüne, sen geldin, senin eskimişliğin, senin yorgunluğun, senin gözlerinin altındaki çizgiler, senin yaşanmışlığın. İbrahim, yaşanmışlıklarına ne kadar uzağım! Bunu hakediyor muyum İbrahim? Bunu haketmiyorum İbrahim, benim hakettiğim senin uykudaki halini izlemek, değil mi İbrahim.

Beni bu dertle yıkıyorsun İbrahim.
Yaşamdan çok ölüme yakınlaşıyorum İbrahim.
Ama hiç, ama hiç yeni bir isim vermiyorum sana, yaşam vermiyorum, hayat vermiyorum.
Hiç tanımadığım herkeslerin binlerce kez dillerine dolaşan ismini istiyorum İbrahim. İsmin bana hayat versin, bana yaşam versin istiyorum. Acı acı gülüp, tatlı tatlı ağlayalım istiyorum. Bir cevap ver istiyorum, birşey söyle istiyorum İbrahim. Gündüzlerin ışığını değil, gözlerinin ışığını istiyorum İbrahim. Gözyaşlarımla parıldayan gözlerinin rengini görmek istiyorum İbrahim. Bir köşede uyu İbrahim, ama bildiğim bir köşe olsun o, uzanabildiğim, uzanıp da dokunabildiğim bir köşe, bir milyon ışık yılı uzaklığında olsan da dokunduğumda hissedebileceğim bir köşede olsun.

Dün gece uyuyor muydun İbrahim, bilmiyorum, benim yüreğim bir yıldız gibi bağlanalı sana ömürler geçti. İbrahim, ismin en çok benim ağzıma yakışıyor bir bilsen. Bir duysan, bir hissetsen utanırdın. İbrahim.

İbrahim.

Dün gece sen uyurken 
İsmini fısıldadım
Ve hayvanların korkunç 
Öykülerini anlattım 

Dün gece sen uyurken 
Çiçeklere su verdim 
Ve insanların korkunç 
Öykülerini anlattım onlara 

Dün gece sen uyurken 
Yüreğim bir yıldız gibi bağlandı sana 
İşte bu yüzden sırf bu yüzden 
Yeni bir isim verdim sana 

DESTİNA 

Sen öyle umarsız uyusan da bir köşede 
İşte bu yüzden sırf bu yüzden 
Yaşamdan çok ölüme yakın olduğun için 
Seni bu denli yıktıkları için DESTİNA 
Yaşamımın gizini vereceğim sana

Lale Müldür

30 Nisan 2013 Salı

Ölememek Bir Yetenek midir?

Genç yaşta ölen bir şair için, ölüme bu kadar takıntılı ama bir türlü ölemeyen bir karakter yaratmak, kendi ölümünün sebebi olduğunu apaçık göstermektir. Félix Francisco Casanova kahramanı Vorace gibi dik başlı, saldırgan, -belki haklı bir şekilde- kibirli. Vorace gibi intihara kalkışmış mı, bilmiyorum hayatıyla ilgili detaylardan haberim yok, ama bence oturup paşa paşa ölümünü bekleyecek bir adam -çocuk değil, adam- değil, asla!

Bu yüzden...



"Er geç ben de seveceğim tutsaklığı, şayet kabul edersem diğer herkesin en karanlık zindanda mahpus yattığını."

"Bir kuş gibi düşüyor gece yarısı
uykuyla yaralı,
sıkıntıyla çeviriyorsun sayfayı
ve şair yoluna devam ediyor
sonu olmayan bir nehir gibi
büyüyüp küçülüyor gözlerin
öfkelenip sakinleşiyorsun
ve tahta yanıp kül olduğunda
geliyor rehavet şafakla."

28 Nisan 2013 Pazar

İyi ki.



23 yıl önce bugün annem ölü bir bebek doğursaydı, biraz üzülürdü, ama geçerdi. Ama o sağlıklı bir bebek doğurdu. Acı hiç geçmiyor.

Bunları uydurmuyorum. Altan Erkekli'nin Bana Bir Şeyhler Oluyor'daki tiradını arıyordum dosyalarda. Çünkü bir yere kaldırmıştım. Nerede olduğunu bilmiyordum. Sonra onun adını taşıyan bir klasör buldum.

Hiç geçmeyen bir şeyin adını neden geçmiş koyduk? Hiç geçmiyor. Bir sancı yerleşti onca zaman sonra içime. Geçmişti oysa. Neden geçmiyor? Bu sancı hiç geçmiyor.

Bugün benim doğum günüm. Pastasız. Sessiz. Kendimle. İdi.
O adamın yanında öğrencileriyle, öyle güzel gülümseyişi, neden benim içimi bulandırıyor, onca zaman sonra, bir doğum günümde.

Kimse sormadı yaşamak isteyip istemediğimi.
Hiç kimse.
İyi ki doğdum. İyi ki...


Yalnızlık.
Her kimliğe doğuştan yazılı tek uğraşıdır insanın bir yaşama sırasında. Tek sermayesi, sahip olduğu tek şeydir Kıymetini bilmelidir, dedi.
Yalnızdır insan hep kalabalıklara karışma telaşı bundandır.
Kalabalık yalnızlıklar, yalnız kalabalıklar oluşur, şehir şehir ülke ülke.
Kalabalık arttıkça artmaktadır yalnızlık da.

25 Nisan 2013 Perşembe

Did you hear the news about Edward?

Bazı melodiler insanda film çekme isteği yaratmıyor mu? Arka planda bunu çalarım, diyorum, çok mutlu oluyorum, tamam sahnenin tadına göre mutsuz da olabilirim. Ama başımıza bazı olaylar geldi. Gelmeseydi. Keşke.

Nerede, bilemiyorum, rastladım tekrar Poor Edward'a. İçi sızlar insanın içi! Acımasız, insafsız adamlar! İçim sızlıyor! Etmeyin. Böyle şeyler yapmayın. 




Ne kötü zamanlar.
Poor Edward! Yapmayın, böyle hikayeler yazmayın! 
Hadi diyelim yaptınız, böyle klipler çekmeyin!

22 Nisan 2013 Pazartesi

get low



---------------------


-Bir cenaze evinin iflas etme olasılığı nedir? Tüm dünyadaki insanların ihtiyacı olan
bir iş bu neticede. Bu işte dikiş tutturamazsan sorun sende demektir, değil mi? 
-İnsanlar ölmüyorsa sen ne yapabilirsin ki?
-Chicago'daki insanlar nasıl öleceğini biliyor. Boğuluyorlar, hastalıktan ölüyorlar, vuruluyorlar. Her ne olursa işte.
-Bizde de bunlar oluyor.
-Ama insanlar bunun için acele etmiyor. Ya onların ipi çekilecek ya bizim.

---------------------

-Bir cenaze istiyorum.
-Tam yerindesiniz. Beni takip edin lütfen. Gerçek pikan cevizidir. Kolları çeliktir.
-Kutuyu boş ver. Başka neler var?
-Ne isterseniz. Çiçekler...
- Hayır, hayır.
- Mezar yeri.
- Var zaten.
- Merasim.
-Parti.
- Ne dediniz?
- Parti istiyorum.
- Ne tür bir parti?
- Cenaze partisi.
-Olur.
-Ben de orada olmak istiyorum.
- Orada olacağınıza sizi temin ederim.
- Orada şimdi olmak...istiyorum.
-Cenaze partinize hayattayken mi katılmak istiyorsunuz?
-Evet.
-Ama şey olmadan cenaze olmaz ki siz vefat etmeden yani. ... Cenaze partinizin hayattayken olmasını istiyorsunuz ki siz de katılabilesiniz. Evet mi hayır mı?
- Evet!
-Buddy, bir kâğıt getir. Bay Bush'un davet etmek istediği kişilerin listesini yapalım.


---------------------



19 Nisan 2013 Cuma

Tanrı'nın Lutfü


Sonra da Kuzgun

...
Yine de anlamış değil, benim yalnızca bir kuş olduğumu;
Ona yardım etmek için güvenli yuvamı bırakıp penceresine konduğumu.
O kendi cinnetini büyüterek içinde, savuruyor belleğini karanlık rüzgarların önüne;
Gizli bir zevk de alıyor bundan, damarlarında dolaşan o katıksız acıdan.
İşitiyorum korkusunu duvarların ardından, görüyorum sararmış yüzünü pencerenin kenarından.  
Ruhuma güç geldi aniden, artık ikircime düşmeden
"Bayım," dedim, "ya da bayan, diliyorum sizden affımı
Ancak şudur olan, uyukluyordum, çalındı kapım,
Çalındı belli belirsiz, kapımı tıkırdatan sizdiniz;
Öyle ki emin olamadım duyduğuma bir tıkırtı" - İşte açtım ardına dek kapımı; -
Yalnızca karanlık, başka bir şey değil  
Yanlış yerde arıyor beni, bir insan sanıyor bu solgun sisler içinde bekleyeni.
Çok genç sayılmasa da tanıyamamış daha insanoğlunu;
Umut diye onlara sesleniyor hala, hiç anlayamamış yaşamı bu zavallı budala.
Kahrediyorum dilsizliğime, seslenmek isterdim bu talihsiz şaire;
Boşuna dikme gözlerini gecenin sisine, o genç kızın hayalini artık bekleme,
O çoktan karıştı toprağın tenine, çoktan alıştı sessizliğin sesine.
...
Edgar Allen Poe-Kuzgun

17 Nisan 2013 Çarşamba

usul*

Bazen kendimden çok korkuyorum. Yaşanılan şeyler öyle anlarda insanın karşısına çıkıyor ki insanın kendi bile müthiş şaşırıyor. Ben korkuyorum. Geçmişin bütün büyüsünü kötülük yapmak için kullandığını düşünüyorum böyle durumlarda.

Küçük bir defterim var, bazen hiç usanmadan paragraflar boyu yazıyorum okuduğum kitaplardaki beğendiğim yerleri. Bazen masaya uzanıp bir kurşun kalem almaya, o cümlelerin altını çizmeye bile üşeniyorum. İnsanlar değil sadece, bütün evren çelişkileri ve zıtlıklarıyla varolmaya devam ederken, insanın kendisini hiç tanıyamadığını, anlayamadığını keşfetmesi o kadar çok şaşırtmamalı -yine- kendini. Ama ben şaşıyorum! Nasıl bu denli karmaşık olabildiğime gülmüyorum. Kızıyorum. Bir yerinden başlamak gerekiyor hissetmenin, ben öfkeyle başlıyorum.

Böylece, bir ömür geçmiş oluyor.

Gülmek bir mutluluk şartı değildir. Gülmeden de mutlu olunabilir. Çok da güzel olur.

2 Nisan 2013 Salı

"Haklıydım"


Bazı adamlar hayatlarımıza girerler, bazı kadınlar da öyle.
Dokunmazlar parmaklarıyla, ama dokunurlar. Öyle ki o dokunuş yüzünüzde atılmayan bir tokat gibi patlar.
Sonra içinizdeki bu bağa bir anlam veremezsiniz.

Bazısı yazar bazısı söyler bazısı çeker.
Kitap. Şarkı. Film.

İyice bir etrafa bakmalı. Elde ne var? Elde? El?

Ne zamandı? 17 yaşlarındaydım. Tanıştık.
Hayatımın en güzel kitaplarının ardına vokal.
Yaşadığım tek aşkın bağları.
Gözlerine bakmaktan çekinilen.
Gece yürüyüşlerini gözyaşına boğan.
Otobüs yolculuklarının arkadaşı.
Nick.
Nedenler bitti.


Albüm çıktığından beri. Belki bin kez.
Hep aynı.

"If you got everything and you don't want no more  you've got to just push the sky away"


26 Mart 2013 Salı

Komet!

Hasan Ali Toptaş'ın Ölü Zaman Gezginleri'ni okumaya başladım. Üçüncü öykü sonunda nefes alışımda bir değişiklik farkedip kitabı kapattım. Bildiğim Hasan Ali Toptaş, aynı naiflik, aynı sözgelimleri, aynı tekrarlar, o özlem duyduğum adam, ama bu kez daha sarsıcı, ve sarsıcılığı her bir öykü sonunda yaşattığından, yorucu. Bir yalnızlık, ama yıkıcı. Kendine dışarıdan bakma denemeleri ya da kendine hakim olamayışın bu denli çarpıcı ifade edilişi. Kendi zamanına yetişememek, kendi zamanını yakalayamamak ve kendi yaptıklarına engel olamamak. Zaptedememek kendini. Ya da ...

Kitabı kapattım ve nefes almaya devam ettim. Bu müthiş yazarı nereye koymalı, bilemedim. Kitabı elimde evirdim çevirdim. Neden sonra kitap kapağına takıldım. Bir adam var, bir tepenin üzerinde. Dev gibi. Şapkasını göğe doğru açmış. Bir şey bekliyor. Neyi bekliyor. Diğer küçük insanlar ona bakıyor. Neden bakıyor.

Kapaktaki resim Komet'e yani Gürkan Coşkun'a aitmiş. Öyle güzeller ki...






23 Mart 2013 Cumartesi

Babayı affetme çabası: Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam - Fournier



Her insana olur. Birini sevmek istersiniz, artık hayatınızın bir parçası olmasa bile, anılarınızın, geçmişinizin bir parçası olur. Nefes alır. Onu sevmek istersiniz. Bu kişi babanızsa misal, annenizse, bütün kötü anıları, düşünceleri silip atmaya, onun kötülüklerine kendi içinizde bahaneler uydurmaya, anlaşılabilir göstermeye çalışırsınız.

Fazlasıyla insani bulduğum bu çabayı, bir adamın, babasını 15 yaşında kaybetmiş bir adamın satırlarında bulmak hüzünlü bir gülümseyiş gibi, geldi yerleşti suratımın ortasına. Sivriliklerini tek tek törpüyeyip babasının, kötü bir adamdı o! demek yerine, bunları yapmasaydı daha iyi olurdu sanki, demenin naifliği yürek okşayıcı.

Bununla, belki dilinden, yazış, anlatış şeklinden hoşlanmamamın üstünü örttüğümü düşünüyorum.Ya da şöyle söylemeliyim, üslubunda hoşuma giden bir öznellik bulamadım. Ne güzel yazmış, demek yerine, ne güzel düşünmüş, hissetmiş, dedim. Çünkü bana göre aile, sevmekten vazgeçemediğin ama esasında sevmek istemediğin insanlarla dolu olan birşeydir. Fournier, o insanı, babasını, sevmek istemediği ama elinde olmadan sevdiği ve affetmek istediği parçasını kabullenmiş, bunu her insan yapamıyor, ben yapamıyorum misal. Kitabın adı bile, öldürebilirdi, bu onu kuşkusuz kötü yapardı, ama o öldürmedi! Bununla mutlu olmak gibi. 



14 Mart 2013 Perşembe

Bir Arayışın Romanı: Mercier ile Camier - Beckett

"Nasıl bir avunçla kalkar gözler bu karmaşadan boş göğe doğru ve nasıl bir avunçla yeniden iner?"

Godot'yu bir an unutmayan insanlar için Beckett "askerlik arkadaşı" gibidir. Kitaplıkta her daim okunmamış bir kitabının bulunması gerekir, çünkü özlenen yazarlardır. Bir Beckett karakterinin -ya da iki üç- rahatsız ediciliğini özler çünkü insan. En son Murphy'i okumuş, ona da sayıp sövmüş bir insan olarak yeni adamlarla dolu bir kitabını elime almak büyük çılgınlıktı! Çok büyük!

"Öyle anlar olur ki en basit sözcükler anlamlarını ele vermekte gecikirler."

Mercier ile Camier içi geçmiş iki yaşlı adamın peşine takılmadan hemen önce, buluşma saatlerinin 20 dakikasında birbirlerini 5 dakikalık aralıklarla kaçırmaları insana, böyle bir arayışın romanı mı bu, dedirtiyor. Beckett yapar çünkü bunu, biliriz. Sonra buluşup yollara düşüyorlar. Nasıl ki Godot'yu Beklerken bir bekleme romanıysa Mercier ile Camier de arayışın kitabı. Neyin peşinde olduğu bile belli olmayan bu adamları an geliyor seviyorsunuz, an geliyor iğreniyorsunuz, an geliyor acıyorsunuz, an geliyor gülüyorsunuz. Beckett'ı Beckett yapan da bu bana kalırsa. Bütün hayat serüveninin en can sıkıcı -ki misal bir bunalım anında okunmaması gerekir, çok ciddi sonuçlara yol açabilir- gerçeklerini öyle bir şekilde sunuyor ki afallıyorsunuz. Bir yandan olayın ciddiyetinin farkına varıyorsunuz, diğer yandan da elinizden bir şey gelmemesinin kabullenmişliğiyle sırıtıyorsunuz. Bir aptal gibi! Evet Beckett insana kendini aptal hissettiriyor!

Böyle bir serüvene dahil olmak kimilerinin harcı değil. Benim harcım mı? Emin değilim.

"Bir insanın Mercier'yi bırakmaması için Camier olması gerek, dedi Mercier."

Watt Beckett'ın bir başka karekteri, elimde olmayan kitabı, kitabın sonuna doğru macerayı dahil oluyor -hatta Murphy'nin de adı geçiyor.

"Biri doğacak, dedi Watt, biri doğdu bizden, hiçbir şeye sahip olmadığı için sahip olduğu hiçbir şeyin kendisine bırakılması dışında hiçbir şey arzulamayacak olan biri."

10 Mart 2013 Pazar

Kar, Kan, Savaş

Bazı günler öyle sıradandır ki sıradan olduğunu farkedemez insan.
Uyandığımda elimde telefon vardı, mail beklerken uyuyakalmışım. 
Saatse 07:30, annem ocağı yakamadığından bilmem kaç milyon kere çakıyor çakmağı. Ben uyandığımı unutmaya çalışıp uykuya dalmaya çalıştıkça o çakmağı çakıyor. Çakıyor. Çakıyor. 

Gidip mutfağın kapısını kapatıyorum, uyku devam etmiyor. 
Dışarı çıkıyoruz, film izlemeye; benim gideceğimizi sandığımız film vizyona bile girmemiş daha meğer, bu filmle ilgiliyse hiç bir bilgim yok. 
Film başlıyor: Eve Dönüş - Sarıkamış 1915 
Giriş sahneleri göze hitap ediyor, harika kareler. Kiyarüstemi'nin kar fotoğrafları tadında. Uğur Polat yüzünü gösteriyor. Film akmaya başlıyor. 





Filmde tek bir savaş sahnesi görmeden, savaşı iliklerime kadar hissettim. 
Gerilim hiç beklenmedik anda filme dahil oldu, elbette Serdar Orçin'le. Oyunculuğu harika. 

En sevdiğimse, trajedinin hiç olmadık bir karakterde hayat bulması, bu eve dönüş hikayesinin aslında onun hikayesi olması. En cani görünenlerin içinde açtığı, savaşın. 

Bir demiryolu gibi uzanan asker cesetlerinin olduğu sahne bence bütün olayı özetler nitelikte. Bu yetmiş. Yönetmeninse ilk filmiymiş, ne güzel dedim; ne güzel!
...


15 Şubat 2013 Cuma

Uyuyan Kadın VI

Birden açıyorsun gözlerini. Odanın ışığını yanar halde buluyorsun. Saate bakmaya gerek duymuyorsun. Işığı kapatıp perdeyi açıyorsun. Bulutlu gökyüzünün ışımasını izliyorsun yavaş yavaş. Rüyanda gördüğün bir zamanlar çok yakın arkadaşlarını düşünüyorsun. Sarı sokak lambaları birden sönüyör.
Yerinden kalkıp mutfağa gidiyorsun, tek başına içeceğin çayı dört kişilik demliyorsun. Bunu neden yaptığını bilmiyorsun. Bomboşluk hissinden kurtulmak için oturup bugün yapacaklarını yazıyorsun tek tek. Böyle yazdığında günün dopdolu ve amaçlı görünüyor gözüne. Ama bütün günü kanepede yatarak, aldığın gazetenin en küçük sütunlarını bile tek tek okuyarak geçiriyorsun. Gözlerinin sızladığını bile hissetmiyorsun artık. Kapının vurulmasını beklemiyorsun artık. Telefonunun çalmasını istemiyorsun artık. İçtiğin sigaraları sayıp, bu kadarı yeter, demiyorsun artık. Renkli kutunun karşısına oturup beyninin uyuşmasına bile izin vermiyorsun. Olabildiğince ayıksın, böylece yaşadığın acıyı mükemmel hissediyorsun. Artık eline bir kitap dahi almıyorsun.
Bir ara arayıp bulduğun eski telefonunda kalmış olan mesajlara gidiyor aklın. Kendini hiç anlatamadığını, o adamın seni hiç anlamadığını, bir kaç satırla nasıl kıvrandığını, o satırları yazarken nasıl ağladığını tahmin etmesine imkan olmadığını apaçık görebiliyorsun. Bunu görmek seni mahvediyor. Boşa harcadığın cümleler seni mahvediyor. Boşa harcadığın duygular seni mahvediyor. Arkasından gelen bir özlem olmuyor, ne bir kızgınlık ne bir acı. Arkasından gelen müthiş bir kayıtsızlık, korkusuzluk hissi oluyor.
Gözlerini birden açıyorsun. Bu kez sarı ışıkların aydınlattığı sokakta yağmuru görüyorsun. Islak camları, ıslar sokakları, ıslak ve kimsesiz sokakları uzun uzun seyrediyorsun. Artık keyif almayı beklemiyorsun. Bir görev gibi, yalnızca izliyorsun. İçinden çıkılmaz geçmişle içine girilmez gelecek arasında sıkışmışlık hissini duymuyorsun. İkisinin de anlamsızlığa bürünüşünü izliyorsun sokağa yağan yağmurla.
Bu hissin hiç geçmeyeği gerçeğini kabulleniyorsun yavaşça.