25 Aralık 2012 Salı

Ve İbrahim...

Çünkü 70'lerde insanlar insana daha çok benziyorlardı.
Ya da bana öyle geliyor.
Ben hiç şiir okumazdım.
Şimdilerde bazı şiir kitapları sanki çok üşümüşler de ellerim onların battaniyesiymiş gibi, bırakmıyorlar.
Yaşlı gibi miyim? Hiç yaşım gibi değilim, biliyorum. Ama bu konuda ne yapabilirim? Dahası yapmak istiyor muyum?
Babamdan bana defter getirmesini isterdim. Babam ben uyuduktan sonra gelirse annem defteri yastığımın altına koyardı, uyanınca elim hemen yastığımın altına giderdi. Şimdi de öyle, uyumadan önce bıraktığım kitaba uyurken zarar vermiş olabilmenin tedirginliğiyle.
Sonra ben harfleri bir sıraya sadece bir kere yazardım ki yazma bildiğimi sansınlar. Tekrarlardan habersizdim o zamanlar. Bir defter, bir kalem.
Mahallede inşaat varsa eğer onların kumlarından pastalar yapardım. Yuvarlak yaptıklarımız uzun süre durmaz parçalanırdı. Sonra bahçeye topraktan havuz yapardım da ısrarla suyu çekerdi toprak ben ısrarla su doldururdum.

Avuçlarımın arasında dizeleriyle hayata tutunmaya çalışan bir kadın varken ben çocukluğumla ilgili anıları nasıl sürükledim gözümün önüne bilmiyorum.

Ben bu şiiri İbrahim'e yazdığım bir başka mektup için saklıyordum. Yazamadım ben. Ama Bejan yazdı. Güzel elleriyle, güzel düşleri, güzel hüzünleriyle...


VI.
Bir oğul önce ölümündür 
Yine oldu.
Bir uçuşun ağırlığını duydum
Açılmayan ruhun kanatlarını.
Gitmek isteseydik çoktan doldururduk
Yeryüzünü
Ama yapamadık.
Bir şey tuttu bizi
Korkudan fazla
Şefkate yakın bir şey
Tuttu bizi.
Tozlar havalandı sonra.
Adı kutsal olan bir köprüden
Geçip gitti sular.
Kimsenin bilmediği damarlarda
Birikti aşk
Ve adı İbrahim kondu.
Çocukların ve herkesin babası olan.
İbrahim bir göl kıyısında ağlarken
Hiç üzgün değildi.
Üzgün değildi hiç kurbanını taşırken.
Bir oğul önce ölümündür
Ölümündür bir oğul.
Şimdi bu avludan
Bu renklerden geçerek
Oluşan bakış
Dünyayı görecektir.
Yeryüzü
Yeryüzünün olmayan uzam
Duyguların çekilmesi ve dönmesi
İnsanı Tanrı'ya kavuşturur.
Önce ve sonra
Hep belki de
Belirsizlik
Bir belirsizlik olarak kaldığında
Karar olacaksa,
Tanrı insanı bahçede uyutmakta
İlk işareti sundu.
İlk işaret aşktı.
Uyuyun ve aşk deyin adına.
Aynı rüyada ilerleyin
Aynı bahçe
Aynı anne
Ve İbrahim Tanrısını bilecek olan.

Bejan Matur - Ekim 2007, Diyarbakır
İbrahim'in Beni Terketmesi- Yedi Gece/Yedinci Gece

16 Aralık 2012 Pazar

İki Bi'şey

söyleyip gidiyorum.
Bu birincisi;


bu da ikincisi;


Başka sözüm yok zira başım ağrıyor, içim de çok buruk. 
Oğuz beni mahvediyor, Atay yoruyor. 

13 Aralık 2012 Perşembe

Merhaba Hüsamettin Albayım.

Ağbim geldiğinde saatin kaç olduğunun bile farkında değildim.Sorduğu sorulara kendimde olarak yanıtlayamadım. Ne gelirse dilime öyle. Bir sürü soru sordu.
"Yorgun musun?" dedi. "Yok aslında pek bi'şey yapmadım." dedim.
"Birşey mi oldu?" dedi, yüzüne baktım, "çok yorgun gözüküyorsun, yüzün çok yorgun gibi, duygu çöküntüsü mü yaşıyorsun?" dedi, gülümsedi, işaret etti, gel sarıl. Sarıldım. "Gerçekten birşey mi oldu?" dedi. "Hayat" dedim, sırıttım. Hani romanlarda yüzü karmakarışık gözüken, ve insanların yüzüne bakınca başına bir felaket geldiğini anladığı kadınlar vardır ya. Hep merak etmişimdir. Şimdi düpedüz onlardan biriydim. Boğazıma dünya çökmüştü, ağbim yüzünden anlıyordu.

"Sana birşey aldım" dedi.

Biri size birşey aldığını söylediğinde kafanızdan neler geçiyor bilmiyorum. Ben "Kitap mı?!" diye fırladım. Nazlandı biraz, saklamış bir de, kitapmış. Hem de Oğuz Atay-Tehlikeli Oyunlar.

Neyim var benim kitaplarımdan başka bilmiyorum, havalara uçtum. O kadar mutlu oldum ki hepşeyi unuttum. Biri içimi parçalamış, akbabalar üzerimde uçuyor, canım yanıyordu. Canım sızlıyordu.

Hayır.

Hayatta bir ben vardım, bir de benim için yazdığı romanla Oğuz Atay.

Kitapla getirdiği ayraçlar birbirinden güzel, çizmek içinse, bugüne kadar bana hediye edilen, daha alırken bile "ben bunları açmaya kıyamam ki" dediğim en güzel kalemi açtım. Buna ilk kez değecek birşeydi bu kitap, ben de ilk kez açtım, mutlulukla Ayşe'min hediye ettiği üç kurşun kalemden birini.

"Ben böyleyimdir albayım; Önce, akıl almaz bir tutukluluk çöker üstüme; daha yaşamadan, büyük bir yorgunluk çöker."

Kime teşekkür etmeliyim, ağbime? Ayşe'ye? Elime ben 15 yaşındayken Suç ve Ceza'yı sıkıştıran Aydın Hoca'ya mı? Yoksa beni yalnızlayan tüm hayata mı?
Bütün şartları bir araya getiren Allah'a mı?
Teşekkür ederim.





"... uyumak üzeresin sigaranı söndür."
söndürdüm, uyudum.

Bugün iyi ki öldün diyorum Oğuz'um. Çünkü ölümün doğduğunun kanıtıdır.

7 Aralık 2012 Cuma

Kertenkele



Film aktı, aktı, aktı. İnsanlar, yerler ve o adam.
Bir yeri, dediği sahne geldi. Yani sanırım bahsettiği sahne oydu.
Saatlerdir beklediğim dokunma.
Sel.

Şimdi ben buraya o filmin sadece o parçasını koyabilirim. Ama olmaz, sadece orasıyla olmaz. Anlıyor musunuz? Anlamıyorsunuz. Olsun.



2 Aralık 2012 Pazar

1 Aralık 2012 Cumartesi

12 Kasım 2012 Pazartesi

"İnsan yaşadığı yere benzer"

-Yolları kim yarattı?
-Allah.
-Dağları kim yarattı?
-Allah?
-Arabaları kim yarattı?
-Allah.

Hiç uyumadım. Ben yollarda uyurum. Arada bir gözümü açtığımda sapsarı yollar görürüm. Mutlu olurum. O gün hiç uyumadım. Arkamdaki iki ufaklığın tertemiz sesleri doldu kulağıma. Ağbisi ağbilik yapıyordu. Ağbileri Allah yaratmıştı.

Bir karışıklık olmuş, annesini yanıma verdiler. İki çocuğuyla ez an on sekiz saat süren yolculuğa çıkan, cevval, genç bir kadın. Güzel de. Bir süre konuşmadık. Sonraki bir süre konuştuk. Sonra ben indim. Sonra dediğim nereden baksak on saat.

O gün o otobüste neredeyse hiç uyumadım. Annesi koridora yatak yaptı küçük için. Ağbisi koltukta uyudu. Molalarda birlikte indik annesiyle. Birlikte içtik sigarayı. Çok soğuktu gece üçte dinlenme tesisleri. Çok kalabalıktı. Otobüs yerleşirken koridoru kullansın diye yolcular küçüğünü kaldırdı annesi. Kucağında uykusu açılmasın diye bekletti. Sonra tekrar yatırdı. Küçük uyudu. Anneleri Allah yaratmıştı.

Yollar şarkılar gibiydi. Benim çaldıklarımla da, şoförün çaldıklarıyla da. Kimseye söylemeyemediğim şeyleri usul usul anlattım ben, o çocuklar kulağımın dibinde fısıldaşırken. Bir saat olmadan "Anne geldik mi İstanbul'a?" diye soran çocuğun saf ağzıyla anlattım. Dinleyen var mıydı? Olmalıydı. Çünkü yolları Allah yaratmıştı, yarattığı şeyleri yalnız bırakmamıştı, beni dinliyor olmalıydı.

Gecenin karanlığında da hiç uyumadım ben o gün. Kafamda binlerce olay yaşadım. Her birini tek tek, tekrar tekrar. Sorsam geceyi Allah yaratmıştı, kafamı, olayları, beni Allah yaratmıştı. Sorsam onları Allah yaratmıştı. Sormadım.

-Gökyüzünü kim yarattı?
-Allah.
-Bulutları?

8 Kasım 2012 Perşembe

Henüz yere bir çiğ tanesi gibi düşüp dağılmamıştık. Öldürülen Tatar kızına çok benzeyen o kadın Alaaddin'i bulamamış, ben İbrahim'i kaybetmemiştim. Bazı kitapların yazarları yayıncı kapılarında helak oluyordu, trenler tıklım tıklımdı. Henüz sigara içmek için dışarı çıkmamız gerekmiyordu ve hiç kimsenin babası akciğer kanseri değildi. Beyoğlu'nda çok güzel şapkalar satılıyordu. Erkin Koray müthiş arabesk şarkılar yapıyordu. 

4 Kasım 2012 Pazar

"Gözlerini kapar kapamaz, uykunun serüveni başlıyor."

Çok beceriksizim.
Korkuyorum.
Çoğu şeyi yapmak istemiyorum, yaptıklarımı elime yüzüme bulaştırıyorum.
Utanıyorum.
Aptalım.


Bu senin yaşamın. Bu sana ait. Önemsiz servetinin tam bir dökümünü yapabilir, ilk çeyrek yüzyılın kesin bilançosunu çıkartabilirsin. Yirmi beş yaşındasın ve yirmi dokuz dişin, üç gömleğin, sekiz çorabın, artık dokunmadığın birkaç kitabın, artık dinlemediğin birkaç plağın var. Başka şeyleri hatırlamayı canın hiç çekmiyor: ne aileni, ne öğrenimini, ne aşklarını, ne dostlarını, ne tatillerini, ne de tasarılarını. Yolculuklara çıktın ve dönüşte yanında hiçbir şey getirmedin. Oturuyor ve beklemek istiyorsun sadece, bekleyecek bir şey kalmayana kadar beklemek: Gece olsun, saatler vursun, günler geçip gitsin, anılar silikleşsin. 
Seni bile bıktırdım mı kendimden diye korkuyla elime aldım.
Hala sıcacık. Hep aynı.

1 Kasım 2012 Perşembe

Ziyanlık.
Hep bir karanlıkmışım. Öyle söylediler de, ışıl ışıl parlamalarımı hiç kimse bilmez.
Sonra hep özlemler. Telefona giden eller. Her halini özledim.
Umay Umay. Birsen Tezer. Sonra yine Fikret Kızılok. Nedense bir süre sonra Nazan Öncel. Hep Nazan.
Hayat güzelmiş. Miş.
Içimde büyüyen bir çığlık var. Dağlar tepeler yetmiyor. Insanlar da yetmiyor insansızlık da. Yetmiyor, yetiremiyorum.
Yağmur yağarmış. Utanmadan.

25 Ekim 2012 Perşembe

Çay alır mıydınız?

Hava kapalı. Bu şehri daha önce hiç bu kadar sevmemiştim. Şehir merkezine uzak yeni evimizin kartpostal edasındaki manzarası, mis gibi kokusu zamanı unutturuyor, saat kaç deyiveriyorum gün içinde kaç kez.. Ailemin beni odamda unuttuğuna eminim. Üst kata kimsenin işi düşmüyor, bu yüzden kimse kapımı açmıyor, ben de artık kapatmıyorum zaten.

Benim odamın karşısına evin kütüphanesi düşüyor. Yeni evin en sevileri özelliklerinin başını çekiyor bu oda. Önceki evin kitap yükünü çeken büyük kitaplıksa bana kaldı. Buradaki az sayıda kitabım cirit atıyorlar kocaman kitaplıkta. Yanımda beş kitapla geldim. Iyi ki getirmemişim daha fazlasını. Atlayıp babamın kitaplarından seçiyorum. En sevdiği yazarlardan biri Peyami Safa. Ben de aldım Bir Tereddüdün Romanı'nı okuyorum.

Geleceğe dair sonsuz planlara bu şehir de giriyor böylece.. "acaba" diyorum "gelsem burada mı yaşasam bir kaç sene?" o kadar çok şey düşünüyorum ki... Son sınıf öğrencisi olmak iyi birşey değilmiş. Çıplak gözle görüyorum.

16 Ekim 2012 Salı

Margit Schreiner - Hayal Kırıklıkları Kitabı

Bir kitabın adı neden Hayal Kırıklıkları Kitabı olur? Ve ben nasıl olur da alırım onu? Metis'ten çıktığı için mi? Bilmiyorum, hatırlamıyorum. Karamsar bir ergenin ilgisini çeker belki bu kitap. Kapağı koyu gri, üzerinde bir ağacın dalları ve üzerindeki kuşların siluetleri. 

Onca zaman önce alınmış bu kitabı niye şimdi okudum? Onu da bilmiyorum. 
Bir kitabın adı neden Hayal Kırıklıkları Kitabı olur? Büyük ihtimalle bir aşk hikayesi anlatıyordur, ya da acılar içinde kendince kıvranan bir insan hikayesi.

Bir hayatı anlatan bir kitabın adı neden Hayal Kırıklıkları Kitabı olur? Çoğunlukla doğumu takip eden dönemle ölüme yaklaşan dönem.

Soğuk Savaş döneminde Linz'de yaşayan bir ailenin tek kızı. Doğu bloğunda yaşayan bir üvey kızkardeş bir süreliğine hayatlarına dahil olsa da kız evinden ayrılana kadar üç kişilik bir aile içinde varolmaya çalışıyor. Biraz hayalperest. Sanırım onun en belirgin özelliği de bu, kanepeden trenler yapıp Avrupa'yı dolaşan, kava kaçıran bir botla Pasifik'i geçen bir hayalbaz kız. Çocukken farkındalıklarımızın haddi hesabı yok sanırım. Daha iyi mi anlayıp çözümleyebiliyoruz içinde yaşadığımız dünyayı bilmiyorum. Çocukluğuma dair hatırladığım şeyler kısıtlı, karşılaştırma yapamıyorum. Schreiner'in kitabını okutan şey de bence bu, daha ölümün kapısına dayanmamış bir kadın olarak, ölümün kapısına dayanmış bir kadının nasıl hissettiği çok iyi yazabilmek ya da bir bebeğin hareketlerini düşüncelerini tahmin edebilmek, yorumlayabilmek. Kitaba başladığım günün gecesi ruh halimden olacak kitapta kaldığım yeri açıp yüksek sesle, komşularım şikayete gelecek diye korkmadan bir kaç sayfa okuyup ardından ağlamaya başlamam ne kadar benimle ne kadar Schreiner'la ilgili bilmiyorum.

Schreiner inanın içinde bulunduğu durumla çevresinde yaşanan olayları kendi içindeki algılayışını çok iyi yakalamış bana kalırsa. Ve yazarken fena halde etkilendiğini düşündüğüm aklıma gelen yazarlar da fena halde sevdiklerim:

Yürümesini, yemek yemesini ve konuşmasını öğrenir, bunun amacını sorarız kendimize. Dil, tarih ve coğrafya, matematik ve fizik öğrenir, bunun amacını sorarız kendimize. Aşık olur ya da olmaz, evlenir ya da evlenmez, çocuk yapar ya da yapmaz ve bunun amacını sorarız kendimize. Tembel tembel yatar, gezintiye çıkar, görevlerimizi yerine getirir, okur ve bunun amacını sorarız kendimize. Yaşar ve bunun amacını sorarız kendimize... Bir tek ölürken her türlü soru gereksiz hale gelir. 

Dünya kararmıştır. Nesneler bulanıklaşır. Sesler giderek uzaklaşır. Ansızın korkunç bir sessizlik çöker. Mutfak ardiyesindeki kurabiye kutularının üzerindeki siyah saçlı kadınlar dans etmeyi keser ve kızgın kızgın sana bakarlar. Pembe, kırmızı, sarı ve siyah reçel kavanozları sırayla raftan yere düşüp ses çıkartmadan parçalanır, reçeller yoğun, yapışkan, yekpare bir kütle oluşturur, hızla yayılır, seni yutmak için üzerine üzerine gelir. Aynı zamanda dört bir yanda seni altına alacak yapışkan, pis kokulu çöp dağları meydanda belirir, çağlayanlar birden durup devasa su kütleleriyle seni ezebilmek için ortaya çıkmanı bekler; siyah ayılar ve kutup ayıları yan yana durmuş korkunç pençelerini sana doğru uzatırlar. Açık mavi renkli, uçsuz bucaksız denizin ortasında yüzen bir buz parçasına kaçar ve bütün hayatın boyunca karşılaşacağın yalnızlığın tamamını bir kerede yaşarsın. Çünkü suçluluk duygusunu öğrenmişsindir.

İçinde bulunduğum alacakaranlıkta kızım eriyip benimle, bense annemle bir oldum. Erkekler, kocaman elli bir tek erkekte birleşti, çeşitli manzaralar eriyerek tek bir manzara haline geldi, günler iki yıla ulaşana kadar eridi, saniyeler topaklaşıp günlere dönüştü. Bunların içinde herşey hapsoldu ve hareketsiz kaldı. Ama böylelikle aslında herşey hazır hale geldi. Tüm yaşamım hareketsizce karşımda duruyordu. Olduğum, olabileceğim herşey içimdeydi. Ama başkalarının da oldukları ve olabilecekleri de öyle. Tüm bunların adı artık "ben"di. "Ben"in de benimle bir ilgisi yoktu. 

14 Ekim 2012 Pazar

Benim Karadenizde Batacak Gemim mi Var İbrahim?


Ağzından çıkanı kulağım duymuyor İbrahim. Duymayınca ağlıyor kulaklarım. Dünyamı boynuzlarının üzerinde taşıyan öküz gibisin İbrahim, yaptığın her hareket dünyamı sarsıyor, sarsılıyorum İbrahim umurunda olmuyor.

Göz gözü görmüyor İbrahim. Yokluğun batıyor gözlerime canım acıyor. Ne uluslararası kişileri önemseyebiliyorum ne de Kant'ı. Niyetlerim iyi halbuki İbrahim bir seni istiyorum. Kant beni bilse nasıl severdi, sen bilmiyorsun İbrahim. Yazdıklarım ya eline geçmiyor ya da kalbine. Senin kalbin neden böyle İbrahim?

Ömür boyu seni bekleyeceğimi ya da arayacağımı düşünüyorsan, düşüncesiz kal İbrahim! Güçsüzlüğümden beklemiyorum seni, gücüm bünyeme ağır geldiğinden bekliyorum İbrahim. İnsan haklarıma saldırıyorsun, saldırıyorsun da içim el vermiyor senden şikayetçi olmaya, suçlu bulununcaya kadar yıllarca göz altında kalmana. Sayemde özgür olduğunu bilmiyorsun İbrahim. Bildiğin tek şeyi de unut da mal mal aynalara bak e mi İbrahim!

Öldüğünden şüphelenmiyor değilim İbrahim. Ettiğim bedduaların birinden biri elbet tutmuştur diye düşünüyorum. En azından bir kolun kopmuş, bir gözün akmış diğeri şaşı olmuş olmalı. Bu halde sana kimse bakmaz İbrahim inat etme artık geri gel.Ya da gelme! Dolunayda kurt adam ol İbrahim! Rakı masalarına meze ol! Evinin önünde gözünü kan bürümüş at kafası düşmanları derneği toplanıp ateş yakmış olsun da sen de at kafası ol ortalarına düş İbrahim!

Senin duygu radarına girmek için illa ölmek mi lazım İbrahim?
Dünyanın ekseni kaydı İbrahim.12 santim yerinden oynadı sen bana bir santim bile yaklaşmadın. 
Mutsuz olalım ne var? Biz de mutsuz oluruz. Ben seninle mutsuzluğu da varım İbrahim. 

Bana yüzünü dön, bana yüzünü göster İbrahim.
İbrahim.

6 Ekim 2012 Cumartesi

Serin-Sesli

Motorların biri gidip biri geliyor. Insanlar, bir sürü. Saatimi bekliyorum.

Akşam olunca Kadıköy Rıhtım'da çalıp söyleyen adam Şu Metris'in Önü'nü söylüyor. Insanlar bir sürü.

Sırada ne var? Bilmiyorum. Sürekli rüyalar görüyorum. D.'nin çok güzel bir sevgilisi var. Öyle mutlu ve genç görünüyor ki. Içim acımıyor sanki. Arayıp da soramıyorum, öyle güzel görünüyor ki. Hep öyle çok güzel değildi, bazen.

Sonra? Sonrası saatin gelmesi. Ölü zaman. Ölü vakit. Ölü insan.

2 Ekim 2012 Salı

Kapalı-Boğucu.

"Düşünülebilen herşey açık seçik düşünülebilir. Söylenebilen herşey açık seçik söylenebilir. Ama düşünülebilen herşey söylenemez."

Sinirlerim bozuk.

20 Eylül 2012 Perşembe

Ömrümden Bir Cohen Geçti: 19 Eylül Leonard Cohen İstanbul Konseri

Büyüleyiciydi.
Büyülendim.

Başa dönelim.

FenerBahçe tesislerindeki konsere nasıl gideceğimi açıkçası tam olarak bilmiyordum. İnternet sitesinde Üsküdar'dan kalkan 16M otobüsünün mekana geldiği yazıyordu sadece. Bense otobüste durak kaçırma konusunda nam salmış biri olarak tedirginlik abidesi. Bir de heyecanlı, 20:30'da başlayacak konser için 17:30'da evden çıkabilecek kadar, içim içime sığmıyor.

Saate bakmaktan bir hal olmuşken yanıma gelip genç bir kadın oturuyor. Konser kitlesi hayal kırıklığı yaratıyor üstümde. O insanların neden orada olduğunu o an anlayamıyor oluşumu, konser anında daha büyük bir şaşkınlık katlayacak. Saat 19:00. Kapılar açılıyor. Bir hareketlilik. Yanımdaki genç kadınla konuşmaya başlıyoruz. Aydınlık bir yüzü var kadının. Hukukçu. Eşini zor ikna etmiş konsere gelmek için. Ben tek geldim, diyorum. Cohen aşkına...

19:30. Kapıya doğru gidiyorum. Son sigaramın son nefeslerini çekiyorum. Bu sırada sakinim. Otobüsle gelirken içimde taşıdığım heyecan bir süreliğine yok. Kapıdan geçiyorum. Devasa tesisin içine gidip oturmam gereken yere geliyorum. Oturuyorum da. Bir süre sonra yerimden kaldırılıyorum. Yanlış oturmuşum, diyorlar. Bunu tam da yanlarımdaki ve önümdeki insan oturduğunda burada boğulacağımı düşündüğüm anda yapıyorlar. Yeni yerimin bir yanı boş. Önü açık. Sahnenin tam karşısı. Mükemmel hissediyorum.

20:45. Cohen sahneye Dance Me to the End of Love 'ı söyleyerek çıkıyor. Mutluluk. Şaşkınlık. Hayranlık. Kaç yaşındasın. Bu ne kadar naif bir etki alanı böyle. Mikrofonu tutuşu. Vokalleri. Şapkası. Öne eğik başı. Ses sistemi kaygısı yok oluyor. Harika bir akustik. Ses kusursuz. Herşey kusursuz dinleyici kitlesini saymazsak.* Kusursuz.

Şapkasının altında kaçamak bakıyor arada hep, sanki sevgilisi var karşısında, utanıyor. Müzisyenlerinin sololarında şapkasını çıkartıp dinliyor, saygısıyla bir kez daha büyüleniyorum. Hepsini tek tek tanıtıyor ara verirken, öyle güzel şeyler söyleyerek. Sesi, vücut dili, duruşu, bakışı, şarkılarına başlayışı, bitirişi, herşeyini büyük bir hayranlıkla izliyorum. Karşıdaki iki büyük ekran yakından çektiğinde nereye bakacağımdan emin değilim, kafam karışık, harika hissediyorum, iliklerime kadar Cohen dolsun istiyorum. Etkisine çoktan girdiğim büyüsü hiç bozulmasın istiyorum.

22:30. Ara veriyor. Şaşkınlıkla yaşadığım talihsiz olayın** suratımda yarattığı utangaç gülümsemeyle salona, yerime geri dönüyorum. İnsanlara bakmıyorum hayır. Hiçbir şeyin moralimi bozmasına ya da sinirlendirmesine izin vermiyorum. Ben bütün içtenliğimle sahneye bakıyorum, hadi geri gelsin! diye.

Geliyor. İkinci bölümde sanırım dünyam etrafında dönüyor Cohen'in. I'm Your Man'i de Hallelujah'ı da bu bölümde söylüyor. Hallelujah'ta seyirciye dönmüş ışıklardan gözlerim kamaşıyor, orada bir yerlerde olduğunu bildiğim ama ışıklardan göremediğim Cohen'e karşı bütün içtenliğimle bağırıyorum: Hallelujah!

Söz konusu bislere gelince dilim tutuluyor. Bütün salon ayakta***, atlaya zıplaya çıkıyor sahneden Cohen. Suratımda olduğuna emin olduğum o kocaman, aptal, şaşkın sırıtışla bütün gücümle alkışlıyorum. Herkes alkışlıyor. Geri gel! Geliyor. Aynen çıktığı gibi, büyük bir sevimlilikle. Üç ya da dört bis! Dile kolay!

Ben, Cohen "Bu harika ülkeye barış gelmesini diliyorum" deyip gittikten sonra, doyabilmiş miyim, hayır, geri geleceğini bilsem on dakika daha bütün gücümle alkışlarım onu.

Çıkışta bilmediğim Ataşehir sokaklarında bir taksi bulmak derdiyle yürürken nerede olduğumu soranlara "sanki rüyadayım!" demem, hayır yalan değil. Hala öyleyim. Rüyadayım.

Şimdi bunları dinleyip dün geceyi tekrar tekrar yaşamaya çalışıyorum.
Hala rüyadayım.
Evet büyülendim.

Who by fire
Suzanne
Loved you in the morning
Famous Blue Raincoat 
Gypsy's wife
...

Ek: Alkım'ın yumuşacık yazısı için tık!
Cohen'le tanışmam 17 yaşlarında elime içinde Cohen, Hendrix ve Ben Harper olan cdnin geçmesiyle olmuştu. Hatırlamak da çok hoş..

---------
*Bir insan dinlemeyecek-izlemeyecekse neden o kadar para verip de Cohen konserine gelir, sırf gelmek için mi? Facebookta Cohen konserindeyim demek için mi? Anlamakta güçlük çektiğim hadi sen bir gösteriş budalası kendini kültürlü ya da zevkli zanneden bir gerizekalısın o karanlıkta elindeki telefonun ışığının insanları rahatsız edebileceğini düşünüp de utanmıyor musun hiç? Ve bir de vidyo çekme derdinde olan 1. ve 2. grup insanları vardı ki diyeceğim hiçbir şey yok onlara.

**Cohen Amca ara verince ben de kalkıp tuvalete gittim. Konser anında rahatsız olamayayım diye su-çay-kahve hiçbir şey içmediğimden konser sırasında bir sıkışıklık yaşamadım, şükür. Ama sanırım Cohen'in üzerimde yarattığı etki: WC yazısını gördüm ve içeriye girdim. Sıra sıra birler gibi dizilmiş adamları görüp ayılmam 180 derece dönmem ve karşımda o sırıtan çocuğu görmem. Öff! 

***Sanırım Cohen'in sahneden ilk çıktığında gideceğini düşünen insanlar, deli gibi vidyo çekmeye çalışanlar, sürekli telefonuyla oynayan kişilerdi. Geceye, 3buçuk saatlik konsere mükemmel bir bitiriş yapan Cohen'nin, salonun o coşkusunu yaşamadan çıkan insanlara acımam ben. Belli ki beyinsizlikten hüküm giymişler kimseye farkettirmeden. 

17 Eylül 2012 Pazartesi

"Nerden baksan tutarsızlık / Nerden baksan ahmakça"

Kötü.
Durumu özetleyen müthiş kelime bu: Kötü!

Beckett'ın Murphy'sinin içime oturmasında şaşılacak birşey elbette yok. Bu adam bizi delirtmek için yazmaya and içmiş vakti zamanında. Ama sonuçlar hep bir çuval dolusu cevapsız soru oluyor, ya da bir koca ağız dolusu küfür: Godot'yu da Murphy'i de...!!

Aslında erkenden uyandım bugün, 9 buçuk olmamıştı. Çok bile uyumuşum. Bir haftaya yakındır elimde olan kitabı okurken tekrar uyuyakalmışım. Sonra 12'ye doğru yine uyanıp 2'ye doğru tekrar uyumuşum. Uyandığımda günün yarısı bitmişti, kitap da bitmek üzereydi, bunun hoşuma gittiğini sanmıyorum. Başımdaki ağrı gözlerimden fışkırıyor. Yine de dünden iyi olduğumu düşündüm sanırım, en azından okuyabiliyor, kalkmak isteyebiliyorum.

Dünün gözde kelimesi: Berbat!
Kelimenin tam anlamıyla berbat!

Gelmeden önce "aile insanın kaçamayacağı ego savaşlarını yaşatan bir topluluktur" derken bugün "aile kürkçü dükkanıdır" diyebiliyorum. Dün bütün kayıplara rağmen arayıp ulaşamadığım babam, telefonunu açmayan annem, akşam peşpeşe seslerini duyurunca üzerimden, daha çok boğazımdan bir öküz kalktı.

Ben kötü bir insan değilim.
Yalnızca insanlara özellikle de haddini aşan insanlara tahammül edemiyorum.

Burada, evde eksik olan oyun şüphesiz satranç! Yine oynayacak birileri yok elbet fakat romanın koca bir sayfa dolusu hamle serişinin karşısında zihnimin kitlenmesi ve "bana bir satranç tahtası lazım!" diye hönkürmem en kısa zamanda ya bir tane satın almam ya da evdekini alıp buraya getirmem gerektiğini farkettirdi.

Şimdi, güneş salonu terkettiğinde ancak kalkıp çay yapabildim, ancak bardağa doldurabildim, ancak Behzat Ç.'yi kapatıp Bakunin ve onun göz dolduran yaşam hikayesini anlatan kitabı elime alabildim.

Sonuçta elimde hep bir kitapla kalakalıyorum ben. Hep daha fazla kırılmaz dediğimiz kalbin bir parçası daha un ufak edildiğinde sonsuz bir döngü içinde yaşamaya mahkum edildiğimizi ve gözleri kapatıp zihni temizleyip tipine koyulasıca Godot'nun gelmesini beklemekten başka çare olmadığını farkediyorum. Ediyorum da içim rahat ediyor mu? Gözlerimden fışkıran ağrı diniyor mu?

Eylül sonra.
Rüzgarlar estiriyor.
Yine de fazla sıcak.
Eylül gibi değil de sanki ... Zaten hiçbir şey olması gerektiği gibi değil.

Söylemek istediğim son şey çarşambayı bekliyor olduğum. Sadece 19 Eylül'e yatçaz kalkçaz yatçaz kalkçaz mesafesinde olduğumu düşünüp mutlu oluyorum. Başka da hiçbir şey yok.



13 Eylül 2012 Perşembe

"Yoksa hikayemizin benimle birlikte ölmesine göz mü yumacaksın?"

Şimdi ben buraya hayatıma yeni bir yazarın girdiğini, ona olan açlığımı, çıkmış bütün kitaplarını deli gibi edinme hevesimi, nasıl anlatayım cümlelerinin her birini tekrar okumamı, hayır ruhumun bu bölümüne daha önce hiç kimsenin dokunmamış olduğunu, bu yüzden O'nu herkeslerden sakladığımı, adını bile anmadığımı, kıskandığımı, "ulan! bu kadar acıtma!" deyişlerimi, hiç olmayacak yerde gözlerimin doluşlarını, ve tabii yine hiç olmadık yerde gülümsemelerimi hatta kahkaha atmalarımı ve bütün bunlara kendisinin incecik bir kitabıyla adım attığımı yazmak isterim.

Ama yazamam.


7 Eylül 2012 Cuma

"Çöl büyür: vay haline içinde çöl saklayanın..."



-Ariadne'nin Yakınması-

Kim ısıtır, kim sever beni daha?
Sıcak eller uzatın bana!
yürek mangalları uzatın bana!
Vurulup düşürülmüş, çırpına çırpına,
can çekişenler gibi, ayakları ovuşturulan,
sarılmışım, ah! bilinmeyen ateşlerle yana yana,
titreyerek, sivri buzdan oklar karşımda,
sen peşimdesin, ey Düşünce!
Adlandırılamaz! Açıklanamaz! Iğrenç!
Sen ey bulutların ardındaki avcı!
Yerle bir olmuşum senin şimşeklerinle,
sen alaycı göz, dikmişsin gözünü bana karanlıklardan!
Yatıyorum öyle,
kıvrılarak, çırpınarak, işkencesiyle
bütün sonsuz ezaların,
vurdun beni
sen ey zalim avcı,
sen ey tanınmaz -T a n r ı . . .
...


(En ağır yükü aramıştın;
işte, k e n d i n i buldun -,
şimdi de atamıyorsun kendini sırtından...)

Friedrich Nietzsche - Dionysos Dityrambosları

5 Eylül 2012 Çarşamba

Simeranya

"Ve hatıralar.
Gözlerimi yumuyorum.
Roman.
Belki on cilt doldurur, belki incir çekirdeğini doldurmaz. Ne istiyorsunuz? Aşkta musiki, sevgilinin vesika fotoğrafını kainat ebadında bir agrandismana çıkaran muhayyilenin objektifini bir anda açıyor. Meseleye bir türlü dönemiyorum. Neydi? Iki ihtimal: Aptallık veya aşkta yetersizlik. Beni tatmin etmiyor. Fakat aralarındaki yakalanmaz inceliklerin sezilmesi için hareket üsleri hazırlıyor.

Daha doğrusu her aşkın köhne ve ebedi meselesi içindeyim: "Beni seviyor mu?" ve " Ne kadar?". Büyük anne, hala, teyze, koskoca insanlar bunun cevabını beş yaşındaki çocuktan bile isteyecek kadar zayıftırlar. Bambino küçük ellerini derece derece açar, "Beni ne kadar seviyorsun?" sualine "Oda kadar", "Ev kadar", "Dünya kadar" cevaplarını verir. Sevgisini adamına göre derecelendirmesini ve ölçmesini beş yaşında öğrenmiştir. Koketrisi de vardır. Her zaman doğruyu söylemez. Cevabını menfaatine veya merhametine göre ayarlandırır. Büyüklerden daha büyük olacağı anı yaşamaktadır. Tahtından aşk ihsanları dağıtır. Bu çocuktan daha küçüğüz."

Peyami Safa-Yalnızız

28 Ağustos 2012 Salı

Acılı Olan Hangisiydi?

Konuşmaların gitgide etkisiz kalmasını artık büyük bir tepkisizlikle kabul ediyorum. Tüm kelimeler ağızdan çıkmak için sıralar halinde diziliyorlar ve ben sinirli bir hademe edasıyla "dağılın" diye böğürüyorum.

Gecenin bir vakti -hangi vakit kim bilir- uyanıp karşımdaki koca kitaplığa gözlerimi dikip içimden kendime sövmelerimi, sonra o küfürleri tekrar içime sokmaya çalışmalarımı şükür kimse duymuyor. Uyku, kendisine aşık olunduğunu bilen kibirli bir sevgili tavrı takınıp öyle nazlı geliyor ki, geldiğinde aşk maşk dinlemeyip iki tokat yapıştırasım geliyor.

Bazen adını koyamadığım Allahın belası o yeri, adını bilmediğim Allahın belası o adamı öyle çok özlüyorum ki, özlem bir kelime olarak anlamını yitiriyor. Sığınaklarım, kitaplarım öyle anlarda bitiyor ki hırsımdan hangi sandalyeyi parçalasam diye etrafı tararken yorgun düşüyorum, düşümde sandalyelerden düşüyorum.

Çoğu zaman o sarışın mavi gözlü Türkçe öğretmenime aşık olduğumu sandığım zamanlara dönmek istiyorum. Sonra hala bekar olup olmadığını düşünürken buluyorum da kendimi şaşırmıyorum. Artık o kadar çok saçmalıyorum ki kimse şaşırmıyor.

Issızlığın ortasında çığlıklar atıyorum. Delirip delirmediğimi soruyorlar, hiç utanmadan bir de soruyorlar.

Özümde iyi bir insanım. Özür dilerim.

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Güzelleme

"Bu çevirinin tüm yayın haklarını sahiplendik. Tanıtım alıntıları dışında -makul boyutlarda- izinsiz çoğaltılması ahlak kurallarına ve yasalarımıza göre suç sayılmaktadır. Böyle bir harekete kalkışmak istediğinizde önce bize sorarsanız uygar dünya adına seviniriz.

P.S.: Tüm fotokopi fanzinler, yukarıdaki açıklamadan bağımsızdırlar. Onlar istedikleri ALTIKIRKBEŞ kitabını veya metnini çoğaltabilir, bozup yeniden yaratabilirler. Okurlarımızı yasal dergileri değil "fotokopi fanzinleri" izlemeye çağırıyoruz. Onlar sizi uçurumdan aşağı itecek güce sahiptirler ve uçmayı öğrenmenin zamanı geldi. Yaşasın FOTOKOPI, Yaşasın KAOS."


"Özgünlük" diye birşey var. Sonrası iyilik, güzellik ve de tabii ki ölüm.

-------
"Pictor
Çığlıkların düzenlenmesi gerek, onları atanlar için bile gerekçeleri olması gerek, başka zamanlarda, başka ortamlarda,

Viator
yoksa, çığlığı atan kişi kendi katili olabilir, düşmanlarının maşası haline gelebilir.

Scriptor
Yapı, sanatçının kendi ölümüyle diyaloğudur.

Pictor
Söz konusu olan, ölmemektir.

Viator
Tam da, ölmek söz konusudur.

Pictor
Ölmeyi öğrenmek söz konusudur.

Scriptor
Yani resmetmek ölümü öğrenmek oluyor."

Michel Butor-Boşluk.

7 Ağustos 2012 Salı

Sorunsallaştırma




SERENUS: Kendimi incelediğim zaman, Seneca, bazı kötülüklerimin, üzerlerine elimi koyabileceğim kadar ortalıkta ve açıkta olduğunu, bazılarının daha gizli olup bir köşede pusuya yatmış olduğunu, bazılarının her zaman mevcut olmayıp aralıklarla tekrar ortaya çıktığını açıkça gördüm; ve şunu belirtmeliyim ki bu sonuncular, fırsat çıktığında insanın üstüne atlayan ve insana ne savaştaki gibi hazır olma, ne barıştaki gibi süngüleri indirme fırsatını veren gezgin düşmanlar gibi oldukları için açık farkla en belalılarıdır.

Gene de kendimi en sık içinde bulduğum durumda -neden seni bir doktor gibi görüp hakikati itiraf etmeyeyim ki?- nefret ettiğim ya da korktuğum şeylerden ne gerçek anlamda kurtulabilmiş oluyorum, ne de onlara köle oluyorum; içine düştüğüm durum en kötüsü olmasa da, şikayet edip huysuzluk ediyorum; yani ne hastayım, ne de sağlıklı.

Doğruyu Söylemek-Foucaut (s.119)

4 Ağustos 2012 Cumartesi

Ne diyorduk?

Hah! Yağmur. Hiç pis bir yağmur görmemiştim. Çamur yaptı bedenimi. Hafif kıvamlı bir sel ayaklarımın altından akıp giderken tahminim ayakkabılarım boyuyordu parmaklarımı. Çirkinliğimi katlıyorum da umurum da yoktu hiçbir şeyler. Sonrasında iyilik güzellik.

Sanırım bazı hikayelerin bana anlatılmasına müsaade ettim. Acı hikayeler. Can sıkan ve hatta göz yaşartan göz doldurucu hikayeler. Elimde değil, işlenmesi lazım bu yaşananların. Elimde olsaydı ellerimi kesip atardım.

Hani ölümden öte köy yoktu? Mezara soktun beni Gide!



31 Temmuz 2012 Salı

Akşamertesi

Sigara ağzımda öylece gökyüzünü izliyorum bir müddet. Sessiz. Şehir bana bu haliyle o kadar huzur veriyor ki alışık değilim. Ama yıldızları bu şehirde çok fazla göremeyişimizin nedeni çok ışıklı olmasıymış, yeni öğrendim. Yakında bunu birilerine anlatmalıyım.

-İçmeyecek misin? diye soruyor. Son günlerde sıkça izlediğim dizinin etkisiyle dilime yerleşmiş kabalık.

Sabah okuduğum kitabın o uzun zamandır rastlamadığım naifliğini düşünüyorum sonra. Aşk, uzun zamandır anlam kaybına uğramış gibi zihnimde, yeniden canlanıyor.

-Aşk diye bi'şey vardı ya...
-Hala var.
-Gerçekten mi?
-Yak artık şu sigarayı!

Kibritle yakabilirim bir şehri. Ama sigarayı yakmayı bir türlü beceremiyorum.

-Nasıl yemek yaptığını bilmesem beceriksiz olduğunu söylerim, ama sende bir tuhaflık var, diyor.
-Hadi "Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü?"yü izleyelim, diyorum.
-Nereden geldi aklına? diye soruyor.
-Çok zoru hemen yaparım imkansız biraz zaman alır, diyecektim sana. Oradan. Hı? İzleyelim mi?
Gülümseyişimi olumsuzlamak istemiyor:
-E hadi...

....

Ben hiç ateş böceği görmedim.


21 Temmuz 2012 Cumartesi

Toz

Radyo açık, dışarıdan da incir ağacı kokusu geliyor. Zaten kokusudur onu güzel yapan, mest olmuş bir haldeyim. Havanın hafifliği bir de...
 Bukowski'yi fırlattım elimden. Bir daha karşıma çıkması yürek ister.
Derdim Proust.
Elimden gelmeyenlerle başa çıkamıyorum.
 Telefonum hiç çalmıyor. Zaten ben de bir telefonum olduğunu hep unutuyorum.
Hep çok yorgun hep çok uykusuzum. Artık kabullendim bu hali, ne birşey bekliyorum ne arıyorum.
Zaman akıyor ben de izliyorum.
 İnsanlar hep çok uzak, hep çok başka. Hiç dokunamıyorum onlara. Belki iyi olmak için gereken tek şey insanlara dokunabilmektir.

 “Vaaz vermek değil niyetim.Duyduğumu söylemek.Söylemeye değer şeyler duyuyorum zira.Hayatı daha yaşanır kılmak için.Ya da belki sade ama sade anlatmak için.Sen anlat, dedi bana Tanrı.Anlaşılsın diye değil, hiçbir mükafat beklemeden anlat çünkü bir mükafattır artık bir anlatıcıya doğru düzgün anlaşılmak.Sen anlat! dedi bana Tanrı,Umudu hatırlatsın diye umutsuzluğu.Çareye yol açsın diye çaresizliği anlat.Ders verme, dedi kimseye çünkü hoca denmez öğrenmesini bitirene. Çırakları olan bir çıraktır usta olsa olsa. Sen anlat, dedi bana Tanrı, sen sade anlat.Vay başımıza ne geldiyse onu anlat.Sen anlat, dedi bana Tanrı, sen sade anlat.” *

Gökyüzünde öbek öbek bulutlar var. Çok geç kaldım. Çok geç. Hiçbir tesellisi yok hayatımın. Varlığımın yokluğuma üstün gelir hiçbir yanı yok. Gitmek istemem bile yıllardır aynı hala “nasıl”ını bilemiyorum gitme’min. Öylece duruyorum hem de hissiz.
Yalnızlık tercih dışı olduğunda insanı sefil ediyor. Akşam yemeğinin adı iftar olunca o yalnızlık daha çok iç kemiriyor. Ne yapmak isteyebilirim şimdi? Ne? Bilmiyorum.





--------------
* Bana Bir Şeyhler Oluyor - Yılmaz Erdoğan (Altan Erkekli)

19 Haziran 2012 Salı

Paul Auster - Kilitli Oda / New York Üçlemesi 3


Bir hikayeyi okutmak için başvurulan yegane yöntem merak duygusu uyandırmaktır. Çok okunan kitapların hepsi merak üzerine kurulan hikayeler anlatır dururlar. “Ne olacak acaba!” dan başka bir şey söyletmezler insana. Cümleler yalın değil basittir. “Geldi, kapıyı açtı, içeri geçti, oturdu” gibi sizi anlam açısından hiçbir zorluğun içine atmazlar. Oysa iş yapmış olmanın temel ilkesi –benim fizik dersim çok kötüydü be- enerji harcamaktır. Sadece gözlerle okunan bir kitap bir insana ne katar bilemem, unutulur gider ona şüphem yok. Ama öyle bir hale geldik ki toplum olarak, birşeyler okusun da, diyorken buluyorum kendimi, hiç okumamaktan iyidir. Öyle midir gerçekten?

O kadar yavan –yalın değil ama yavan- günler geçiyorum ki yok böyle bir saadet. Günler okuyup, izleyip, uyumakla geçyor. Bense başka bir şey yapmak için hiç çaba harcamıyorum. Bir hafta sonra Ege’nin sularına karışacağımı hatırlayıp gülümsüyorum.

Sonra Auster’ın Tüyap’tan aldığım kapağının rengi sevilesi kitabını okurken buldum kendimi. Bir ara yine okumak istemiştim de o kadar çok konuşuluyordu ki hakkında adamın, popüler şeylere olan uzaklığım sarıverdi beni, okumadım. Bunu bilerek, isteyerek yapmıyorum. İçim almıyor. Neyse.

Merak demiştim ya, işte bu kitabın da temelinde merak var. Ancak Auster kalemi güçlü bir yazar, kestirip atılmıyor. Aşıladığı merakı aşmaya çalışırken zevk alıyorsunuz. Cam Kent’i okuyalı epey zaman oldu, onda da aynı duyguları hissetmiştim. Sevmesem ne diye başka kitaplarını da alayım, değil mi? Evet Kilitli Oda’yı da sevdim. En çok adını sevdim, sonra kitabın rengini, hardal.

Ölümle birlikte herşey ölür, ölüm de başımıza her gün gelebilir. (s.7)

Öyküler ancak onu anlatabilecek olanların başından geçer. (s.30)

 “Ve yazmak istemediğini düşlediğinde, yazmak istediğini düşleme gücünden yoksundur; ve yazmak istediğini düşlediğinde de, yazmak istemediğini düşünme gücünden yoksunsundur.” (s.55)

 Hiçbir yaşam anlatılmaz. Ne denli çok gerçekten söz edilse, ne denli çok ayrıntı verilse, asıl söylenmesi gereken bir türlü söylenemez. (s.58)

 … hükümet karşı çıkmayacaktı çünkü bilmediği bir şey ona zarar veremezdi. (s.61)

 Bir de tüfek imalatçısının dul karısı Bayan Winchester var: kocasının tüfekleriyle öldürülen insanların hayaletlerinin gelip onun canını alacağından korktuğundan evine sürekli olarak yeni odalar ekleyen, gizli koridorlar ve saklanacak bölmeler oluşturan, bu sayede hayaletlerden kaçmak için her gece başka odada uyuyan bir kadın. Bu olayda komik olan şu: 1906’daki San Francisco depreminde bu odalardan birindeymiş, uşaklar onu bir türlü bulamadıkları için de neredeyse açlıktan ölüyormuş. (s.65)

 Sonuçta asıl sınav herkes gibi olabilmekti. Bunu başardığında, tek başına kalmışlığını sorgulamayı bırakacaktı. Yalnızca başkalarından değil, aynı zamanda kendisinden de kurtulmuştu. (s.84)

17 Haziran 2012 Pazar

Tomris Uyar - Yaz Düşleri Düş Kışları

"Bahar, yüzünü bir gösterse, gelinciğe keserdi bu bayır,
papatya kesilirdi tepeden tırnağa. 
Her gün bir daha bir daha biten ama hiç sona ermeyen, 
böyle içini karartan şeyler gelmezdi aklına. 
Düşlerden arta kalan tedirginlikler, havaya karışıp giderdi. "

Elif evime geldiğinde usulca elime sıkıştırıverdi Tomris Uyar'ın Yaz Düşleri Düş Kışları öykü kitabını. Nasıl sevinmiştim. Daha önce Tomris öyküsü okumamıştım ben ve Tomris benim için İkinci Yeni Akımı'nın karısıydı. Çok güzel gözleri vardı. Şüphesiz çok güzel bir kadındı. Turgut Uyar'ın soyadını taşıyordu, öyle anılıyordu, daha ne olsundu. Sanırım o ana kadar da daha fazlasını merak etmedim onun hakkında, ne yazmış, nasıl yazmış hiç düşünmedim.



Bir zaman sonra dün gece kitaplıkta dolaşan parmağım onun üzerinde durdu. İncecik narince bir kitap. Bir solukta okunurverir de öykü kitapları korkutmuştur beni hep. Öykü roman gibi sahiplenilesi bir tür değildir bana göre. Çok geç başladım öykü okumaya. Aramızda fazlasıyla mesafeli bir ilişki olmasının sebebi ben değilim, öykü türünün bizzat kendisidir. Öyküde okura çok fazla hakeket alanı yoktur çünkü, bize kalan çoğu zaman hayranlık duymak ya da "hadi beh!" demek olur. Daha fazla bir etkinlik alanı olmaz. Bunu bildiğimden ve öykü ağırlığının nicelikle değil nitelikle hesaplandığını düşündüğümden, o incecik -80 sayfalık- kitabı elime çekinceyle aldım. 

Uyuyakalmadan önce ilk iki öyküyü okudum, kahvaltıdan sonra da kitap bitti. Genel olarak hayal kırıklığı kadar yoğun olmasa da bir önce kaydımda belirttiğim o kitap bittikten sonra hissedilen doyum'u hissedemedim. 

Önyargım var mıydı, önce kendimde bunu sorgulamam gerekir. Turgut'u bilip de Tomris'i kıskanmayacak bir kadın var mıdır? Hele Cemal Süreya sonra Ülkü Tamer. Bir kadın bunu bilince önce bir durup "ne var bu kadında" diye düşünür. Ben kitabı bitirip kapattıktan sonra düşündüm. Gözlerinin çok güzel olduğunu söylemiştim. Çok iyi eğitim almış, edebiyat konusunda fazlasıyla donanım sahibi bir kadın Tomris. Eğer yaz gününde olmasaydık, güneş gözümün içine böyle akın etmeseydi de, o ışığı Tomris'in öykülerinde bulabilirdim sanırım. 

Tomris deniz ve yaz aşığı bir kadın. Bazısı gece'ye kaçar, bazısı kış'a, kar'a kaçar, Tomris deniz'e kaçmış. Yaz'ı sevmesinin tek nedeni olarak denize ancak bu mevsimde kavuşabiliyor olması gibi geliyor bana. Yoksa ışıl ışıl bir kadın değil o, Edgü'nün söylediği gibi o bir uyumsuz ya da aykırı. Yine aynı yazıda bu aykırılığın başka bir ülkede olmasıyla değişecek bir şey olmadığına değiniyor Edgü, öyledir, bazı insanlar muhalefet olmaktan beslenirler, hep yanlışları görürler. Bunun sonunca kimi içine kapanır, hatta intihar bile edebilir. Tomris elinden geleni, yazmak uğraşını seçmiş. Öykülerinde bir muhalif kimlik görmesem de kendini rahatlatma ya da gerçekleştirme yolu demek daha doğru olur bana göre. 

Kitapta içimi gıcıklayan şeylerden biri Tomris'in kahramanlarının çevresindeki insanları aşağılaması. 1950lerde Demokrat Parti'nin iktidar olmasıyla kırsaldan kente büyük bir göç başlıyor, ardından kültür karmaşası yaşayan bu insanların imdadına arabesk müzik yetişiyor. Tomris Uyar bundan fena halde rahatsız olmuş olacak ki sürekli bir aşağılama peşinde, bu insanlar ne anlar, demekten kendini alamıyor. Tepkisini gözümün önüne getirdiğimde o insanlarla konuşmak anlamak yolunu seçen bir kadın görmüyorum, bıyık altından laf yetiştiren gözlerini bayan bir kadın görüyorum, hiç hoşuma gitmiyor. 

Dokuz öyküden en çok kalbime yerleşen Oyun adlı öykü oldu. Kurgusu da, karakterleri de, başlangıcı da bitişi de, karakter arasındaki iletişim de çokça hoşuma gitti:
Hep aynı anlamda tökezleyen ilişkiler: Sen, sen olmasan. 
Rus Ruleti ise Tomris'e özgü nesir mi şiir mi olduğu biçimsel ve içerik olarak insanı zorlayan, ama kitabın en çekici öyküsü.

Tomris'i tanımaya başlamak çok güzel. Ve biten bir öykü kitabının ardından yazarı daha çok merak etmek ve diğer kitaplarını okumak telaşı içine düşmek de...

-Yalan söylemezsem çok korkuyorum, dedi Türkan. Yalnızlıktan korkuyorum. Sen akıllısın Mona Lisa. Bir yol göster bana.
Demin düşünüyordum da, bizim ülkemizde geçmişler ne kadar kısa süreli. Bizler, tarihimizi hep on ya da on beş yıllarla düşünürüz. 
Diyeceğim, bizim haklımız, sokağa on yılda bir dökülür. İnançları ve parası değer düşünüme uğratıldığında. 

Tomris Uyar - Yaz Düşleri Düş Kışları,
YKY, Mart 2008 

16 Haziran 2012 Cumartesi

Babil Kitaplığı - Jack London - Midas'ın Müritleri





Hayatın Kanunu adından anlaşılacağı üzre hayatın özeti bir nevi. Hem çok yalın çok da çarpıcı bir özeti. Bu kısa öykünün tamamını buraya yazmak gerçekten çok isterdim. Yaşam mücadelesi veren bir kavmin -desem doğru olur sanıyorum- göç etmek zorunda kalışı ve yaşlılarından biri olan KosKoosh'u geride bırakmalarını, Koskoosh'un hayatının ateşi için yanına bırakılan odunların bitmesi süresine bağlı olmasını anlatan bir öykü. Koskoosh hayatını, bir zamanlar neler yaptıklarını hatırlayıp, yaşamla ölüm arasında kalmış saatlerinde hayatın ne olduğunu düşünen bir bilgedir bana kalırsa.

Yüz Karası ise bir başka göndermesiyle sağlam öykü. Polonya bağımsız olsun diye mücadele veren bir guruptan gelmiş kürk ticareti yaparken işçilerine işkence eden, kırbaçlarken sakat bırakan ve hatta öldüren adamların gurup ellerinde işkencelerle can verişini anlatan bir hikaye. Son kişi olan Subienkow işkenceden kurtulmak için çok zekice bir yola başvurur. Bir ilaç formülü bildiğini, bu ilacın sürüldüğü yere bıçağın, hançerin, baltanın işlemediğini söyler. İlacı onlara verme karşılığında sadece canını istemez, balık ister misal, bir kız ister onunla gidecek, iki kayık ister. İlacı yapacak, ensesine sürecek, ensesine baltayla üç kez vurulacaktır. Hikaye çok hoş bir sonla bitiyor.

7 Haziran 2012 Perşembe

Gözaltı Torbaları ve İbrahim Arasındaki Müthiş İlişki

Kurgudur...

Ulan İbrahim, gözümdeki yaşları hiçe sayıyorsun, hala bana dönmüyorsun ya, Allahından bul İbrahim! Gözün yaşlarla dolsun İbrahim, sonra boğazına bir sızı yerleşsin, çay içerken bile için yansın İbrahim!

Gidişinin bilmem bu kaçıncı günü. Aslında biliyorum da İbrahim “deli karıya bak günleri tek tek saymış” deme diye bilmezden geliyorum. Senin o alaycı gülüşlerinin kurbanı olmaktan kaçmıyorum İbrahim, saçmalama! Yalnızca benden uzakta gülmeni istemiyorum.

Hani biz ayaktayken başım tam göğsüne denk gelmeseydi, güldüğünde dudağının kenarlarında çizgiler oluşmasaydı, sonra ellerin bir erkeğin sahip olabileceği en güzel eller olmasaydı ya da ne bileyim sakalların bu denli yakışmasaydı sana bunca mektup yazmazdım elbet. Ama Allah senin belanı versin İbrahim, herkesin bir kusuru var senin yok! Dönüşünü ummaktan başka bir şey gelmiyor bu yüzden elimden.

Dünya güneşin etrafında dönerken aynı zamanda kendi ekseni etrafında da dönüyormuş İbrahim, bunu biliyor muydun? Madem biliyordun benden neden sakladın? Dünyanın seni bana bir getirip bir götürmesinin, beni bir mutlu edip bir mutsuzluğun dibine itmesinin sebebi buymuş, dünyanın başı dönüyor midesi bulanıyor İbrahim. Bir sigara yakıp dünyanın ağzının tam ortasına oturtmak istiyorum. “İç birader iç! İyi gelir!!” deyip de sırtına pat pat vurmak istiyorum İbrahim. Dünyanın sen gittikten sonra bu denli ilgimi çekmesinin sebebini merak ediyorsan dön gel, anlatmazsam anam babam ölsün İbrahim.

Okuyor musun İbrahim? Bu yazdığım kaçıncı mektup. Postahaneye mektubu atmaktan geri geldiğimde posta kutusuna bakıyorum İbrahim, cevap gelmiş mi diye. Ama hiç cevap gelmiyor İbrahim, elleri mi kırıldı, düşünme, yazma, kalem tutma yeteneğini mi yitirdi acaba bu gerizekalı diye düşünmüyor değilim İbrahim. Sonra bir sigara daha yakıp posta kutusuna üflüyorum. Ben nasıl efkarlanıyorsam o da efkarlansın pezevenk! diyorum İbrahim.

Bizim sokağa çıkarken küçük çirkin bir camii var İbrahim, hatırlıyor musun? O camiide bir de bayrak dalganıyor hiç görmüş müydün? Hah işte o camii kadar çirkin, o bayrak kadar ait olmadığım bir yerde duruyorum İbrahim. Gel alsana beni burdan. Boğazım yanıyor, içimde bir yerler deli deli kanıyor, bir mendil bassana yarama İbrahim.

Putların hepsini ben kırdım, işin kalmadı yapacak, bana geri gelsene İbrahim. 

5 Haziran 2012 Salı

"Kurbağalara bakmaktan geliyorum"

Siz hiç akordeon sesiyle uyandınız mı?
Ben uyandım hem de çokça zaman. Neredeyse haftada birden fazla kez, eğer erkenden uyanıp okula gitmek zorunda kalmadıysam.
Dün gece birşey oldu. Bir sürü şey yazdım kafamda ben dün gece. Nedense gelip de bunları yazabiliyorum ama kaç gündür Bilge Karasu-Gece'yi yazmak istediğim halde yazamadım. Sonra harika bir film izledim, Emir Kusturica-Underground (Yeraltı)'ı yazamadım. Yine görmenizi istediğim fotoğraflar vardı, koyamadım. Bu arada çok güzel mektuplar aldım, onları bile yazamadım da gelip uyandığım anda günler öncesinde kaydettiğim sese bugün yenisini ekleyip buraya koyuyorum. Tuhaf değil mi?
Dün gece de tuhaftı. uyandığım anda başka bir şeydim. Nasıl demeyin öyleydim. Dün o dizi bitince uzun süre -ama saatçe değil, kendimce- yerimden kıpırdayamadım. Sonra düşündüm, düşündüm, düşündüm. Düşünürken evrildim sanıyorum. Odama geldim çünkü, pencereler açık yatmaya başladığımız zamanlar başladı da daha yorganı götürüp atamadım, üzerinde uyumaya başladım. Gece üzerimdeydi, esintisini, boşluğunu, karanlığını Gece'nin her bir zerresini üzerimde hissettim. Gece başımda nöbet bekliyordu. Hadi! der gibi. Tamam, dedim ben de, kabullendim, evet haklısın dedim kendime, haklıydım çünkü, bomboştu yaşadıklarımın hepsi. Saman alevi gibi. Telefonuma bakıp bakıp durmama sebep olan bir ayda sönen sözümona bir sevgiydi. Yıllar yıllar süren bir sevgiyi ararken karşıma bir ayda biteni çıkıyordu, delirmiş olmalıydım. Sevgi öyle birşey değil, dedim kendime, sonra hak verdim yine kendime. Aşık olduğum adam diye andığım adam aradıktan bir dakika sonra telefonu kapatabiliyor, hiç de umursamıyordu bu durumu. Tekrar aradığında ben yine açıyordum ona kapıları, ben çok seviyordum çünkü, ama onunki içinde bir yerlerde kaybolmuş birşeydi, belki sevgi bile değildi. Kendime bu konuda tek kelime edemedim bile, etmeye utandım, bu kadar olmazdı sahiden. Kendim çok haklıydım yine.
Neden sonra uyumuşum. Yine akordeon sesiyle uyandım. Baktım kendime. Şu an hayatımda olan hiçbir şey değişmesin, ben değişeyim, huzurlu olayım. Bu blog hayatımın son dört senesine şahit, birşeyler aradığım şu son dört yıl boyunca bulduklarımın hepsi ne kadar anlamsız. Ya yanlış şeyi arıyorum, ya yanlış yerde arıyorum. Sanırım her ikisi birden...

Bu arada bana mektup göndermek isteyen var mı? Varsa mail bana: aylakkedi-@hotmail.com , oradan adresi yazarım ben size.



27 Mayıs 2012 Pazar

Camus - Büyüyen Taş



Ama aşçı d'Arrast'ın elini tutuyordu hala. Bir duraksama geçirdi. Sonunda karar verdi:
-Ya sen, sen hiç söz vermedin mi?
-Bir kere verdim galiba.
-Fırtınada mı?
-Bir bakıma evet. Ve d'Arrast, sertçe elini sıyırdı. Ama tam geri dönüp gideceği sırada, aşçının şaşkın bakışıyla karşılaştı. Bir an duraksadı, sonra gülümsedi.
-Gerçi önemi yok ama sana söyleyebilirim. Biri benim yüzümden ölmek üzereydi. Sanırım yardım istedim.
-Bir şey adadın mı?
-Hayır. Adamak isterdim.
-Çok oldu mu?
-Buraya gelmezden kısa bir süre önce.
Aşçı iki eliyle sakalını sıvazladı. Gözleri ışıldıyordu.
-Kaptansın sen, dedi. Evim senindir. Hem sonra sanki kendin adamışsın gibi sözümü tutmama yardım edeceksin. Bunun, sana da yardımı dokunacak.
D'Arrast gülümsedi.
-Sanmıyorum.
-Çok gururlusun, Kaptan.
-Gururluydum, şimdi yalnızım. Peki söylesene bana, senin şu iyilik sever İsa'n hep karşılık verdi mi çağrılarına?
-Hayır, Kaptan, her zaman karşılık vermedi.
-Ee?

s.58
Camus'yü okumak bana her zaman iyi geliyor. Özellikle kendini her zaman belli edişine, buradayım bak, deyişine, oradasın evet, görebiliyorum, diyebilmeyi çok seviyorum.
Sonrası iyilikle güzellikler...

21 Mayıs 2012 Pazartesi

İhtiyarlar Heyeti.


Yine bizbize kaldık.Ben ve ben evet. Zaten daha fazlası hiç olmadı. Bu anlamsız, sinir bozucu, iğrenç arayışın, Hülya Koçiğitli Ediz Hunlu  klasik tatsız bir Türk Filmi kıvamında sözümona mutlu bir sonla biteceğine çok inanmıştım. Gerizekalı mıyım? Pek tabii. Oysa Aylak Adam’ı okudum. B., C.’nin yanından, önünden, arkasından öylece giderken, gerizekalı C. -misal ben- ya yanlış kişinin ardından gitti, ya B.’yi farketmedi ya da yetişemedi. Gerizekalı. Bana kalırsa bu içsel mücadelenin temelinde bebekliğin oral döneminde yaşanan bazı sorunlar yatıyor. Dudaklarını ve ağızlarının içlerini kemiren ya da yiyen insanların sorunu o döneme dayanıyormuş, o dönem bende bi’ bokluk olmuş, belli. Kim bilir ne! Mayıs ayında bu sene toplam okuduğum kitap kadar kitap okudum neredeyse. Hele son bir haftadır, bütün boşluklarımı, bütün nefretlerimi, ve bastırmaya çalıştığım sevgimi içime gömüp usulca kitaplarıma gömülüyorum. Bugün yeni bir yöntem geliştirip bütün bulaşıkları elimde yıkadım, bir saat boyunca bulaşık yıkadım. Bazan ne kadar uğraşırsam uğraşayım içseslerimden uzaklaşamıyorum. Yusuf! Atılgan Yusuf! Ey! Domatesli makarna yaparken bile C.’nin en sevdiği yemeği sorduklarında verdiği cevap geliyor aklıma. Gerizekalı! Sonra arkadan çalan şarkılar, yemin ederim, iç dağlayan şarkılar hep. Telefonumun ekranında küçük bir kız çocuğu. Elinde yumoşu. Öyle bir gülümsemiş ki! Tıpki Ahmet’in telefonda duyduğum ağlama sesinin ağlamama sebep olması gibi, o fotoğrafa her baktığımda şarıl şarıl ağlıyorum. Kabul, bu aralar çok sulugözüm. O kadar içten ve sakin gülümsemeyi ne zaman bıraktım? Ne zaman bu kadar umutsuz oldum? Hava ne ara karardı? Ayrıca akşam ne yiyeceğiz, ne okuyacağız? Bunlar büyük sorunlar.


14 Mayıs 2012 Pazartesi

Ağlamak / Abdesti bozmaz mıydı be şeyhim?


Bu içtiğim kaçıncı sigara bilmiyorum. İnsanlar gelip gidiyorlar. Hem koşuyorum hem gülüyorum. İçimdeki muhabbetleri kime anlatsam zarar ziyan o vakitler. Susma hakkımı kullanıyorum. İçim susmuyor: “Bak İbrahim, seviyorum anlıyor musun? Anlıyor musun? Bana bak! Bak bi’! Kül gibi. Seviyorum.” Karşımdaki en yakın arkadaşım. Evet o güzel olan. İçi de güzeldir bilmezsiniz. Öyle de samimidir. Bir sarılsam kimse yokken ağlayacağım. Yoo ama, burası hiç yeri değil. Sahi, bu yaktığım kaçıncı sigara bilmem. Midem de azdan hafiften bulanıyor. Neydi ona gönderdiğim şu öykü? Sevmiş miydi  İbrahim, sevmişti. Ya da beni sevmişti de benim diye sevmişti o öyküyü de. Kız mı varmış ne. Biri de “Senin beynini kuşa taksak” diyor, devamında gülmeler gırla. Ya da ben uyduruyorum. İçim susmuyor ki, canına yandığımın dünyası! “Bak  İbrahim, hani sen sevmiştin lan beni! Hani güzeldi gözlerim? Nerdesin şimdi bak burdayım, gözlerim de hala aynı? Göremiyor musun oğlum aynı işte!”. Basit sarı saçlı bir kadınla göz göze geliyoruz. Bizimkine el işareti yapıyorum: bu çay kap gel! demek. Bizim kültürde sigaranın yanında çay içilir ağalar! Kahve de güzel kokuyor doğru. Ne dedin? Çay bizim orda bir lira, kahve de bir buçuk mu ne. Zaten bizde çay içilecekse kimin parası varsa o çıkar. Bozuklukları da birinin önüne koyup omzuna iki hafif tokat atıp göz kırparız: genç adamsın lazım olur al şu on beş kuruşu! demek bu da. O güzel olan kız hariç diğerleriyle aramızdan su sızmaz değil. Ama inan olsun seviyorum diğer ikisini de. Tavla atarken idare ediyorlar beni nasıl sevmem! Güldürüyorlar bir de söyleniyorum okul bitsin çok ararsınız siz beni! diye. “O zaman benim içimde kıyametler kopuyordu, biraz da şaşkındım  İbrahim. Sen öyle kolayca sevdin de beni ben sevemedim işte n’olmuş?! Biraz zaman aldı benimki biraz gel-gitli oldu. Sineye çeksen bi’ yerinden mi eksilir? Sev ulan beni! Saçlarım da güzel. Biraz biçimsiz gülüyorum. Allah affetsin! Ama istemezsen gülmem bak. İstemezsen sigarayı da bırakırım neymiş!” İnsanların konuşacak ne çok şeyi var. Benim hep içimde. “Öff! S*ktir et şu aşk meşk işlerini!” diyor bizimki. Oğlum sen anlat dedin! diye çıkışmadıysam ne olayım! Haklıymış çocuk, diye ekliyor bir de. Ben de haksız demedim. “ İbrahim! Bak çok pişmanım! Anla biraz! Tövbe kapısı hiç kapanmaz benim inandığım dinde. Benim inandığım Allah merhametli olun! dememiş miydi? Sen hangi dine mensupsun mendebur! Hadi bak, yemin olsun üzmem seni. Tatlı tatlı bakıp, senden erken kalkıp kahvaltı hazırlarım. Elinin elimde olduğu o battaniyenin altında filmler izleriz kurban olduğum! Bir sabah namazına uyandırırsın beni. Orucu da birlikte açarız!  İbrahim! Dinlesene ulan!” İşleri varmış onların. Kalkıp gittiler. Benim neyime daha orada oturmak. Tutturdum otobüs yolunu. 18Ü geldi, bindim. Ama midem hala bulanır gibi hafif. Dondurma olsa yerdik bak bu serin havada. İçimdekileri de anlatırdım belki birine rahatlardım. Ama kimse yok. Kimse mi olmaz. Alt komşuya inip, hani ben yüksek sesle Ahmet Kaya dinlerken gelip beni uyarmıştınız, kızlarım ders çalışıyor demiştiniz, derim. Sonra içimi dökerim. Ayy yoook! Sizi de beklerim bizim evden deniz daha güzel görünüyor, sizinkinin bi’ esprisi yokmuş derim. Aman boşver. Zaten cadalozun teki o kadın. Hala ısrarla Cumhuriyet Gazetesi okuyor. İnanabiliyor musun? “Mektupların bunlar! Sen yazmadın mı lan bunları! Bak seviyormuşsun! Burda öyle yazıyor. ‘Se(si)ni Seviyorum’ yazmışsın! Yalan mı?  İbrahim bir ayda bir sevda biter mi? Bir ayda bir romanı zor devirirsin lan sen! Başka biri mi var yoksa? Herkes öyle söylüyor! Buldun mu birini bir ayda! Onu da sevdin mi doğru söyle! Ölümü öp doğru söyle öptün mü lan onu!!  İbrahim, öldüm, sevsene azıcık beni. Öyle derin derin olmasın varsın. Biraz sev.”
Çay demledim. Çubuk kraker de var, sigara da.
Haydi! 

10 Mayıs 2012 Perşembe


 İnsan uyanmak istemediğinde çok erken uyanıyor sanırım. Salondaki koltuktan hiç kalkmadım bütün gün. Olduğum yer kötüymüş de daha iyi bir yer de yokmuş gibi. Öylece yattım. Akşam olmak üzereyken kuş sesleri gelmeye başladı balkondan. Bir umut. Hiçbir şey hiçbir zaman hiçbir şeyin sonu değil. Yalnızca başka birşeyleri farketmeye aracı. Ölmedikten sonra okunacak çok kitap var.

Elimdeki kitapların hangi birinden bahsedeyim. İki haftadır hiç mektup almıyorum. Bana neden mektup yazmıyorsunuz? Düşüncelerimle adım adım markette buldum kendimi, muz aldım, bir de süt. Muzlu süt kalp kırıklarına iyi geliyormuş.

Sonra, evet, itiraf etmem gerekir ki sigara da aldım. Anladım ki hiç bırakmayacağım ben onu. Onu bana bıraktıracak ışığı hiç göremeyeceğim. Gömüldüğüm yerlerden çıkmaya çalışmak yerine o yerleri biraz ışıklandırmam gerek. Hepsi bu. çünkü böylece çabalarımın boyuna olduğunu görmem. Belki güneş bi’ gün çukurlarım için doğar. Kim bilir…

İçimdeki sesleri bastırmaya çalıştıkça daha da bir yükseliyor sesleri. Salıver gitsin! der ya dert anlatılan arkadaşlar. Ben de öyle dedim kendime. Salıver gitsin.

Şimdi ev muz kokuyor. Sonra gökyüzünde öbek öbek bulutlar. Sonra çok güzel şarkılar var bu hayatta. Hem okunacak çok kitap… Haydi şimdi bi’ daha, en başa dönelim. Gel bak bir elimde gökyüzü var hala.... 

1 Mayıs 2012 Salı

23 Yolu


Kimse de bilmez o kadının en çok sabahları uyandığında güzel olduğunu. Kimse de bilmez söylediğinde aslında ne düşündüğünü. Gülerken nasıl sahtekarlık koktuğunu, kimse duymaz. Kimse anlamaz küskünlüklerinde nasıl kalp kırıklıkları olduğunu. Kimse mi bilmez?

Godot, hala yok. Tek eksik o.

23 Nisan 2012 Pazartesi

korkma asker


Gökyüzünde uzunca kara bir bulut vardı sabah. Ağbime gösterdim, kendini yağmur bulutu sanıyor, diye güldüm. Gökyüzü açıktı ve ben onun beyazlığı değil de kara olmayı tercih etmiş bir bulut olduğunu düşünmeyi sevmiştim. Zeytinburnu'nda yangın çıkmış meğer, herhalde o dumanın gökyüzüne yerleşmiş haliydi bizim bulut, üzüldüm.

Sonra bugün 23 Nisan, artık çocuk değil miyim? Hayır ben çocuğum, yalnızca artık bayramlar kandıramıyor beni.  Biraz kafası bozuk bir çocuğum.

Gülten Akın sever misiniz? Ben sevmiştim Çocuğun Ölümü'nün son mısrasını bir mektup sayfasında okuduğumda, küçük, gerçek bir çocukken. Sonra... biliyorsunuz, kirlendi dünya.
alev sarısı rüyalar içindeyim
koymayan ellerimi gecelerden yana
pul pul dönüyor şekiller pul pul
şekiller... uçan uçana 
alışmak ister toprağa sükana
sallama beni sallama beşik
yavru kuşlar tomurcuklar için
buncağız mı sürer misafirlik 
esmer aydınlığında ağır
bir akşamüstünün gözlerim
meyveler almış rengini dudağımın
söyleyin söyleyin gülebilir miyim 
uyutmaz beni ninniler şimdi
ve gürültüler uyandırmaz
her şey sessiz
her şey dümdüz olsa ne gezer
saçlarım hala asi, hala yaramaz 
giderim gitmesine lakin
oyuncaklarım kimin olacak
beş vakit tuttuğu anneciğimin
kollarım kimin, parmaklarım kimin olacak
(Gülten Akın- Çocuğun Ölümü-1952)
Sonra güneş var gökyüzünde, odamı perdeler kapalıyken sarıya boyayan bir güneş. Öldürseler çıkmazdım yataktan ama ağbim geldi. Sevgiyle sarılan biri varsa evde, yatak batıyormuş insana. Sarılsın hep bana.

Kimin olduğunu bilmiyorum. Dumanlara saldı ruhumu. Aldı aldı, geri vermedi. Öldüm de nefeslere boğuldum. Yaktı. Güldüm. Hiç güzel bakan gözlerim de yoktu ki benim. Hep kapanayazan. Neyse ki bahçede yeşeren ağaca kuşlar konuyormuş. Martılar, kargalar, sonra kumrular, bir tane daha var, kocaman gagalı küçük bedenli, adını bilemedim. Ben kuşları tanımam. Kanatları yalnızca.

“Korkma asker
O bomba değil
Sadece kopmuş bir
Çocuğun kafatası.”
Dedi komutanı
Kahkahalarla güldüler
Cehennemin kapıları ardına kadar açıldı
Ve içeri buyur edildiler.
Burada ne gülünecek, ne de yaşanacak birşey var. Bana Yaradan'ı verin.

21 Nisan 2012 Cumartesi

Barış Bıçakçı - Herkes Herkesle Dostmuş Gibi...

YERE ÇAKILANA KADAR KANATLARIMIN OLDUĞUNA İNANACAĞIM!(s.30)

Ne kadar çok insan girdi hayatıma Ankara'dan. Ne kadar küçük ne kadar yoğun bir kitap. Bir sürü insan gördüm. Hala sanki her köşe başından onlardan biri çıkacakmış da yine Ankara oluverecekmiş buralar gibi.

Aşk ile edebiyat arasında bir tercih yapmış ve kendisini seçmişti. (s.30)

Ankara'nın kafamı kurcalamaya başlaması bundan bir sene kadar öncesine dayanıyor esasında. Daha önce hiç bir an düşlememiştim İstanbul'dan uzakta. Ama o zamanlar Ankara girmeye başlamıştı bir yerlerinden tutup zihnime. Ankara'yla nasıl olur, bilmem ki... Bugün Ankara üzerine düşünmeme, o zamanları hatırlamama sebep olan yine aynı adam. Barış Bıçakçı. O zamanlar bir sinema salonunda annem babam ve ağbimle izlediğim filmde, Çetin'le Ender'le girmişti kafama o şehir. Aynı Çetin aynı Ender, diğer onca insanla birlikte bu kitapta yine çıktılar karşıma. Anladım ki bazı şehirler kendi kendine güzeldir, bazılarını ise insanlar güzel yapar. Ve bazılarını ilk bakışta seversiniz, bazılarınınsa içinde yaşamak gerekir.

Başlangıçta atlayışlarını geri dönüşler yapmak için yapıyor sandım Barış Bıçakçı'nın. Sonra o kadar kalabalık bir hal aldı ki insanlar bir baktım birini görünce diğerini unutuyormuşuz. Bir karakteri sevmeye, merak etmeye başladığım anda ondan koptuk. Bunu bilerek yaptığını sanıyorum Barış Bıçakçı'nın. (Sırf biz mutlu olmayalım diye, pis herif). Bu kitapla, bu incecik kitapla beni İstanbul'dan alıp Ankara'ya taşıdığını görmek saygı uyandırıyor kendisine. Çok klasik olacak ama bunu öyle tanıdık bir dille yapıyor ki samimiyetine şaşıyorum kitabın. Hiçbir çaba harcamadan bu kadar güzel olunabileceğini unutmuşum sanki. Küçücük kitabın akışına yetişmeye çalıştım durdum hep, kabul hep geride kaldım ben. Bir önceki insanı/insanları merak ederken ben, başka hikayelere geçmişti o. O yüzden de bitirmek zaman aldı bu küçük kitabı. Yapmak istediği tam da buymuş gibi, başladığı hikayeleri ben devam ettirdim bir müddet kafamda. Derin nefesler soktu bu kitaba. Harcamak istemedim öyle bir solukta. İçime soktuğu o insanları onun bıraktığı noktada bırakmak büyük haksızlık olurdu. Onları bir müddet daha yaşatmayı uygun gördüm. Aferin bana. İyi bir şey yaptım.*



Kimi zaman öyle geliyor ki, hayatım boyunca katı hale geçemedim ben, durmadan masaların, koltukların, sehpaların altına ve yetişkinlerin ayaklarının dibine çöken, bereket versin havadan ağır bir gaz olarak yaşadım bunca yılı. Yirmi altı yılı. Ve bu yirmi altı yıl boyunca tek bir şeyi istedim, tek bir şeyin peşinden koştum, koş dedim ruhuma, koş alçak, koş pislik, o da koştu... Karşıma çıkan herkesin, kadın erkek, çoluk çocuk, herkesin bana aşık olmasını istedim. İşte benim basit gerçeğim! Ama artık, içkili ve kalabalık bir akşam yemeği hayal ediyorum. Açık havada, çıplak ampullerin altında. Güzel şeyler yiyip içmişiz. .nefis bir yaz gecesi. Masada kalan son kişi ben olmak istiyorum. Eşlerin birlikte kalkmasını seyrediyorum sessizce. Sonra erkeklerden yemeğe yalnız gelmiş kadınları evlerine bırakmalarını rica ediyorum. Masada tek başıma kalmak istiyorum. Rüzgârla sallanan çıplak ampullerin altında. Ağustosböceklerini dinliyorum ve bir parça kuru ekmek atıyorum ağzıma. (s.110-111)

12 Nisan 2012 Perşembe


***
Migren nöbetlerinin aura dönemlerinde en sıklıkla yaşadığım şey algı değişimidir. Kendimi bir anda bulunduğum ortamdan soyutlanmış hissederim. Elime birşey değdiğinde hissettiğim şey her zamanki gibi değildir. Sonra göz bozuklukları başlar. Biraz sonra hiçbir şey göremeyeceğimi bildiğimden algım değiştiği an kendimi bulabiliyorsam ışıksız bir ortama atarım, yoksa eğer yatağa, gözlerimi sımsıkı kapayıp muhteşem başağrımı beklerim uslu uslu. Göz bozukluklarımın bittiği, sevgili başağrımın geldiği zamanlarsa kelimelerle uğraşmaya başlarım genelde. Anlamlarını yitiriverirler çünkü. Konuşmak isteyince uygun kelimeyi bulamam, bulursam da o kelimenin seslerinin saçmalığı içinde hayretlere düşer, düşünmeye başlarım.

En çok uğraştığım kelimelerden biri "Eski"dir. Es-ki.
Şimdilerde ise "Aynı"ya takıldım. Ay-nı.

***
"David with the Head of Goliath" - Caravaggio
***
"S a y ı k l a m a l a r  içinde  uzun zaman  yaşanamazdı .  Ç o k  şey   v a d e d e n  ve hiçbir şey vermeyen bu dünyada gerilim çok fazlaydı. Sabırlarının sonuna gelmişlerdi. Bir gün, onlara bir s ı ğ ı n a k  gerektiğini anladıklarını sandılar."
*** 
Buraya yazmam gereken kitaplar var. Düşündüklerimi unutmamak için. 

30 Mart 2012 Cuma

"Beni Bütün Deliler Dışladılar, Akıllılar Arasında Yerim Yok!"

Hey akşam vapuru, sana mı kalır dünya?
Ben o yağmurlu iskeleye inmem. İnmem!**
Kadıköy.
Yağmur yağıyor.Sessizlik.
Sırası geldikçe yaşanıyor olaylar. Bazan sırası gelmeyen olaylar yaşanıyor, kırılıyoruz. Kırmızı soluklar alıp veriyorum. Böyle olmamalıydı.
"Yazamıyorum Elif."
Bazı cümleler kulaklarda çınlar. Bazı şarkılar dilinize sarılır, saldırır. Bataklık gibidir. Bazı şarkılarda tarih yatar. Sayfalarca yazılmış anı defterlerinden daha etkilidir bir şarkı.
Kadıköy.
Beni sev. Durdurup her insana emretmek istiyorum, gözüm yaşlı. Beni sev. Uykuları(mı)n Doğusu'sundayım. Beyaz soluklar alıp veriyorum.
"Gelmiyor musun?" "Gelmiyorum." Kesin mi?
Değil.
Kendimi mutlu olmaya ikna edebilirsem geleceğim. Ellerime güller alıp geleceğim.
Yağmur yağıyor.
"Ellerin üşümesin, cebime koy."

Mustafa'nın kitaplarla uğraşan ellerine bakıyorum.
Mustafa'nın ellerini takip ediyorum. Arada bir bana bakıyor.
Ellerinin farkında mı?

Bir şiirin sizin için anlamı nedir?
Bir Ahmet Telli şiirine sığınıyorum.
İnce parmaklı, güzel elli bir adamın el yazısıyla...

-------
*Müslüm Yücel - Edebiyatta Ölüm ve İntihar kitabının önsözünden.
**Ezginin Günlüğü - Kadıköy
***Nietzsche - İyinin ve Kötünün Ötesinde

24 Mart 2012 Cumartesi

Süleyman

Süleyman. "Deli" Süleyman. Hani yolun ortasında durup, elindeki bıçağı kaldıran Süleyman. Evet o Süleyman.
İnsanların "deli"lerle dalga geçmesinden nefret ederim ben. Hep öyleydi. Bayburt'un delileri meşhurdur. Halkı da sürekli eğlenir onlarla. Tabii iyilik de yapıyorlardır ama, normal insanlara yapamayacakları şeyleri yapıyorlar insanın içini burkan. Senin iraden dışında sana verilmiş olan, iradesi dışında ondan alınmış olandan üstün diye bu sana, kendi yapmayacağın şeyleri ona yaptırma hakkını vermez. Ama konu bu değil, konu Süleyman.

Çocukken çok ilgimi çekerdi, üstü başı kir içinde, küçük renkli gözleri, delici sabit bakışları ve en çok da kalem dolu cepleri. Elinde bir çantası hep. İçi kağıt doluymuş dediler. Sonra ben küçükken bıçağı yoktu diye hatırlıyorum, sonraları oldu o bıçak. Anılarımda kokutucu hiçbir yanını bulamadım ben Süleyman'ın. Niye kalemleri var ben çok sonra öğrendim. Süleyman'ın adını bile ben çok sonra öğrendim.

Süleyman ressammış vaktinde. Eminim iyi çiziyordur, ya da kendine has. Ne çizdi, ne için çizdi, nasıl çizdi, öyle merak ediyorum ki. 12 Eylül döneminde içeri almışlar. Süleyman'a işkence etmişler. Süleyman aklını o zaman kaybetmiş. İçim çekiliyor.

Sana öyle acı çektiriyorlar ki bir zaman sonra aklını kaybediyorsun. Düşünmek istiyorum, anlamak istiyorum, o acının neye benzediğini tahayyül etmek istiyorum, yapamıyorum. Hızlı hızlı atan kalbimle, dolmuş gözlerimle, sinirimden, hırsımdan sıktığım dişlerimle kalakalıyorum. Ne yapmış olabilir Süleyman? Aklından olmayı hak edecek ne yapmış olabilir? Nasıl bir fiziksel şiddete maruz kalmış olabilir? Peki ona nasıl kıymıştır bir "insan"? Sonraları peki, rahat uyuyabilmiş midir? Peki Süleyman'ın sevdikleri, Süleyman'ı sevenler? Bazı acıların adı bile çok acı. Hiçbir yere koyamıyorum. Belki düşünmeye devam etsem bir Süleyman da ben olurum, olsam ya.

Babama tespih vermiş Süleyman. Otururken getirmiş koymuş masanın üstüne. "A aaa! Neden?" diye şaşırıyorum, merakla parlayan gözlerim babamın sözcüklerine aç. "Ara ara para veriyorum ben ona. Herkesten para almaz Süleyman, benden alıyor. Belki onun bir minnet göstergesidir, bilmiyorum ki."

Bu ülke nice Süleymanlar harcadı da kazanamadı beş kuruş.
Ve en kötüsü devam ediyor insan kanıyla beslenmeye.

21 Mart 2012 Çarşamba

Faulkner - Çılgın Palmiyeler

Wilbourne, rüzgârda savrulan görünmez 
palmiye ağaçlarını, onların çılgın kuru hışırtısını 
duyabiliyordu şimdi.


Bazı şeyleri tekrar ettiğimin, sıkıcı olduğumun farkındayım. Halimden memnunum, sadece çay içip ordan buradan konuşup dünyayı kurtaracağımız birkaç kişi olsak bana yeter. Hepsi bu.

Nerelere vursam bu kafayı, tavrı içinde elimde milyon tane kitap, baharın gelişini aptal bir memnuniyetle karşılayan bütün insanların aksine oflayıp pufluyorum. Çünkü içimde birşeyler eksik kalıyor ışıl ışıl havalarda. Sonra yumurta haşlayıp, domates tuzlayıp yiyorum. Çay içmediğim günler su yetmiyor bana, hocam bir ara verin ben bir bardak çay alıp geleyim, diyen gözlerle baktığım hoca, iç sesimi duyuyor, on dakika ara veriyor. Hava soğuyana, içimi ürpertene kadar eve gelmeyi reddediyorum. Eve geldiğimde kitap okuyacak halim kalmıyor. Bütün mızmızlanmalarıma rağmen, iyiyim.

Faulkner kışın okunmalı. Bir dahaki sefere ki Ses ve Öfke. 

Faulkner’in kendi hayatıyla ilgili en çok hoşuma giden şey üç büyük savaşı görmesi sanırım, hem I hem II. Dünya Savaşları hem de Soğuk Savaşı görmüş üstad, şaka değil.

***
İnsan yapmak zorunda olduğu şeyi, elinde hangi alet varsa onunla, nasıl biliyorsa öyle, aklına yatan en iyi biçimde yapabilir ancak. Ve zannımca, bir domuz nasıl görünürse görünsün gene de domuzdur. Onun için hadi bakalım iş başına. (Uzun boylu mahkûm, Irmak Baba)
*** 
İnandırıcı olmak isteyen sesi, sanki ayrılık ancak vedalaşmanın ardından gelirmiş ve “hoşça kal” –zaman kalırsa eğer- ayrılmadan önce söylenen bir söz değilmiş gibi, sakin, ısrarcı ve ölçülüydü. (Çılgın Palmiyeler) 
*** 
“Aletler temiz değil miydi?”
“Temizdi.”
“Siz öyle sanıyordunuz.”
“Sanmıyor, biliyordum.”
“İlk denemeniz mi?”
“Hayır. İkinci.”
“Öteki başarılı mı? Ama bilemezsiniz.”
“Evet. Biliyorum. Başarılıydı.”
“O zaman bu başarısızlığı nasıl açıklıyorsunuz?” Buna, Onu seviyordum, yanıtını verebilirdi. Cimri bir adam da kendi kasasını zorlamaya kalksa, bunu yüzüne gözüne bulaştırabilir. Oysa bu iş için meslekten birini, kasanın kendisine aldırmayan, onun parayı içinde barındıran demir duvarlarına sevgiyle bağlı olmayan, usta bir soyguncu çağırması gerekirdi, diyebilirdi. Ama o sessiz kaldı …
*** 
Ancak hepsi bu kadar olamaz, diye düşündü. Olamaz. Ziyanlık bu. insan etinin ziyan olması değil; bundan her zaman yığınla vardır. Yirmi yıl önce ülkelerini korumaya, sloganlarını haklı çıkartmaya çalışan insanlar gördüler bunu –bedenlerin koruduğu ülkeler, onca bedenin yok olması pahasına korumaya değmişse elbet. Ama bellek. Belleğin varlığı bedene, ete bağlı değildir. Ancak bu da yanlıştı. Çünkü beden olmadan bellek, kendinin bellek olduğunu bilemez, diye düşündü. Hatırladığı şeyin ne olduğunu bilemez. Dolayısıyla şu bildiğimiz et, yani belleği çalıştırması gereken o zayıf, ölümlü beden olmadan olmuyor.

13 Mart 2012 Salı

Bulut Bulut Gökyüzü / İçimden Kuşlar Göçüyor - İ.Aral



Sahne I
İlk sahaftan iki kitap alıyorum. Kim olduklarını bildiğim adamlar. Sevdiklerim. Bir diğerinden bir kitap daha buluyorum. Adı güzel. Ama tanımıyorum yazarını. Yine de alıyorum. 10 liram kalıyor, onunla da Mustafa’dan alırım bir kitap, diyorum. Hava çok soğuk. Mustafa’ya gitmiyoruz.

Sahne II
Kitabı çekingenlikle okuyorum yatağımda. Çok fazla okuyamadan uyuya kalıyorum, yine de okumaya devam edesim geliyor. Kadın kendini öyle güzel analiz ediyor ki, şaşıyorum. Sonra kendimi aramaya başlıyorum cümlelerinde. Uykuya yenik düşmeden önce.

O gün ruhumda bir gedik açıldı. Bütünlüğüm parçalandı. Bir daha hiçbir zaman tam hissedemedim kendimi.

Uzun mektuplar yazarak geçirdim en güzel yıllarımı. Kendim sandığım birini ve yaşamımın en ince ayrıntılarını yazdım, dökülüp saçılan bir duygusallıkla. Uygun dili yakalayamıyordum bir türlü. Yan tutmadan, dilim dolaşmadan anlatamıyordum kendimi.
Şimdi de öyle.
Çünkü anısız o yıllar. Ne yerde ne gökte. Ne artı ne eksi, ne sıcak ne soğuk. İklimsiz.

Belleğin dili yok. Bellek birbirine açılan sonsuz resimlerden oluşuyor. Ama hiçbir şeyi unutmuyor. Hiçbir siyahı,  maviyi, beyazı ve bakışı, hiçbir duruşun kabalığını ya da anlatılmaz inceliğini. Ayrıntıları ve kırılabilecek her türlü nesneyi özenle biriktiriyor ve onların nasıl elde tutulacağını iyi biliyor. Bellek kimi zaman unutmuş gibi yapıyorsa bu acıyı yeryüzünden kaldırmak isteğindendir.

Sonraki sayfalarda kadın hasta. Benimse ellerim buz gibi. Kadının sakinliği bulaşmıyor hiç bana. Hayatında yaşadığı en acı anları öyle bir sakinlikle anlatıyor ki, fırtına sonrası bütün herşeyini kaybetmiş bir insanın, artık daha fazla ne olabilir ki, deyişini hissediyorum cümlelerinde. Bu hissizliğine anlam veremiyorum. Bu saatten sonra “okuma” dese bile biri, biliyorum, bu kitabı okuyacağımı, bitireceğimi, belki pişman olacağımı ama bu saatten sonra merakıma yenik düşeceğimi.  

Kadının ölüp ölmeyeceğini merak eder oluyorum. Hâlbuki kitabın ortasında bile değilim henüz. Tuhaf ruh hallerime bir yenisi ekleniyor, somut mantıksızlık. Ellerim hala soğuk.

Sahne III

Gece kitabın bir sayfasına bakarak oluyorum. Okumuyorum yalnızca bakıyorum. Kitaptan çekiniyor olabilirim, diye düşünüyorum. İnsan kitaptan neden çekinir.

Her boşanma önceleri ferahlıktır. Sonra hafta sonlarını beklersiniz.
Hüzün doludur çocuklarınızla kent parklarında, beyaza boyalı tahta banklarda çekilmiş fotoğraflarınız. Kolunuzu bir türlü tutamazsınız. Çolak çıkar eliniz hep. Acı sıvaşmıştır gülümsemenize. Çocukların, sizin aldığınız yeni pantolonları ya küçük ya büyük ama kesinlikle iğreti durur üzerlerinde.

Yaz tatilinde yürüyorum, yüzüyorum. Konuklar çağırıyorum eve. İnsanlarla birlikte olmayı hem istiyor hem de onları dinlerken sabırsızlanıyor, anlatacaklarını en kısa yoldan anlatamadıkları için içten içe sinirleniyorum. Ama bu konuda benim de pek başarılı olduğum söylenemez. Konuşurken sık sık düşünce akışım bozuluyor. Ne diyeceğimi unutmuş kalakalıyorum. Birden ilgisiz bir konuya atlamış olduğumu anlayıp utanıyorum. Suç bende değil, diye düşünüyorum. Neden bu kadar sıradan şeyler konuşuyoruz? Bu yavan şakalara ne diye gülüyorlar? Onların önemsediği konular beni neden hiç ilgilendirmiyor? Neden birlikte oluşumuz bu kadar anlamsız? Hepsi boş, oyun, avuntu… Peki ama başka ne olabilir ki?

Okuduğum güzel kitaplar kıskançlık uyandırıyor bende. Ben ne zaman yazmaya oturacağım?

Sahne IV
Mustafa kitapçıda yok. Başka birileri var. Çok insan var. Daha önce gördüklerim de var. Sakallı bir adam var mesela. Yeni (?) işe alınmış kadınlar var. Mustafa yok. Ağlayacak gibi oluyorum. Sonra bir yerde oturup çay içiyoruz. Suratım düşük toparlayamıyorum. Fincanımla oynuyorum. Ayağıma bir kedi dolanıyor. Çağırmadan gelmiş olması gülümsetiyor beni. Sarı sırtı beyaz göğsü güzel gözleriyle öyle şımarık. Ama olgun kedi. Ne yaptığını biliyor. Gülümsüyorum.

Kadınlık yazgısı çilelerle özdeş sayılıyor hala. Kadın belleği, kayıplar ve yitirimlerin ortak anılarıyla dolu. Öyle bir bellek ki bu, öncelikle kadınlar, birbirinin kişisel bütünlüğüne ve yaşama zevkine sahip çıkmada kıskanç ve acımasızlar. Yazgına sessizce katlan ve ağır ol, gözleriyle bakıyorlar hemcinslerine.

Dönüp geçmişimde büsbütün kurtulamadığım ne var, bir bakmak istiyorum. Beni zaman zaman içine çeken, pişmanlık ya da artık hiçbir biçimde özlem değil ama ödenmemiş bir borç gibi tedirgin eden o geçmişle ödeşmek ve hesabı kapatmak istiyorum. O sayfanın altına kalın bir çizgi çekmek ve yeni bembeyaz bir sayfaya geçmek.

Sahne V
Sabah kalkıp hazırlanıyorum. Dışarı çıkıyorum. Uzak olan yol kısaltılıyor. Kendimi rahatsız hissediyorum. Bir an önce bitsin, der gibi, neden, diyemiyorum. Kendimi kötü hissediyorum. Soğuk. Bulut bulut gökyüzü.

Kitaba artık bir ilgim yok. Bitmek üzere, keşke okumasaydım, demek için çok geç. Okudum bir kere. Düşünmeden çıkıyorum dışarı.

Çayım güzel. Demli. Ama çok sıcak. Soğusun istiyorum. İkinci yudumu içip masanın üzerine koyuyorum bardağımı.
“Çayı beğenmediysen kalkalım” diyor.
Ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Suratım düşüyor, toparlayamıyorum. Boz sırtlı beyaz göğüslü gözleri yuvarlak bir kedi biraz uzaktan bana bakıyor. Çağırınca geliyor. Onu seviyorum, gülümsetiyor. Geçiyor herşey. Ne zaman ağlayacak olsam bana bir kedi geliyor.
Gel de Allah yok! de.
Allah var.

***
Öz.

6 Mart 2012 Salı

Ardı Arkası.

Öyle çok uykum var ki. Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Bazı şeyleri bitirmeyi çok iyi beceriyorum. Bazı şeylerse pis bir yapışkanlıkla üzerimde. (... ile başlıyor sonsuza kadar sürüyor.)

Gözleri çok güzel bir adam, diyelim ki, çok güzel olsun gözleri, bakıp da görebildiği şeyler öyle sınırlı ki. Diyelim yeşil olsun, normalde, kapalı alanda da ela gibi olsun mesela, ya da kahverengi olsun, kopkoyu. Bana baksın, söyleyemediklerimi yüzümde görsün, ama göremiyor.

Çok uykum var. Elimde daha önce hiç okumadığım bir yazarın kitabı. Böyle zamanlarda hep "D. olsa arar sorardım" derim. Sahaftan beş liraya aldığım kitaplarıma bakıyorum şimdi. D. yok, ben soramıyorum.

Sonra elimden bir türlü bırakamadığım -.....min- Ekmek Arası uykumu bölüyor. Ben o kitabı bitireli seneler oldu -oldu mu?- niye başkaldırışını şimdi yapıyor? Hem sonra Putin'i sevdiğimi inkar etmiyorum.

İnanın çok uykum var. Komşunun kızı okumalarını sesli yapıyor. Ben kitap okumaya çalışıyorum. Onun sesi geliyor. Benim başım ağrımıyor. Ama çok uykum var. Elimdeki kitabın okunmaya değer olup olmadığını bilmiyorum. Bu yüzden canım sıkılıyor. Soracak birini düşünüyorum. Bulamıyorum.

ol ma yan ke li me ler ajandamın sayfaları dolu dolu. Bazı günlere "Ölü Günler" yazılı. Olsun, dolu ya. Hem hava çok soğuk, ben yorganımın altında kalayım.

Ama biri bana bu kitabı oku desin, ya da okuma!
Ama komşu kızı sussun, ben hiç sesli okumuyorum.
Ama ben uyuyakaldıktan sonra biri ışığı kapatsın.
Ama gözleri çok  ..

27 Şubat 2012 Pazartesi

Uyuyan Kadın -V-

Yine böyle bir günde, biraz daha önce, biraz daha sonra, bir şeylerin yolunda gitmediğini, açık konuşacak olursak, yaşamayı bilmediğini, hiç bilmeyeceğini şaşırmadan keşfediyorsun.

Hayır sen kötü bir insan değilsin. Hiçbir zaman kötü bir insan olmadın. Karar vermekte zorlanmaların insanlara zarar veriyor ama en çok sana. Hiçbir insanla tanışmak istemiyorsun artık. Sen istemedin ki gelsin yanına. Sen istemedin seni sevmesini. Sen değildin.

Gözlerin sızlıyor. Mutsuz değilsin. Umutsuzluğun dibini görüyorsun. İnsanlar sana ulaşmaya çalışıyorlar. Cümleler kuruyorlar. Yapman gereken şeyleri söylüyorlar. Olman gerekeni söylüyor bazısı. Bazsısıysa hiç olmadığın ama olduğuna inandıkları kadını anlatıp duruyorlar. Hiçbiri aslında senin ne istediğini, ne hissettiğini, neyin hayalini kurduğunu, neyi beklediğini sormuyor. Kimse seni dinleme zahmetine girmiyor. Sen uykuya sığındığında, o adamı* hatırlıyorsun, uyuyamayan o adamı. Sen bir şekilde uykuya sığınıyorsun. Tavandaki çatlakları sayan o adamsa uykusuzluğun pençesinde kıvranıyor. Sen ölmemek için direniyorsun. Bütün davranışların basite çalıyor. Sen kendini görmemek, yaptıklarını ve en önemlisi yapmadıklarını bilmemek için gözlerini kapatıyorsun. Ve bilincinin gözlerini de.

Uyandığında herşeyin değiştiğini görmek istiyorsun. Etrafına baktığında anlamlı gözler görmek istiyorsun. Her seferinde daha büyük oluyor hayal kırıklığın. İnsanlar sabahları, güneş ışığını neden sevmediğini anlayamıyorlar. Seni damgalamaya çalışıyorlar, karanlığından dem vurup bir de seni o kuyudan çıkaracak yolları önüne sunuyorlar. Lütfediyorlar. Miden bulanıyor. Uzun zaman sonra, vurdumduymazlığın perdeleniyor, uzun zaman sonra miden bulanıyor. Uyuyamıyorsun. Gözlerin sızlıyor. Ağlamak istiyorsun. Ağlayamıyorsun.

Miden bulanıyor.
Çığlık atmak istiyorsun. Sesinin sonuna kadar bağırmak istiyorsun.
Ama olmuyor.
Bir şekilde. Hiçbir şey. Olmuyor.

Sen bir aylak, bir uyurgezersin, bir istiridyesin. Tanımlar saatlere, günlere göre değişiyor ama taşıdıkları anlam az çok belli: Yaşamanın, harekete geçmenin, birşey yapmanın pek sana göre olmadığını hissediyorsun; sadece sürüp gitmek istiyorsun, sadece bekleyişi ve unutuşu istiyorsun. 

*