22 Aralık 2010 Çarşamba
Uyuyan Kadın II
6 Aralık 2010 Pazartesi
Nastasya, canım…
4 Aralık 2010 Cumartesi
Murat Uyurkulak - TOL
Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.
Saraylara merakla bakan sivil çocuklar hatırlıyorum. Geniş caddaler arşınlayan kavruk adamlar, böğürtlen yiyen kara kadınlar, sert laflar gezdiren kuru ağızlar…
Annemin ağzı fazla bozuktu.
Herhalde sadece benim korkmadan bakabildiğim, baştan başa izlerle kaplı yüzümün ortasında, buruşuk bir yaraya benzeyen ağzını açar ve her seferinde aynı şeyi söylerdi: “Bizi düzdüler. Çocuklarımızı da düzecekler. İçlerinde ne kadar tarih, dua, silah ve dahi şan varsa üzerimize kusacaklar…”
Annem biraz kaçıktı. İlkokula başlamıştım, intihar etti.
Ben babasız da bir Yusuf’tum. Konsey’i gözümle gördüğüm sabah, uslu ve yaşlı bir çocuktum. Yatağımı ıslatmıştım yine. Utangaç bir serinlikle uyandım. Perdeyi araladım ve yetiştirme yurdunun kapısında bekleyen ufak tefek askeri seyretmeye koyuldum.
O askerin üniformasında, sonradan bütün hayatımı boydan boya çizecek, haki bir bıçağın bilenmeye başladığını nereden bilecektim? Çiş kokusu hoş bir kokuydu, haki tuhaf bir renkti. Hep yarım kaldım, hiç tam doymadım, tam bağırmadım, tam dokunmadım. Bıçak ryhymda dehşet bir fısıltı gibi ilerledi ve ben tam ortamdan yarıldım. Ruhuma bir hayat yakıştıramadım.
Oysa o sabahtan önce ben, henüz ruhu bütün bir Yusuf’tum…
26 Kasım 2010 Cuma
Her Varoluş Kendisiyle Birlikte Ölümü Getirmiyor mu?
31 Ekim 2010 Pazar
Paris Sıkıntısı - Baudelaire
“Söyle, anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok, anneni mi, babanı mı, ablanı mı yoksa kardeşini mi?
—Ne annem, ne de babam var, ne ablam ne de kardeşim.
—Dostlarını mı?
—Anlamına bu güne kadar yabancı kaldığım bir söz kullandınız.
—Yurdunu mu?
—Hangi enlemdedir, bilmem.
—Güzelliği mi?
—Tanrısal ve ölümsüz olsaydı, severdim.
—Altını mı?
—Siz Tanrı’ya nasıl kin beslersiniz, ben de ona öylesine bir kin beslerim.
—Peki, neyi seversin öyleyse sen, garip yabancı?
—Bulutları severim… işte şu… şu geçip giden bulutları, eşsiz bulutları!” s.5
Çok mu içmiş?
28 Ekim 2010 Perşembe
Sıkıntısını alıp başına çalmalı. Gözlerine iğneler batırmalı. Parmak kemiklerini ince ince kırıp, karşısına geçip kahve höpürdetmeli.
Eller, başlar, düşünceler, kırmızı bir ruj, kaçan vapurlar, rüzgâr, yağmur, şarkılar… Hem de ne şarkılar.
Birşeye tutunmalı, birşeye. Tutunmalı, sarılmalı, sanki parçaymış gibi. Ama birşeye. Konuşmayan, sürekli dinleyen birşeye, aldatmayan yalan söylemeyen birşeye. Tutunmalı.
Gündüzler güzel.
Geceler şaheser.
Sigaralar ağır ve şarkılar… Hem de ne şarkılar…
Hayalkırıklıklarımı duyabiliyor musunuz?
Gülümsüyorum, hiçbir şey olmamış gibi. Daha yeni doğmuş gibi, hiçbir şey yaşamamış, hiçbir şey görmemiş gibi. Ve olabildiğine kaçıyorum, ağzı, yüzü, gözü olanlardan. İğrenç bakıp, pislik kusanlardan. Adı her neyse. Tanrıya sorular biriktiriyorum. Bazen oturup tek tek soruyorum. O da cevaplarını mı hazırlıyordur?
Bu uzaklık iyi. Bu uzaklıktan herkes iyi.
20 Ekim 2010 Çarşamba
Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi?
“Saat tam üç, üççeyrek olmuştu ki, Pollak Henri ve arkadaşı ( adına gerek yok, hiç tanımazsınız) piyasaya çıktı. Aramızda hala konuşacak gücü kendinde bulanlar dirsekleri üzerinde şöyle bir doğrulup, işlerin nasıl gittiğini sordu.
Bunun üzerine öyle karmaşık, öyle karmaşık bir anlatıya giriştiler ki, Ecole Normale Supérieure Çocuk Bakımı Fakültesi giriş sınavı (195. birleşik seçme-yerleştirme sınavı) sırasında adaylara sorulan paragraf anlamı sorusundaki Claude Simon’a ait parça bu anlatımın yanında Isaac Benserade’ın ünlü altı mısralık şiirinden bile daha dolaysız ve düz kalırdı. Karşılaştırma açısından uygunluğuyla yarışan bir zerafete sahip olduğu için bu şiiri tam metin olarak alıntılama zevkinden kendimi alıkoyamıyorum:
Armut mu alsam peynir mi yoksa
Kararsız kaldı biçare Kalbim:
Armudu alsam,
Peynirim olmaz;
Peyniri alsam,
Armudum olmaz.” s.63
“Ey edebiyat! Senin o kutsalların kutsalı süreklilik aşkın yüzünden ne ezalar, ne cefalar çekiyoruz!” s.30
15 Ekim 2010 Cuma
...
Ellerim buz gibi kitap sayfası çevirdikçe titriyorum, ağbim kombiyi neden yakmadığımı soruyor. Bir an duraksıyorum, bunu neden düşünemediğimi düşüyorum. Kalkıp açıyorum kombiyi. Isınmayı bekliyorum, sayfalar geçiyor. Uyukluyorum. Uyandığımda ellerimin üstüne yatmış buluyorum kendimi, kansız kalmışlar, uyuşmuşlar, sayfalar kırışmış. Isınamıyorum.
...
Gece. Canım acıyor, uyanıklıkla uyku arasında bir yerlerdeyim. Canım acıyor, gözlerimi açıyorum. Canım acıyor, uyanıyorum. Canım acıyor, kalkıyorum. Canım acıyor, dolapta süt arıyorum. Canım acıyor, aradığım hiçbir şeyi bulamıyorum. Canım acıyor. Ağlıyorum, küfürler yağdırıyorum sevdiğim adama. Dizi açıyorum, izleyip ağlamaya devam ediyorum. Acım diniyor. Yatağa gidiyorum. Yatıyorum. Uyandırılıncaya kadar uyuyorum.
...
Ezan okunuyor, anahtarımı arıyorum. Yorgunum. Bütün bir günü aylaklık ederek, fotoğraf çekerek harcamışım. Elimde poşetlerim var, içinde kitaplarım var. Heyecanlanıyorum. Biri hediye paketine sarılı. Huzurluyum. Eve girince ellerimin buz gibi olduğunu fark ediyorum. Günlerdir hiç ısınmadıklarını düşünüyorum. Yatağımın üstünde kargo poşeti görüyorum. Seviniyorum, açıyorum, içinden Demir Özlü çıkıyor, sevgilimin “not alırsın belki okursun” dediğini hatırlıyorum. Gülümsüyorum. Oturup okuyorum yatağımda.
Uyuya kalıyorum.
Rüyanda görsen inanma.
10 Ekim 2010 Pazar
7 Ekim 2010 Perşembe
Fernando Pessoa - Şeytanın Saati
“Bu dünyaya ilişkin, bayan, üç değişik teori vardır – her şeyin Raslantı eseri olduğu, her şeyin Tanrı eseri olduğu, her şeyin düzenlenmiş y ada birbiriyle kesişen bir çok şeyin eseri olduğu. Genellikle, duyarlılığımızla uyum içinde düşünürüz, böylece bizim için her şey bir iyilik ve bir kötülük sorunu haline gelir; uzun zamandır, bu yorum nedeniyle ben, şahsen büyük iftiralara uğruyorum. Şeyler arasındaki ilişkilerin -şeylerin ve ilişkilerin var olduğunu kabul edersek- bir tanrının ya da bir şeytanın veya her ikisinin birden açıklayamayacağı kadar karmaşık olduğu, sanırım kimsenin aklına gelmedi hiç.” s.31
“Sizler insan olma üstünlüğüne sahipsiniz ve ben, bazen bütün bu Dipsiz Derinlik yorgunluğumun derinliğinde, ocak başında ailecek geçirilen bir gecenin dinginlik ve huzuru, biz tanrılarla meleklerin, özümüz gereği mahkum olduğumuz bu sır metafiziğinden daha hayırlıdır diye düşünüyorum. Kimi zaman, dünyaya bakmak için eğilip de, limandan çıkan ya da limana dönen balıkçı gemilerinin yelkenlerini uzaktan gördükçe kalbim, tanımadığı bir ülkeye düşsel bir özlem duyuyor. Hayvani yaşamlarında uyuyanlara ne mutlu - şiirle örtülü ve sözcüklerle açıklanan özel bir ruh sistemi.” s.35
1 Ekim 2010 Cuma
Eylül Sızıntısı - Son Damla
"Lütfen eve dönelim" diye başlayan şarkı "sokak soğuk" diye devam ediyor.
Ne yaparsan yap, bir çıkış bulmuş gibi rahat hissetmeyeceksin kendini. Eksikliği üzerinden atamayacak, aramakta olduğun şeyi bulamayacaksın. Yalnızca bazen vazgeçeceksin. Artık olmayacağını kabulleneceksin. Kendine döneceksin.
O adam hayal. Dahası yalan. Hiç de gerçek olmadı. Olamadı. Onun elinde değildi, senin elinde de değildi. Ve sen elinde olmayan şeylerden nefret edersin. Koşma, konuşma. Biraz dur. Sadece dur.
Çalmayan telefonlardan, açılmayan kapılardan, kuruyan ekmeklerden ve soğuyan kahvelerden nefret etme. Ağzına götüremeden sönen sigaralardan nefret et. Okumadan sararmış kitaplardan nefret et. Aynadan nefret etme. Aynadakinden nefret et.
Gece üstünü örtemiyor artık. Açıyor, saçıyor, korkutuyor, yıpratıyor. Köşelere kaçıyorsun, çömelip başını bacaklarının arasına sokuyorsun. Uyuyorsun. Gözlerin açık, bilincin açık, duyuların ve duyguların açık. Uyuyorsun. Ağlıyorsun. Soğuk. Yalnız. Issız. Sürekli. Bitebilir mi? Çıldırabilir misin?
Onları ordan oraya savuran yollar nerde? Kendini bir yolun üzerinde bulsan belki yürürdün, o yollar nerde? Kokuşmuş bir etin üstündeki sinekler gibisin. Amaçsız, iğrenç.
"Başka sözüm yok!"
26 Eylül 2010 Pazar
16 Ağustos 2010 Pazartesi
House’u vurdular. Bir bölüm hayal mi gerçek mi olduğunu anlayamadığımız olaylarla geçti, bölümün sonunda House’u ameliyata götürüyorlardı. Öyle bitti. Sezon finali. Diyorum ki iyi ki geç izlemişim, o bölümden sonra aylarca ne olduğunu beklediğimi düşünsene. Çok şükür, supanekedinimizamin.
Ne diyorduk, evet insanlar ikiye ayrılır, onlar ve biz, bekleyenler ve bekletenler. Zamana her bir dakikada küfür edenler ve vaktin nasıl geçtiğini anlamayanlar, yıprananlar ve yıpratanlar, önemseyenler ve umursamazlar.
Muhteşem Gatsbyler ve Sıradan Daisyler…
12 Ağustos 2010 Perşembe
Perec - Özlü // Varolma İkilemi
Kendi gerçekliğinden başka, süren yaşamının, soluk alıp verişinin, adımlarının, yaşlanışının gerçekliğinden başka bir şey tanımıyorsun. İnsanların gidip geldiğini, kalabalıkların ve şeylerin oluşup kaybolduğunu görüyorsun; gözlerin aniden ona dikiliyor, geçip gidiyorsun: Sen ulaşılmazsın.
Perec-Uyuyan Adam-s.66
Aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından. Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Kentlerden geç. Sınırları aş. Gülüşlerden geç. Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez, kahvelerde otur -artık hiçbir yerdesin.
Özlü-Kalanlar-s.19
4 Ağustos 2010 Çarşamba
Tezer Özlü'nün Ekseni Etrafında
Yaşamın Ucuna Yolculuk kayıp bir kadını anlatır bana kalırsa. Tutunamayan, ama zaten düşmeyen bir kadını. Her yerde olup, hiçbir yerde olamayan kadını. Severler onu bugün, bu gece. Peki yarın? Yarını düşünen var mı? Hoş, kendisi düşünmüyor ki en başta.
Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde üşünmüyor, aksi gibi çok sıcak. Boğulabilirsiniz. Sıcaktan. Dayanılır gibi değil. Deli misiniz? Deli damgasını hiç yediniz mi? Dışarıdan birinden değil, kendinizden? Ben deliyim. Sen? Olmuyor bazen. Bazen katlanması, algılanması, algılamaya veya katlanmaya çalışması çok zor oluyor. Ah, Tezer. Sus biraz n’olur.
Herşeyin Sonundayım. Bir kadının kendisine en yakın gördüğü insana bütün samimiyetiyle yazdığı mektuplar. O kadar saf ki bazen gülümsüyorsunuz. O kadar yumuşak yumruklar sallıyor ki, “böyle olmaz” diyorsunuz. “Yumruk atmasını öğretmeli biri ona”. Bütün bir kadın Tezer, her zaman öyle. Deli bide. Benden çok.
Kalanlar var bide. Tezer’den kalanlar. Önsözün altında “F.E” yazıyor. Herşeyin Sonundayım’ı okumasaydım Ferit Edgü gelmezdi aklıma elbet. Tezer’den kalanları okumak hiç kolay olmadı açıkçası. Hele bu kadar yakın olmuşken ona. İçselleştirmişken sözcüklerini, cümlelerini, düşünüş biçimini; kavramışken… Ne bırakmış olabilirsin ki geriye.
Kendi yokluğumu fark etmem bu noktada gerçekleşiyor. Son sayfasında Kalanlar’ın. “Neden?” diye sormaktan korkuyorum. Başlangıç için çok zor bir soru olacakmış gibi. “Şimdi” diyebiliyorum sadece. Ya da “Belki”. Beni duyabiliyor musun, Tezer?
Tam bir çılgınlık bu kadar yoğun bir şekilde Tezer Özlü okumak. Uzak durun. Bunlar bitince elime Pavese’yi aldım. “Aşık olduğum kadının aşık olduğu adam” Pavese’yi benim için tanımlar. Yaşama Uğraşı. Kendini 20 yaşında sanan bir kız için çok zor bir kitap. Sarsıntıları alt komşum hissetmiyordur eminim. Hoş, yüzüme bakıp, bastığım yere basanlar da hissetmiyor. Sorun değil.
Şimdi geriye ne kaldı bilmiyorum. Bir Tezer daha kim bulacak bana. O, özel bir insan. Hiç birimiz o olabilir mi? Bir saniyeliğine bile olamaz. Ve hiç kimse benim gibi sevemez onu. Sakladım çünkü, bulup da sevemezsiniz. (kaç demiştin 20 mi?)
“Dünya nasıl olması gerekiyorsa öyle. Kendi kendini kurtaramayanı hiç kimse kurtaramaz.” (Pavese)
Her şey geçiyor hiçbir şey geçmese de.
Çevreme bakıyorum. Ne var. Bildik siyah geceler. Bildik gri sabahlar. Bildik güneşin belirli ışığı. Zaman zaman en büyük güzelliklerine bürünse de, ışıklar gerçekten bizi şaşkına çevirse de, o ışıkların sonbahar ışıklarının tüm sonbahar yapraklarına verdiği renklerin tüm çeşitliliklerinde bir başına ışığı ilk kez görürcesine yürüsen de, içinde bağıran gene Dr. Driver.
“Hepiniz ne denli can sıkıcısınız!”
“Hepiniz ne denli can sıkıcısınız!”
“Hepiniz ne denli can sıkıcısınız!”
Yaşamın Ucuna Yolculuk/49
—Ah, artık dönmek istemiyorum o yıllara. Çok büyük sevinçler vardı. Ama çok da büyük acılar. Yaşlanmanın en acı olgusu insanın tüm dostlarını yitirmesi. GERİ KALAN YALNIZ BOŞLUKLAR. İNSAN YALNIZ, diyor Letizia. Seksen dört yılın onu getirdiği, bana dek ilettiği anın içinden, muhteşem lambaların altında. Mermer salonlarda.
Yaşamın Ucuna Yolculuk/88
Gece. Köy evinde mum ışığında oturuyoruz. Bir erkeğin elini tutuyorum. Onun elini tutmasam, kendimi gerçekten boşlukta duyuyorum. Beynim yine boşluğa fırlayacak gibi oluyor. Sert, kesin davranışlı, kişiliğini henüz anlayamadığım bir kocam daha var. Fırtına gibi köy odasına giriyor. İşte o an, gerçekten deliriyorum. Biraz istediğim gibi davranmaya başladığımda, götürülüp, demir parmaklıklar gerisine kilitleniyorum. Oysa bu adamla, beni doktor ve kliniklerin eline bırakmasın diye evlendim. Evlenirken ondan tek isteğim bu oldu. Hastalanırsam evde kalmak, plaklarımla, kitaplarımla, sevdiğim bir iki eşyayla olmak ve çay içebilmek istiyordum.
Çocukluğun Soğuk Geceleri/50
30 Temmuz 2010 Cuma
Uyuyan Kadın
Hava öyle güzel ki… Bir yağmur eksik. O da olsa mükemmelin ötesinde olurdu sanırım bugün. Üç günün üstüne yatağımı topladım ve kalktım. Yatağımdan uzak yerlerde Nilgün Marmara okumak da farklı bir güzellik barındırıyormuş.
D.’yi özlemekle meşgul olan bir yerlerim var. Ama biliyorum ki işin içine bizzat kendisi girince darma dağın ediyor ortalığı. Kendi sözcükleriyle oluşturduğu kraliyeti yine kendi sözcükleriyle yıkıyor. Keşke böyle olmasa ama böyle oluyor. O yüzden uzak olmalı artık. Ondan güzel şeyler kalması için geriye sessizlik olmalı, onu barındıran ve onun olan yeni hiçbir şey eklenmemeli bana.
Arada bir açıp okuduğum Ekmek Arası’nda dün şu cümlelerle karşılaştım; çizmişim.
Eve doğru yürürken madalya cebimdeydi. Albay Sussex de kimdi? Herkes gibi sıçmak zorunda olan biri. Herkes sisteme uyup içine girebileceği bir kalıp bulmak zorundaydı. Doktor, avukat, asker –ne olduğu mühim değildi. Kalıbını bulduktan sonra ileri doğru gitmeye çalışıyordun. Sussex de herhangi biri kadar çaresizdi. Ya bir kalıp bulurdun kendine, ya da açlıktan ölürdün.
Yaşamakta zorlanan insanlar kendisine uygun bir kalıbı hazır şekilde bulamayıp, onu kendi en baştan yaratmaya çalışan insanlardır. Bizim ülkede kalıp olayı o kadar uç derecede ki aklınız hayaliniz durur. Duruyordur da zaten. Kıvranıp duruyorum bazen. Bir fotoğrafımın altında “Bukowski olmak isteyen kız” yazıyor. Gülümsetiyor beni, bazen de içimi burkuyor. “Yani bir bok olamayacaksın?” diye soruyorum kendime. Bok olmak kimin umurunda, ananelerin ve büyükbabaların mı?
Bir yerde yazın akşamın olmadığı, direk gecenin olduğu yazıyordu. Haklı.
İki gün önce gece 12ye çeyrek kala duran saat ertesi gün dokuz gibi çalışmaya başladı. Hala çalışıyor. Ayarlamadım. Normal zamandan farklı olmayı kendisi seçti. Kendisi durdu sonra tekrar kendisi çalıştı. Benim müdahale etmem doğru olmaz.
Şimdi biraz yorulup sonra dinlenmem gerek. Neden bilmiyorum akşam için sinema bileti aldım, uzun zamandır yapmıyorum. Bu arada siz bir iki satır sevgilimi, Perec’i okuyun..
…
Zamanla duyarsızlığın inanılmayacak bir hal alıyor. Gözlerinde parıltıdan eser kalmamış, siluetin tam anlamıyla çökmüş. Bıkkınlıktan, burukluktan eser taşımayan bir dinliklik gelip yerleşmiş dudaklarının kenarına. Dokunulmaz biri olarak, giysilerinin ağırbaşlı yıpranmışlığı, adımlarının yansızlığı tarafından korunarak sokaklarda geziyorsun. Öğrenilmiş hareketleri yapıyorsun sadece. Ancak gerekli olan sözcükleri sarfediyorsun. İstediklerin şunlar:
-bir kahve
-önden bir koltuk
-günün yemeği, bir kırmızı şarap
-bir bardak bira
-bir dış fırçası
-on tane bilet
Parayı ödüyor, cebine koyuyor ve yerine geçerek yiyip içmeye koyuluyorsun. Bulunduğu yığının üstünden La Monde’u alıyor, satıcının çanağına iki adet yirmi santim bırakıyorsun. Lütfen, günaydın, teşekkür ederim, hoşçakalın demiyorsun hiç. Özür dilemiyorsun. Yolunu sormuyorsun.
30 Haziran 2010 Çarşamba
21 Haziran 2010 Pazartesi
Bukowski - Kasabanın En Güzel Kızı
Cass, beş kızkardeşinin en küçüğü ve en güzeliydi.Kasabanın en güzel kızıydı Cass. Yarı Kızılderili. Esnek ve tuhaf bir vücudu vardı, yılanvari ve şehvetli; gözleri ise vücudu ile son derece uyumlu. Sıvı halinde akan bir ateşti. Girdiği şekle sığmayan bir ruh.Uzun, parlak, ipek gibi saçları her hareket ettiğinde sağa sola dalgalanıyordu. Ya çok neşeliydi ya da hüzünlü. Arası yoktu Cass'ta. Onun için deli diyenler vardı. İçi ölmüş olanlar. Onlar anlayamazlardı. Erkeklerin umurunda değildi deli olup olmadığı. Bir seks makinesiydi Cass onların gözünde. Cass onlarla dans eder, flört eder, ama bir iki istisna dışında iş yatmaya gelince bir yolunu bulup başından savardı.
Kızkardeşleri onu güzelliğinden yararlanmamakla, aklını yeterince kullanmamakla suçlarlardı. Oysa hem akıl vardı Cass'ta hem de ruh. Resim yapar, dans eder, şarkı söyler, alçıdan heykelcikler yapar, birileri ruhen ya da bedenen incindiğinde içinde duyardı acılarını. Pratik bir zekası yoktu işte, farklı çalışırdı beyni. Kızkardeşleri önce onu kendi sevgililerini cezbettiği için kıskanırlar, sonra da sevgililerinden yararlanmadığı için kızarlardı. Çirkin erkeklere müşfik davranır, yakışıklı erkeklerden iğrenirdi. "Hayat yok onlarda." derdi."Mükemmel kulaklarından ve burunlarından başka bir bok düşünmezler. Yüzeyseldirler. İçleri yoktur..."
Deliliğe yakın bir mizacı vardı, mizacına delilik diyenler de.
Babası alkolden ölmüş, annesi başkası ile kaçıp kızları kaderlerine terketmişti. Kızlar önce bir akrabalarının yanına sığınmış, akraba da onları bir manastıra yerleştirmişti. Manastır berbat bir yerdi. Özellikle Cass için. Diğer kızlar onu kıskanmış, kızların hemen hepsi ile dövüşmüştü. Sol kolu baştan aşağı jilet izleri ile kaplıydı. Sol yanağında da bir iz vardı, ama bu onu daha da güzelleştiriyordu.
Manastırdan ayrıldığının ertesi günü Batı Yakası Barı'nda tanıdım onu. En küçükleri olduğu için kızkardeşlerinden sonra ayrılmıştı manastırdan. Tek kelime etmeden gelip yanıma oturdu. Kasabanın en çirkin adamıydım; bu yüzden seçmişti beni belki de.
"İçki?" diye sordum.
"Tabii, neden olmasın?"
Kayda değer fazla bir şey yoktu konuşmalarımızda. Öyle bir havası vardı Cass'ın. Beni seçmişti, o kadar basitti onun için. Rahattı. İçkiyi seviyor, fazlaca içiyordu. Yaşı tutmadığı halde bara girmeyi başarmıştı. Sahte bir kimliği vardı belki de, bilmiyorum. Her neyse, her tuvaletten dönüp yanıma oturduğunda erkeklik gururum kabarıyordu. Sadece kasabanın değil, ömrümde gördüğüm en güzel kadınlardan biriydi. Kolumu beline dolayıp öptüm onu.
"Güzel buluyor musun beni?" diye sordu.
"Evet, ama başka bir şey var sende...görünümünle ilgili değil."
"İnsanlar beni güzel olmakla suçluyorlar, gerçekten güzel miyim sence?"
"Güzel sözcüğü yeterli değil."
Cass elini çantasına soktu. Mendilini alacağını sandım. Uzun bir saç iğnesi çıkardı. Davranmama fırsat tanımadan iğneyi yandan burnuna geçirdi, burun deliğinin hemen üstünden. Korku ile karışık bir bulantı hissettim. Bana bakıp güldü.
"Hala güzel buluyormusun beni?"
İğneyi çekip mendilimi kanayan burnuna tuttum. Barmen ve çevredekiler yediği haltı görmüşlerdi. Barmen yanımıza geldi.
"Bana bak," dedi Cass'a, "bir daha sapıtırsan kendini dışarda bulursun. senin oyunlarına ihtiyacımız yok!"
"Siktir git,lan!" dedi Cass.
"Ona hakim ol," dedi barmen bana.
"Sorun yok," dedim.
"Burun benim, ne istersem yaparım burnuma," dedi Cass.
"Yapma," dedim. "Canım yandı."
"Ben burnuma iğne sokunca senin canın mı yanıyor?"
"Evet. Gerçekten."
"Peki, bir daha yapmam. Neşelen biraz."
Öptü beni gülerek. Bir eliyle de mendili burnuna bastırıyordu. Bar kapanınca kaldığım eve gittik. Bira içip sohbet ettik. Sıcak ve sevecen olduğunu işte o zaman sezmeye başladım. Farkında olmaksızın sunuyordu kendini. Yine de bazen vahşi, tutarsız bir tavır takınıyordu. Schitzi. Harikulade, ruhani, kutsal bir Schitzi'ydi. Deyyusun biri günün birinde sonsuza dek mahvedecekti onu. Ben olmam inşallah, diye geçirdim içimden.
Yatağa girdik. Işığı söndürdükten sonra, "Şimdi mi istersin, yoksa sabah mı ?" diye sordu.
"Sabah," dedim ve sırtımı döndüm.
Sabah kalkıp kahve yaptım, yatağa getirdim.
Güldü. "Geceyi pas geçen ilk erkeksin," dedi.
"Boş ver," dedim. "Hiç olmasa da olur."
"Hayır," dedi. "İstiyorum. Bekle, biraz tazeleneyim."
Banyoya girdi Cass. Kısa bir süre sonra döndüğünde soluğumu kesti; uzun siyah saçları, ağzı, gözleri, her yeri pırıl pırıldı...Rahat bir tavırla sergiledi vücudunu, iyi bir şeyi sergiler gibi. Yatağa girdi.
"Hadi gel, sevgilim."
Yanına uzandım.
Kendini vererek ama telaşsız öpüşüyordu. Ellerimi teninde, saçlarında gezdirdim. Birleştik. Sıcak ve dardı. Sevişmeyi uzatmak için ağır bir tempo tutturdum. Gözlerimin içine bakıyordu.
"Adın ne?" diye sordum.
"Ne fark eder?" dedi.
Güldüm ve devam ettim. Giyindikten sonra onu arabamla barın kapısına bıraktım, ama zordu onu unutmak. işsizdim o sıralar, öğlen ikide uyandım, sonra kalkıp gazeteyi okudum. Elinde kocaman bir incir yaprağı ile geldiğinde küvete gömülmüştüm.
"Biliyordum küvette olacağını," dedi, "bu yüzden şeyini örtmen için incir yaprağı getirdim sana."
Yaprağı suyun üstüne bıraktı.
"Nereden bildin küvette olacağımı?"
"Ben bilirim."
Her gün ben küvetteyken geliyordu. Değişik saatlerde banyo yapmama rağmen. Yaprağı da unutmuyordu. Sonra sevişiyorduk.
Birkaç kez telefon etti. Bir gece sarhoşluktan ve çevreye rahatsızlık vermekten tutuklandı, kefaletini ödeyip onu çıkarmak zorunda kaldım.
"Orospu çocukları," dedi "birkaç içki ısmarladıkları için donuna girebileceklerini sanıyorlar."
"Sana içki ısmarlamalarına izin verdiğin an başına belayı sarıyorsun."
"Sadece vücudumla değil, benimle de ilgilendiklerini sanıyorum.
"Ben seninle ve vücudunla ilgileniyorum. Vücudunu aşıp seni keşfedecek erkeklerin sayısının çok olduğunu sanmıyorum ama."
Altı ay uzak kaldım kentten, eyalet eyalet dolaşıp aylaklık ettikten sonra döndüm. Gitmeden önce Cass'la tartışmıştık gerçi, ama ayaklarım karıncalanmaya başlamıştı zaten, hem döndüğümde onu bulamayacağımdan emindim. Batı Yakası'na girip bir içki söyledim, yarım saat sonra içeri girip yanıma oturdu.
"Döndün demek, it?"
Bir içki söyledim ona. Boynuna kadar kapalı bir elbise vardı üstünde. Böyle giyindiğine tanık olmamıştım daha önce. Gözlerinin altına başları camdan iki toplu iğne saplamıştı. Sadece başları görünüyordu toplu iğnelerin.
"Allah seni kahretsin!" dedim, "Hala güzelliğine zarar vermeye çalışıyorsun."
"Yok canım, moda bu," dedi.
"Delisin."
"Özledim seni," dedi.
"Başkası var mı?"
"Hayır, sadece sen. Çalışıyorum ama. Ücretim on dolar. Sana bedava."
"Çıkar şu toplu iğneleri."
"Hayır, çok moda."
"Üzüyorsun beni."
"Emin misin?"
"Lanet olsun, eminim."
Toplu iğneleri gözlerinin altından yavaşça çekip çantasına soktu.
"Güzelliğinle neden uğraşıyorsun? Kabullensene?"
"Başka bir şey gördükleri yok da ondan. Bir bok değil güzellik. Uçar gider. Çirkin olduğun için talihlisin. Biri seninle ilgilendiğinde başka bir şey için olmadığını biliyorsun."
"Pekala," dedim. "Talihliyim."
"Çirkin olduğunu ima etmek istemedim. Başkaları için çirkin olabilirsin. Harikulade bir yüzün var aslında."
"Teşekkür ederim."
Birer içki daha içtik.
"Neler yapıyorsun?" diye sordu.
"Hiç. Bir bok yapmak gelmiyor içimden. İstek duymuyorum."
"Ben de. Kadın olsaydın kendini satardın."
"Bir sürü yabancı ile o denli yakın ilişki içinde olmak istemezdim. Yılardım."
"Haklısın. Yıldırıcı, her şey çok yıldırıcı."
Birlikte çıktık bardan. Sokakta yanımızdan geçenler Cass'a bakıyorlardı. Hala çok güzeldi, her zamankinden daha güzel belki de.
Evime gittik. Bir şişe şarap açıp sohbet ettik. O anlattı ben dinledim, sonra ben anlattım. Akıcı ve rahat bir sohbet. Kendi sırlarımızı yaratıyorduk. İyi bir sır yakaladığımızda o eşsiz gülümseme beliriyordu yüzünde. Sadece o gülebilirdi öyle. Alev coşkusu. Konuşurken zaman zaman birbirimize sokulup gülüşüyorduk. O gece arzulanıp yatağa girdik. Elbisesini çıkardığında boynundaki o korkunç yarayı gördüm. Geniş ve uzundu.
"Allah senin belanı versin kadın!" diye bağırdım yataktan. "Allah canını alsın, ne yaptın?"
"Bir gece kırık şişe ile denedim. Beni beğenmiyor musun artık? Beni güzel bulmuyor musun?"
Yatağa çekip öptüm onu. Beni ittikten sonra güldü. "Bazı müşteriler on doları verdikten sonra yarayı görüp vazgeçiyorlar. Onluk ben de kalıyor. Matrak değil mi?"
"Evet,çok matrak," dedim, "gülmekten kırılacağım... Cass, deli kancık, seviyorum seni...kendine zarar vermekten vazgeç; hayatımda senin kadar hayat dolu bir kadın tanımadım."
Yine öpüştük. Sessizce ağlıyordu. Gözyaşlarını duydum. Siyah saçları ölüm bayrağı gibi yayılmıştı yatağa. Ağır, duygulu, güzel bir sevişme tutturduk.
Sabah Cass kalkıp kahvaltı hazırladı. Huzurlu, mutlu görünüyordu. Bir şarkı mırıldandı. Yatakta kalıp onu seyrettim. Sonra gelip beni sarstı. "Kalk artık, domuz! Yüzüne ve çüküne soğuk su serp, sonra da kahvaltıya gel."
Sahile götürdüm onu o gün. Yaz henüz yeni başlamıştı, hafta sonuydu, tenhaydı sahil. Harikuladeydi. Berduşlar paçavraları ile kuma uzanmışlardı. Bazıları taş banklara oturmuş şişeyi paylaşıyorlardı. Martılar telaşsız ve aptal uçuşlarındaydılar. Yetmişlik-seksenlik karılar kocaları öldükten sonra kendilerine kalacak evleri satıp satmamayı tartışıyorlardı. Her şeye rağmen huzur vardı havada. Denize doğru yürüdük. Çok az konuşarak. Mutluyduk birlikte. İki sandviç, biraz cips ve içecek bir şeyler aldım. Kuma uzanıp atıştırdık. Birbirimize sarılıp uyuduk bir süre. Sevişmekten bile güzeldi sanki. Gerilimsiz bir birlikte akış. Uyandıktan bir süre sonra eve döndük. Yemek pişirdim. Yemekten sonra birlikte oturmayı teklif ettim. Bir şey söylemeden uzun uzun baktı bana. Sonra yumuşak bir sesle "Olmaz," dedi. Onu bara bıraktım, çıkmadan önce eline bir içki tutuşturdum. Bir ambalaj fabrikasında iş buldum.Hafta öyle geçti. Dışarı çıkamayacak kadar yorgun oluyordum, ama Cuma gecesi Batı Yakası'na gittim. Oturup Cass'ı bekledim. saatler geçti. Barmen yanıma geldiğinde sarhoş olmak üzereydim. "Kız arkadaşın için üzüldüm," dedi.
"Neden?"
"Özür dilerim. Haberin yok mu?"
"İntihar. Dün gömdüler."
"Gömdüler mi?" Her an kapıdan girecekmiş gibi bir his vardı içimde. İnanamıyordum.
"Kızkardeşleri kaldırdı cenazesini."
"Nasıl?"
"Gırtlağını kesmiş."
"Anlıyorum. İçkimi tazele."
Kapanış saatine kadar içtim. Cass. Beş kızkardeşinin en güzeli. Kasabanın en güzel kızı. Arabayı eve sürerken düşünüyordum. "Hayır," dediğinde üstelemeliydim. istemişti beni, şüphe yoktu. Tembel, ilgisiz, bencilce davranmıştım. İkimizin de ölümünü haketmiştim. Köpeğin tekiydim. Hayır, köpeklerin ne günahı vardı? Evde bir şişe şarap buldum, içtim. Cass, kasaanın en güzel kızı yirmisinde öldü.
Dışarda götün teki klaksonuna basıp duruyordu. Israrla. Şişeyi fırlatıp avazım çıktığı kadar bağırdım. "ALLAHIN CEZASI OROSPU ÇOCUĞU! KES ARTIK!"
Gece üstüme üstüme geliyordu ve yapabileceğim hiç bir şey yoktu.
11 Haziran 2010 Cuma
Kaçmaya Çalıştılar...
Üstünde yürüdüğün bu deniz, bu yağmur tanelerinin geçici ikametgâhı, bu saatlerce bakıp hayal kurduğun hatta en sevdiğin kitabın sayfalarını tek tek yırtıp içine attığın su cenneti artık sana gülümsemiyor. Sana hiçbir şey gülümsemiyor.
Eksiliyorsun, her gün yeni bir parçanı kaybetmiş olarak açıyorsun gözlerini, her geçen dakikada yeni bir isteğini satıyorsun içini kemiren, umudunu emen canavara. Ve en kötüsü boşuna bakıyorsun çevrene, boşuna arıyorsun Onu.
Ellerin buz kesmiş, kolların üşüyor, bütün bedenin bir ölününki kadar soğuk. Kalem tutamıyorsun, sayfa çeviremiyorsun. O kadar ağır ve başına buyruk ki bedenin senin sözünü dinlemiyor, gel ve git direktiflerin havaya savruluyor. Gözyaşların bile yüzünü ısıtmaya yetmiyor.
Gündüzlerin ve gecelerin birbiri ardında koşturup dururken sen ikisi arasında, yerini bilmeden, zamanı çözemeden sıkışıp kalıyorsun. Gözlerin boşlukta geziniyor, her an gecenin kahredici karanlığını, gündüzün kör edici aydınlığını yaşıyorsun.
Şimdi farkındalıkla kitaplarını okumaya çalışmanın, aklı başında bir insanmış gibi görünmeye çalışmanın, “eski”lere sığınmaya çalışmanın, eskilerin üstesinden nasıl geldiğini düşünmenin hiçbir şeye yaramayacağını anlamıyorsun. Bu yeni ve yabancı bir hayat, bu yeni ve ayrıntılarını hiç tanımadığın bir his, bu senin daha önce kapı aralığından bakıp geri kaçtığın karadeliklerden çok daha farklı. Ve artık içine düştün bir kez, kaçmak için yolun yok.
Ellerini şakaklarında gezdirip hissetmeye çalışıyorsun. Olmuyor. Saçlarınla oynuyorsun, oraya buraya savuruyorsun. Olmuyor. Olmayacağını biliyorsun. Kabullenmek yavaş yavaş ilerleyen bıçağın müthiş bir hızla saplanmasına sebep olacak, biliyorsun. Korkma! Ve sorgulamayı bırak. Bu anlamsız, biliyorsun. Anlamsız…
Kaçmaya çalıştılar.
Sayıklamalar içinde uzun zaman yaşanamazdı. Çok şey vadeden ve hiçbir şey vermeyen bu dünyada gerilim çok fazlaydı. Sabırlarının sonuna gelmişlerdi. Bir gün, onlara bir sığınak gerektiğini anladıklarını sandılar.
Perec, Şeyler (s.79)
10 Haziran 2010 Perşembe
Nick Cave / Warren Ellis - The Road
https://www.youtube.com/watch?v=aye_WH0txl8
7 Haziran 2010 Pazartesi
Bir iki cümlecik dönüyor beynimde, neydi o neydi diyorum, tamamlayamıyorum. Şiirden midir, öyküden mi, anlatıdan mı, günceden mi bilmiyorum. Tamamlanmıyor bir türlü. Bırakmaya çalışıyorum düşünmeyi ama olmuyor, peynir kemiren fare misali…
Odada iki yatak var; tek kişilik. Neden, bilmiyorum. Pencerenin sağına ve soluna konulmuş iki yatak. Biri boş, diğerinde ben varım, o da boş sayılır kimilerince. İki yatak arasında kalan alan yatakların genişliğinden dar. Bir kitaplık var bir de, kitap dolu. Odayı ölçmek için adımlamaya başlıyorum. Yataktan geriye kalan kısım yedi adım, yatak boyumu biraz aşıyor, boyum yüz atmış dokuz santim, oda dikdörtgen, kısa kenarı ölçemiyorum, ölçmeye çalışmaktan vazgeçiyorum.
Küçük kâğıtlara aldığım notlar var, özellikle bir şey hissetmem için yazıyorum, yazıyorum ve okumuyorum. Okumak istemiyorum. İstek, istemek o kadar uzak.
Kimim ben, diyesim geliyor, cevaptan korkuyorum. Kimsin sen diyebiliyorum en fazla, sen kimsin? En önce bilmem gereken de cümlemdeki “sen” kimsin. Bilmiyorum.
Kitabın kapağında kadının resmi var, nasıl güzel. Gülümsemiş, hoşuma gidiyor, gülümsüyorum ben de. Ben de. Adı güzel. Benim de adım güzel. Benim de. O adam neden istedi bu kadını okumamı, biliyorum. Ondan önce okumuş olsaydım, ben de onun okumasını isterdim. Ben de. Kadının kaşları çekiyor ilgimi, doğal, alınmamış. Diğerleri gibi yapay bir ifade oluşmamış yüzünde. Bu sefer kendiliğimden gülümsüyorum. Benim de öyle, diyorum, ona mı, kendime mi, duvarlara mı, dünden kalma yarı dolu ince belli çay bardağına mı, bilmiyorum.
Ezan okunmaya başlıyor, saati tahmin etmeye çalışıyorum, martılar da bir feryat koparıyor ki ezanla birlikte. Bir şeyler duyabilmenin rahatsızlığıyla kapatıyorum gözlerimi. Beş gün, beş gün sonra gidiyorum.
Sonsuz bir döngünün içinde kendime aradığım yeri hiçbir zaman bulamayacağımı ne zaman söyleyeceğim kendime. Korkuyorum. Bu insanı çıldırtır. Ve kurmaya çalıştığım hayat, içinde debelenip durduğum hayat, bir gün hiç de beklemediğim bir anda benden alınabilir. Peki, bu insana ne yapar?
"Bir kedinin ne işlevi olabilir, okşanmaktan, mırıldanmaktan ve sobanın kıyısında uyuklamaktan başka? Sorumluluğuma gelince, her kedi kendinden sorumludur."Ferit Edgü-Çığlık/Kedi ve Fare
27 Mayıs 2010 Perşembe
İkileme (!)
Gözleri ve elleri, gözden çıkartmıştık dahası elden çıkartmıştık. Öyle deli telaşlarımız da yoktu. Ne yalan söyliyim 6 aylık çirkin bebekler gibiydi(k).
İkilemelerle başım dertteydi ve bunun için bir yapıcak en iyi şek sessiz kalkmaktı.
Sabah sabah, akşam akşam ve gece gece… Anlamıyordum ki, akşam evet akşam, tamam, sabah sabah ve gece de gece. Herkes mi şairdi?
Zaman zaman delirdik, bazen ben tek başıma, bazen de onlarca ikilemeyle birlikte.
Olan şeyler bunlar. Hatta, olağan şeyler bunlar.
Yaşamak mecburi olunca, en anlamsız ayrıntılar, eldeki tek varlık oluyor. Öyle olunca da böyle oluyor.
19 Mayıs 2010 Çarşamba
Edgar Allan Poe - Morgue Sokağı Cinayeti
“Hayatlarının herhangi bir çağında, düşüncelerinin vardığı bir takım sonuçları nasıl elde ettiklerini araştırmamış, böyle sıralamalar yapmaktan tat almamış kimseler pek azdır. Bu iş çoğu zaman ilgi çekicidir; hele ilk olarak deneyenler, başlangıç noktasıyla sonuç arasındaki uzaklığı, birbirini tutmazlığı görünce pek şaşırırlar. Fransızın bu sözlerini dinlediğim, söylediklerinin hepsinin doğru olduğunu kabul etmek zorunda kaldığım sırada, ne derece büyük bir şaşkınlığa kapıldığımı, artık siz kestirin. …” s.20Ve sonrasında hayretini üzerinden atmanızın epeyce bir zaman aldığı bir cinayet ve cinayetin çözümü. Böyle bir gözlemciliğin gerçek hayatta var olabileceğine dair şüphelerim var, nasıl olmasın, Merlin bile çözemez bu cinayeti bu şekilde ya da Müfettiş Gadget.
İkinci öykü cümleleri, çözümlemeleri açısından hayranlık uyandıracak kadar iyi.
“Bitkindim –ölecek gibiydim, uzun işkence beni bitirmişti; bağlarımı çözüp oturmama izin verdikleri zaman duygularımın benden ayrılıp gitmekte olduğunu hissettim. Yargı –o korkunç ölüm yargısı- kulaklarıma parçalanmadan gelen son kelimelerdi. Ondan sonra engizisyoncuların sesleri tek kelimesi bile anlaşılmayan düşsel bir uğultu içinde erimeye başladı. Bu uğultu ruhuma dönme düşüncesini getirdi –belki de bir değirmen dolabının çıkarttığı sesi andırdığı için böyle bir düşünceye kapılıyordum. Biraz sonra o da kesildi, hiçbir şey işitmez oldum. Gerçi bir zaman daha gördüm –ama nasıl her şey büyüterek! Kara binişli yargıçların dudaklarını gördüm. …” s.70~ ~ ~ ~
“Hiçbir şeyi doğru düzgün göremeyecek kadar şaşkın bir haldeydim. Gözüme sadece korkunç bir büyüklük, bir ululuk çarpmıştı. Biraz kendimi toparlayınca aşağılara doğru baktım. Kayığın suların üstündeki durumunu, kuyunun dibini görmeme engel olmuyordu. Dümdüz bir çizgi üzerinde ilerliyorduk. …”
“Tepedeki köpük kuşağından boşluğa ilk kayışımız, bizi epeyce aşağılara indirmişti; ama artık düşüşümüz o kadar hızlı olmuyordu. Durmadan dönüyor, dönüyorduk –öyle hiç değişmeyen, tek düzenli bir hareketle değil- kayığı bazen sadece birkaç yüz metre, bazen de burgacın bütün çevresi boyunca savuran –sersemletici sallanış ve sarsılışlarla dönüyorduk. …” s.120–121
15 Mayıs 2010 Cumartesi
Muhsin Bey...
Sükûnet bir yılı aşkın süredir benimle, öyle birinin görüp de sevebileceği bir çiçek değil, yaprakları var bir. Onu sabahları suluyorum, balkonun penceresini açıyorum, denizi görsün diye, önce ona dökeceğim suyla konuşuyorum, “Güzel su” diyorum, “hayat su, benim güzelimin köklerine git, yaradan vermiş ona seni içme yeteneği, git besle benim kızımı”. Sükûnet sessiz sessiz izliyor beni, bekliyor suyunu.
Öyle deli deli sevdalar yaşamayalı yıllar oldu sanıyorum, ruhumda bir dinginlik, sorma gitsin. Gözyaşı dökmüyor değilim, ama onlar bile sakin, usul usul akıyorlar, bazen ben bile anlamıyorum, bir bakıyorum gelmişler, gitmişler bile.
Sükûnet sevinir, sabahtan beri kapalıydı hava, bir dem güneş açtı, güneş açtı mı Sükûnet bir başka güzel olur, yeşili bir başka yeşil olur, bana kalırsa güzel kokar Sükûnet, çiçeği olmasa ne yazar.
Aşkı unutmuşum ne zamandır, bir şeyler de hatırlatmamış, zamanında yandı mı canım, hatırlayamadım bile, sevmiştim belki ben de, öyle coşkun coşkun sevgilime “seni seviyorum” demiştim, belki, kim bilir.
Sabah mercimek poşetini elimle açmayı beceremeyince “Bıçakla deniyim” dedim, demez olaydım, bir kestim ki parmağımı, yaşıma hiç de aldırmadan ağladım, “Anne, anne” diye. Çok derinden kesmişim ama, bir kanadı ki… Durduramayınca kanı korktum, hemen bir bant yapıştırdım, şimdi değmedikçe acımıyor. Ama bir ara kan olmuş bandı çıkarttım, derisi açılmış, “Dikiş gerek” dese biri, şaşırmam.
Türk kahvesi yapmalı Sükûnet, sonra da devam etmeli, Muhsin Bey’i izlemeye.
10 Mayıs 2010 Pazartesi
Doris Lessing - Kedilere Dair
Öyle bir dönemden geçiyorum ki beni benden bir an olsun uzaklaştıracak her şeye ihtiyacım var, hepsine sıkı sıkı sarılıyorum. Ama bu kitap hayatımın hangi evresinde elime düşerse düşsün aynı ilgiyi görür, aynı sevgiyi ve ilgiyi hak eder.
Kedi sevgimin depreştiği anlar yalnızlıktan midemin bulandığı zamanlardır, eve gidemem sokak sokak yana yana kedi ararım, bir sevsem derim, tüylerinde kaybetsem bi ellerimi, bir şeyim kalmaz benim. Şimdi ki yalnızlığın bir tarifi yok, yalnızlık ama yalnızlığa hiç benzemiyor, eksiklik mi hayır değil, bir şey işte, bir şey.
Yetişti bu kitap imdadıma, her cümlesiyle her yorumuyla, bütün kedileriyle…
“Çocuklukta insanlar, hayvanlar ve olaylar belirir ve varlıkları kabullenilir, sonra ortadan kaybolurlar; hiçbir açıklama yapılmaz, hiçbir şey sorulmaz.” s.14
Bir cümle bu da; en güzellerinden biri:
“Belli bir yaşa gelindikten sonra –bazılarımız için bu çok genç yaşta olabilir- artık yeni insanlar, hayvanlar, düşler, yüzler ve olaylar yoktur: farklı giysilerle, milliyetlerle ve renklerle maskelenmiş bile olsalar, hepsi daha önce olup bitmiş, görülmüştür; artık her şey aynıdır, tıpkısının aynısı, her şey bir yankı ve tekrardır; üstelik olup bitenlerin, ölmekte olan sıska, küçük bir kedi için günler boyu dökülen gözyaşları, ihanete uğramışlık duygusu ve yalnızlık şeklinde ortaya çıkan zamandan beri hatırlanmayan inanılmaz bir acının tekrarı olmaması bile keder vermez insana.” s.19
Kedim yok evet, sokaktaki, çöplükteki kedileri saymazsak, benim olan bir kedi yok. O yüzden belki, o kadının yerinde olmak istedim. Canlandırması kolay oluyordu, tanıdıktı. Kedi seven bir kadın, ben gibi, biraz büyük, belki Çello Çalan Kedi gibi;
“Ah kedi; derdim, daha doğrusu tapınırdım: Güzeeeeel kedi! Nefis kedi! Zarif kedi! İpek kedi! Tüylü baykuş gibi yumuşacık kedi, kelebek patili kedi, süslü kedi, inanılmaz kedi. Kedi, kedi, kedi.” s.46
Sonra bütün bunları söylediği kediye bir rakip geldi, nasıl tatlı çekiştiler –onlar için öyle tatlı falan değildir eminim- nasıl komik oldu zaman zaman, anlatamam. Anlatabilir miyim, eh deniyim:
“Son eleştirisi gidip kara kedinin tabağına arkasını dönerek yeri eşelemek, tabağın üstüne hayali toprak atmaktır, bana sorarsanız bu yemek dışkıdan başka bir şey değil, demektir bu.” s.65
Derine inmeden tanıtmak istedim kitabı, görün, görünce hiç düşünmeden alın. Ben kitaplarımı birilerine okuması için bile vermem –zamanında çok sevdiğim kitabımı verdiğim kişi kaybedince böyle bir karar aldım, bir daha asla! dedim- ama bu kitabı hediye etmek istedim, her cümlede başka birine, o da okumalı, diğeri de, hepsi okumalı, gibi bir coşku... en çok aklıma Çello Çalan Kedi geldi ne yalan söyliyim, sonra D., bu cümleyi ne severdi, buna burun kıvırırdı, dedim durdum hep, Seval’in kendi kedilerini bulacağına emindim okusa, annem okusa izin verirdi kedi almama. Hicran? Bakarsın kedisever oluverirdi okuduktan sonra. Kafka okumuştur, kaçmaz ondan. En sonunda kime hediye edeceğime karar verdim, daha doğrusu o, kendi karar verdi.
1 Mayıs 2010 Cumartesi
Mustafa II
Mustafa, Perec’in Uyuyan Adam’ını elime sıkıştıran adam. “Kayboluş yok şuan elimizde,” demişti, “Uyuyan Adam’ı okudunuz mu?”.
Bir sonraki gidişimde “Teşekkür ederim” dedim ona “bayıldım Uyuyan Adam’a”. O gün ilk kez -son kez- gerçekten konuştuk Mustafa’yla, sonra çağırdılar onu, halbuki konuşacaktık daha, o kadar zaman gidip gelmiştim, uzaktan bakmıştım ama çağırdılar onu, başka bir müşteri belki, benden farkı olmayan, hatırlayamadım şimdi.
O zaman o “al” dedi diye “Düşerken” diye bir roman almıştım, bir de not almıştım diğer söylediklerini, elime geçti o iki kitap, okumamışım hala;
Büyücü-John Fowles
İskambil Kağıtlarının Esrarı-Jostein Gaarder.
Mustafa’yla konuşmadım sonra, oysa göz göze geldik sonra da, bir şey söylemedim, o da söylemedi, söyleseydim belki, şimdi farklı olurdu ne biliyim, belki -en azından- nerde olduğunu bilirdim.
En son “Kasabanın En Güzel Kızı”nı sordum, arkadaşına, o da Mustafa’ya sordu, (o hali gitmiyor gözümün önünden) bakmadan suratıma, “Kasabanın En Güzel Kızı’nı bulan bana getirsin” dedi. Bulmak istedim ben o kitabı, bulup Mustafa’ya götürmek istedim, nerden bilebilirim ki, bir daha görmedim onu.
Bazen hayat ne kadar tuhaf görünüyor. Benim için o kadar anlamlı olduğunu bilmiyor o, beni de bilmiyor gerçi, ama yine de ben haftada bir kez bir umut gidip bakıyorum kitapçıya gelmiş mi Mustafa diye.
Yarın gidip Büyücü’yü almayı düşünüyorum, belki Mustafa dönmüştür hem, görürüm belki.
26 Nisan 2010 Pazartesi
Dostoyevski - Öteki \ I
Nabokov bile –kendisini hiç sevmem, Dostoyevski’ye olan sevgim normalden fazla evet eleştirilere karşı biraz sert olabilirim ama Nabokov’un onu eleştirmediğini biliyorum, başka şeyler yapmaya çalışıyor haddiymiş gibi- “Öteki, Dostoyevski’nin yazdığı en güzel şeydir.” demiş. En güzel şey diyemem ben, birden gözden çıkartamam Budala’yı, Karamazov Kardeşler’i, ama Öteki gerçekten söylenecek bir kelime bırakmıyor, yıllar sonra Dostoyevski’nin ilk okuduğum kitabı olan Suç ve Ceza’da yaşadığım hisleri yaşatıyor bana (Suç ve Ceza’yla kitap okumaya başlamıştım ben, bir daha da bırakmadım zaten). Dostoyevski’yi tanımak, anlamak açısından da çok önemli bir kitap bence. Bir de Freud demiş ya çok şey öğrendim Dostoyevski’den, eminim en çoğunu Öteki’nden öğrenmiştir, daha iyi bir psikolojik roman okumadım ben.
Biraz kitabın içeriğinden bahsetmek istersem eğer, öncelikle herkesin okumasını isterim, o yüzden de öyle can alıcı, noktaları söylemem (finalde kız ölüyor). Bay Golyadkin dokuzuncu derece devlet memurudur, daha kitabın ilk cümlesinden itibaren dur durak bilmez düşünceleriyle, davranışlarını dengelemeye çalışır, ama becerebildiğini sanmıyorum. Ne yapacağını hiç bilemez, çok kararsız bir insandır. Yaptığı bir şeyden birkaç saniye sonra pişman olabilir. Pişman olmaya gücü yoksa sözleriyle kendini avutmaya çalışır “Bu kadarı fazla mı olacak? Çok mu kırıcı yazdım; yani incelik kibarlık yönünden diyorum?... Neyse canım kişilik sahibi biri olduğumu ona göstermem gerekiyordu.”(s.116) gibi. Sürekli iç sesini duyarız Bay Golyadkin’in. Kendiyle çatışma halindedir hep, hastalıklı bir şeyler olduğunu sezeriz, ama hepsi bu, çünkü her ne kadar tanrı bakışıyla anlatılıyorsa da roman, biz aslında Bay Golyadkin’in içindeyizdir, onun bildiği kadarını biliriz, onun hissettiği kadarını hissederiz. O yüzden o bunaldıkça bunalır okuyucu, o yüzden o çelişkiler içinde kaldıkça benim midemin ağrısı artar. Dostoyevski’nin yaptığı en iyi iş yazdığını yaşatmaktır, bence onu Dostoyevski yapan en önemli özellik budur.
Öteki’yle ilgili yazacaklarım bitmedi. Biteceğini sanmam kolay kolay. Ama şimdilik bu kadar. Hatırlatmak amaçlı bu yazı. Diğeri daha açık olacak, hatta “Kitabı okumayanlar yazıyı okumasın!” bile diyebilirim.
25 Nisan 2010 Pazar
Kitap-Kitap
22 Nisan 2010 Perşembe
10 Nisan 2010 Cumartesi
Paul Auster - Cam Kent (New York Üçlemesi I)
“… Siz buna konuşma diyorsunuz. Sanırım terim bu. Sözcükler çıkarlar, havaya uçarlar, bir an yaşarlar ve ölürler. Garip, değil mi? Bana sorarsanız bir fikrim yok. Hayır, yine hayır. Fakat yine de, ileride gerek duyacağımız sözcükler var. …” s.21
“… Herkes için iyi bir şey ölü olmak. …” s.25
“… Bizim bildiğimiz insan hayatının ancak cennetten kovulduktan sonra var olmaya başladığını iddia ediyordu. Çünkü eğer cennette kötülük yoksa, iyilik diye bir şey de olamazdı. …” s.49
Bu sayfa insanı gerçekten sarsıyor, düşünmek zorunda kalıyorsunuz ve kafanız karışıyor. Yazmasaydım romana haksızlık edecektim.
“… Nihayet söyleyeceklerimizi söyleyebilecek bir dil. Çünkü bizim kelimelerimiz dünyaya denk düşmüyor. Nesneler bir bütünken, kelimelerimizin onları ifade edebileceğine dair güvenimiz tamdı. Ama bu şeyler yavaş yavaş parçalara ayrıldı, paramparça olup kaosa düştü. Yine de kelimelerimiz aynı kaldı. Kendilerini yeni hakikate uyduramadılar. Bu yüzden gördüğümüz şey hakkında ne zaman konuşmaya çalışsak, yanlış konuşuyoruz, temsil etmeye çalıştığımız şeyin kendisini çarpıtıyoruz. … Bir şey işlevini artık yerine getirmezse ne olur? Hala o şey midir, yoksa başka bir şey mi olmuştur? Şemsiyeden kumaşı yırtıp atarsanız şemsiye hala şemsiye midir? … Kullandığımız kelimelerdeki değişim mevhumunu kabul etmeye başlamazsak, kaybolmaya devam edeceğiz. …” s.86–87
“… Bir şeyden deliler gibi nefret edebilmen için bir yanının onu sevmesi de gerekir. …” s.108
Son yirmi sayfa ise tamamıyla harika. Tekrar tekrar okumaktan başka çare bırakmaz size, kelimeler hiç bu kadar akıllıca ve haz dolu bir araya gelmiş miydi, bilmiyorum. Ama kesinlikle ruhunuzu okşuyor cümleler, gülümsemenize sebep oluyor.
“… Gece ve gündüz göreceli iki terimden başka neydi ki; mutlak bir durumu anlatmıyordu. Herhangi bir zamanda her zaman ikisi de mevcuttu. Bunu bilmeyişimizin tek nedeni de aynı anda iki yerde birden olamayışımızdı. …” s:138
9 Nisan 2010 Cuma
Çelişkilerim III
Hırçınlığıyla sakinliği arasında bu kadar az mesafe olan başka bir insan var mıdır acaba?
Yine, yeniden, “Bu yaşım farklı olacak” gibi cümleler dönüyor kafamda, ne farkı allasen, ne farkı? En son günde bir lira atmaya karar vermiştim kumbarama, haziranın başında o otuz küsür lirayla gidip bir kitap aldım, kumbarayı da bir daha görmedim.
Beş dakika civarında, D.’ye kızıp-yeniden özlemeye başlama sürem.
Eskilerden kıçı kırık birinin gelip “Sen ah aldın, mutlu olamazsın.” demesi ne hoş, bir küfretme isteği sarıyor ki dört bir yanımı sormayın, kendisi melekti melek.
Sinirli olduğumda daha önce “güzeller güzeli” diye sevdiğim kediye “Çirkin! Bakma öyle!” diyebiliyorsam, en çok yanımda olmasını istediğim anda D.’ye “git” de diyebilirim, normaldir.
Kim demişse yalan demiş, zaman ilaç falan olmuyor hiçbir şeye, sırf sinir bozuyor, o kadar.
Yine de yalnız hissetmekten alamıyorum kendimi, edebi bir sorumluluk gibi.
Eskilerden bir iki insan, ev hissi uyandırıyor bende, keşke birileri olsa şu dönemde.
Huzur; D.’nin dizine yatıp, Georges Perec okumaksa eğer, huzuru istiyorum, bir huzuru istiyorum.
Çelişkilerim I ve Çelişkilerim II ...
29 Mart 2010 Pazartesi
Mustafa
—Neden benim yanımda olduğunu düşünmüyor değilim, ama sana sormaya korkuyorum, dedi. Sessizliğinden bir şeyler anlamaya çalışıyorum ama olmuyor. Sanki bir hüzün dalgasını üzerime yıkmaya çalışıyorsun. Sonra beni burada böylece bırakıp gideceksin. N’oldu, söyle hadi.
Cevap borçlu muydum ona?
—Mustafa, dedim. Kimi zaman dakikalara yetişemiyorum ama çoğu zaman onlar bana yetişemiyor. Neden biliyor musun? Çünkü bin parçayım, aklımı yakalasalar ruhum kaçıyor, ruhumu yakalasalar zihnim, zihnimi ele geçirseler duygularım kayboluyor. Bu yüzden dinmiyor aramızdaki savaş, bu yüzden yorgun açıyorum gözlerimi yeni güne, ya da yeni dedikleri güne.
O an Mustafa’nın aklından neler geçtiğini bilmeme imkân yoktu tabi. Ama bütün gece kitap okumuş havası taşıyan şiş gözlerini kaçırmadı gözlerimden, anladım ki anlamaya çalışıyordu beni, yardım etmeye çalışıyordu, benimle tam burada bu zamanda karşılaşmaya çalışıyordu.
—Neden benlesin? dedi, cevabımdan korkuyordu, biliyordum.
—O’na benziyorsun, dedim. Hareketleri yok onun, duruşu, gülüşü, bakışı yok; ama senin var, o yüzden seninleyim, dedim.
Kaçırdım yine de gözlerimi. Önümüzden gelip geçen onca yabancıya hiç aldırmıyordum. Bir Mustafa vardı yanımda, bir de uçuşup duran martılar.
—Birden başlayıp biter her şey. Sadece birkaç deli insan devam ettirmeye çalışır bitmiş şeyleri. Hâlbuki imkânsızdır bu, delirtir adamı. Dalgaları üstüne çek, uyu. Kimse rahatsız edemez seni. Hem o zaman zihnin, ruhun ve duyguların usulca bedeninin içine girer. Zamanla savaşın biter, ateş diner.
Yana kaydım, banka oturdu, başımı omzuna dayadım.
—Yine de sen benim bir hayal olduğumu unutma, dedi.
—Ah! dedim, Mustafa, hiç unutur muyum?
21 Mart 2010 Pazar
Albert Camus - Yabancı
Ve idam cezası verirler Mersault’a. o kadar beklenmedik bir anda öldürür ki arabı, ben oturduğum yerde ne olduğunu anlayamam birkaç saniye, sonra “Belki yine dalmışımdır” diye geçirip içimden tekrar okurum o sayfayı, gerek yokmuş oysaki Mersault o arabı öldürmüştür. Sebepleri vardı elbet, güneş çarpmıştı onu, sıkılmıştı bunalmıştı, bir de o bıçağa yansıyan güneş ışını gözünü almasaydı, yapmazdı kesin.
Ve ben o an fark ediyorum, “çok güneş vardı” diyorum kendi kendime. Bunalmışım onla beraber. Havanın soğuk olmasına aldırmadan ter dökmüşüm oturduğum yerde. Sonrasında üzülmedim ama, Mersault gibi adamlar fazla bu dünyaya, onun gibiler çok fazla bu dünyaya.
Kaldırdım ama ben sonra kafamı, biraz insanlara baktım, yada Üstad’ı anarak İncancıklara. Acı vermedi bana gördüklerim, acı vermez bana gördüklerim, bana en çok hissettiklerim acı verir, bana bir tek hissettiklerim acı verir.
Bir iki kare fotoğraf kurtarır mıydı beni Mersault’un hissettikleri hissetmeye çalışmaktan, denedim…
17 Mart 2010 Çarşamba
Kılavuz - Bilge Karasu
Sarsılıyorum romanın sonunda. Hatta ne olduğunu anlayamıyorum birkaç saat. Çevreden bir boyut yukarda geziniyorum, Uğurlayım ben İhsanlayım. Sarsıntım uzun sürüyor, rüyalara girecek kadar derinlerde dolaşıyor. Sonra çıkıp gidecek olsa da benden izin alamıyor. Seviyorum üzerimdeki etkisini, aklımda bıraktığı soruları seviyorum. Durup durup İhsan’la uğraşmayı seviyorum. Uğur’un gerçekte Bilge Karasu olup olmadığını düşünmeyi seviyorum.
Kalemlerimi masaya diziyorum, kurşun kalemlerimi. Bir bir açıyorum sırayla hepsini. İlk kâğıda değdikleri an küçücük kırılıyorlar. Kırılmalarını seviyorum. Kırıldıktan sonra kâğıt üzerinde bıraktıkları gölgeli izi seviyorum. Kırıldıktan sonra yazarken çıkarttıkları sesi seviyorum. Sonra bir an düşünüyorum, acaba kırılmadan önce mi kırıldıktan sonra mı daha çok seviyorum?
Uçlu Bucaklı Bir Yağmur Çölü / Que Por Al Non Devess
16 Mart 2010 Salı
Islak Sevgili
Hayaller ve Etler II
Eski tahta bir evde otururdu, kimine göre bir köpek besliyordu onu, arada beraber dışarı çıktıkları oluyordu. Uzun tüylü, kahverengi-beyaz bir köpekti kadının sahibi. Cömert bir köpekti, kadınına bile bir kez olsun bağırdığını gören olmamıştır sanıyorum.
Bazen tahta evin tek demir direğine, bu direk evi ayakta tutan direkti, yaslanıp üç gün gökyüzünü seyrettiği olurdu. O kadar ki ev, yaslandığı yere doğru eğilir yere yapışacak duruma gelirdi. O zamanlar köpek gelir başını okşardı kadının, sakince çekerdi onu geriye, evi eski haline geri dönerdi o zaman.
Ben bu kadınla bir gündönümünde tanıştım. Yorgun bir hali vardı. Eve köpeğin siparişlerini taşıyordu. “Seni de mi böyle çalıştırıyor o huysuz kedi?” dedi. “Hayır,” dedim, “benimki bana iyi davranır. Bir de ciğerleri pişirerek yedirse…”
14 Mart 2010 Pazar
Pazar
13 Mart 2010 Cumartesi
Hayaller ve Etler - I
11 Mart 2010 Perşembe
Doğrusu Şık Kadındır Şık Latife
10 Mart 2010 Çarşamba
-İnan ki- Masal
Sonra bi gün “Masal bilir misin?” dedi. “Evet” dedim. Alice ilk geldi aklıma hiç nefes almadan bir anda “Pinokyo!” dedim.
Cümleler gelirler ve giderler.
Sadece akılda ne kadar iz bıraktığına mı bakmak gerek yoksa o cümleden geriye kalan harflere mi, bilemedim.
Şimdi ben bir karanlığın içinde gömülüyüm.
O ona anlattığım masallarla büyümeyi isteyebilirdi.
Ben ona masal anlatırken büyümek isteyebilirdim.
4 Mart 2010 Perşembe
Yetmişdokuz - Seksen !
Sonra da 79 bitti 80e geçtim.
3 Mart 2010 Çarşamba
Keşke Yalnız Bunun İçin...
27 Ocak 2010 Çarşamba
Ha? Ne? Kim?
Hı?
Özledim.
Nasıl?
Özledim.
Evet, özledim.
Sadece bir şarkı çalıyor ve o fazladan bir fincan kahve istiyor, ben tek bir tanesini bile içemedim, ve gözyaşlarımdan sana çay demlesem de olur. Geçen her saniye her zamanki gibi umursamaz, kadın olunca fahişe, erkek olunca piç. Bilmesi gereken, zamanı hiç önemsemiyorum. Defolup gitsin, umurumda dahi değil. Ben sadece üşüyorum, karanlıktan korkuyorum, dizlerimin üstüne çöktüm, çok özlüyorum.
Kim?
Ben evet.
Hahahah!
Kim gülüyorsa bana, söylüyorum, yapma. Yapma canım acıyor. Kolun kopmuş gibi, düşün ki bir elin parmaksız kalmış, asit yağmurunda bütün saçların yanmış, ya da kesivermişler bacağını. Şimdi gideceğim bir yol var mı diye bakmak bile istemiyorum. Ben tek bir yol istemiştim, ona gitsin, onda bitsin. Bir tek o.
“O”.
Bulunmaz da değilmiş.
Buldum zaten.
Nerdeymiş?
Beni bekliyormuş.
Şimdi?
Gitti. Gittim.
Ve bittim. Bir daha hiç başlamamak üzere bittim. Bitmek istedim ondan sonra ve başlamak istemeyeceğim hiçbir zaman. Bittim ben ve bittik biz, ve o bir yerlerde belki başka “benlerin” “o” su olmayı bekliyor. Ki belki bir kadın çıkar gider ona.
Düşünme bunu.
Elimde değil.
Sinirlerin bozulmuş.
Aşığım.
Daha ne olsun?
Korkuyorum. Çok soğuk. Üşüyorum. Gözyaşlarım umursamaz, savruk savruk akıyor, dansöz dünyaya. İçimde bir şey var, kime ait olduğunu biliyorum, bilmemezlikten mi geliyorum? Özledim bir de, çok özledim.
Evet özledim.
Daha şimdiden.
Çok özledim.
O kadar ki…
Hı, tarif mi?
Hayır yok, tarifi yok…
Özledim, çok özledim.
24 Ocak 2010 Pazar
An - ne
—Anne?
2 Ocak 2010 Cumartesi
1 Ocak 2010 Cuma
Zaman
Yağmura adanmış şiirler ne çoktur. Yağmurdan kaçan değil sanki insanoğlu, şemsiyeyi o icat etmedi sanki. Yağmur deyince aklıma düşüyor gülüşü can alan adam. Utangaç; başını yere eğmiş şemsiyesiyle oynayan adam. Söylemek istedikleri içinde kalan adam. O zaman ne kadar yakındı, şimdi ne kadar uzak.
Kol saatimin sesi başımın içinde… Yere uzanmışım… Tavana bakıyorum… Bir saat boyunca hiçbir değişikliğe müsaade etmeyen tavana… Her şey o kadar normal görünüyor ki canımı sıkıyor. Sigara yakıyorum.